Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, geçtiğimiz günlerde, Türkiye’nin bugün başına gelen birçok şeyin Suriye politikasının sonucu olduğunu söyledi. Bu, Türkiye’nin 2010 yılından bu yana uygulamaya koyduğu ve karşılaştığı tüm başarısızlıklara rağmen sürdürmekte direndiği yeni dış politikanın bütününe ya da soyut anlamda felsefesine değil de, alanda yarattığı olumsuz sonuçların en belirgin olanına bakıldığında yanlış bir tespit değil.
Gerçekten de, başlangıçta uluslararası literatürde yanlış ve romantik bir adlandırmayla Arap Baharı denen, -ancak sonraki gelişmelerle “bahar” tanımlamasıyla uzak yakın hiçbir ilgisi bulunmadığı ortaya çıkan- akımın Suriye’ye sıçramasından itibaren AKP iktidarının benimsediği siyaset, bugün Türkiye’nin ve bölgenin karşı karşıya olduğu çok yönlü olumsuzlukların temel nedenini oluşturdu. İktidar, Suriye’de batağa saplanan maceracı siyasetinin yıkıcı sonuçları ortaya çıktıkça, bu siyaseti değiştirmek yerine daha da derinleştirmeye çalışarak hatada ısrar etti. İktidar yetkilileri izledikleri Suriye siyasetiyle mutabık olmayan üçüncü ülkelere tehditler yöneltip, orada burada kırmızı çizgiler ilan ettikten sonra bunların arkasını getiremeyerek, o tarihe kadar gerek askeri gerek siyasi gerek ekonomik açıdan güçlü bir bölge aktörü olduğuna inanılan Türkiye’nin “aslında hiç de o kadar da güçlü olmadığı” algısının yerleşmesine neden oldular. Bütün bunların sonucunda, Türkiye’nin bölgedeki kimliği de tartışma konusu haline geldi.
Mümkün olan süratle Suriye yönetiminden uzaklaşmasını istediği Esad rejiminin direnci ve Türkiye’nin çabalarıyla oluşturulmasına çalışılan sözde Suriye muhalefetinin yetersizliği, iktidarı Esad’a karşı başarı şansına sahip gördüğü radikal terör örgütlerini desteklemeye yöneltti. Gelişmeler Suriye’yi parçalanmaya doğru sürüklerken, bu ülkeden, başta Türkiye olmak üzere, komşularına yönelik emsali görülmemiş ve ekonomik ve sosyo-politik etkileri henüz tam olarak ortaya çıkmamış büyük kitlesel göçler yarattı. AKP iktidarının Suriye politikasıyla bu politikanın ideolojik yöneliminin Irak siyasetimize de yansıması, Irak’ın bir ara korunuyor gibi gözüken toprak bütünlüğünü de yeniden tehlikeye soktu.
Öte yandan, Suriye ve bölgedeki faaliyetleri sonucunda uluslararası alana çıkma olanağı bulan IŞİD ve diğer bazı radikal cihadcı terör örgütleri şiddet eylemlerini Batı Avrupa’ya, hatta Amerika’ya taşıdılar. Oralarda zaten bir süredir var olan ‘İslami terör’ korkusunu körükleyerek, eylem yaptıkları ülkelerdeki aşırı sağcı siyasi partilerin güçlenmelerine ve bu partilerin tabanlarının genişlemesine, yabancı düşmanlığının artmasına yol açtılar. Sonunda AKP hükümetinin önde gelen bir yetkilisinin kendi Suriye politikalarından yakındığı ve bu politikanın değişmesi gerektiğini itiraf ettiği bir noktaya geldik.
AKP iktidarı temel Suriye politikasını acaba gerçekten değiştirmek istiyor mu?
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın, Fırat Kalkanı operasyonunun başlangıcında yaptığı basın toplantısında, Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) yeterli dış desteği sağlayabildiği takdirde hem DAEŞ’le hem de Esad’la savaşabileceğini’ söylemesi, iktidarın hala “Esad’la savaşmak”diye bir opsiyon üzerinde durduğunu gösteriyor. (Tabii burada “iktidar” sözcüğünün bugünkü Türkiye gerçekleri bağlamında kimi, neyi kastettiği bir soru işareti! Hükümet mi? Cumhurbaşkanı mı? Herhalde doğru cevap Cumhurbaşkanı). Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü’nün “Esad’la savaş” vurgusu, aslında Suriye politikasının iktidarca ne kadar değiştirilmek istendiğinin açık bir göstergesi. Keza, Fırat Kalkanı adlı sınır ötesi operasyonda TSK’nin harekat ortağının ağırlıklı olarak cihatçı unsurlardan kurulu ÖSO adlı oluşum olması da bir başka gösterge.
Hatalı Suriye politikasının anlamlı bir şekilde değişmesi ve bundan sonuç alınabilmesi için hükümetin, bugüne kadar yaptığının aksine, Esad’ın kalması ya da gitmesine değil, uluslararası diplomasi yoluyla Suriye’nin toprak bütünlüğünü koruyacak bir düzenin oluşturulmasına ve etkili bir yönetimin yeniden ülke genelinde tesis edilmesine öncelik vermesi gerekiyor. Bunun için yürütülen uluslararası çabalara da yapıcı bir anlayışla katılması lazım. Bu yönetimin kimlerden oluşacağı, nasıl belirleneceği, ülkede demokrasinin kurulması ve işletilmesi bir sonraki aşamanın konusu. Bu da, yabancıların değil Suriye halkının işi. Uluslararası çabalar, bu aşamaya geçilmesini sağlayacak sürdürülebilir bir geçiş dönemini oluşturmakla kısıtlı olmak durumunda ve bu denklemde “sürdürülebilirlik” kıstası kilit önemde.
Peki, hükümetin bütün bu gerekleri yerine getirerek sadece Suriye politikasını değiştirmesi Türk dış politikasını da tekrar eski rayına sokar mı? Buna evet demek ne yazık ki mümkün değil.
Suriye politikasının değişmesi, bölgesel ve küresel dengelerin yeniden ulusal çıkarlarımızla bağdaşır bir hale dönüşebilmesi açısından tabii ki önde gelen bir gereksinim. Ama tek başına yeterli değil.
Öte yandan, içine düşülen durumda yapmak zorunda kalınan Fırat Kalkanı harekatının hedeflerinin gerçekçi ve kısıtlayıcı bir şekilde belirlenmesi ve bu hedeflere ulaşıldığında harekat sonlandırılarak ve sınır ötesi unsurlarımızın geri çekilmesi bir zorunluluk olarak beliriyor. Bu zorunluluk gözden uzak tutulacak olursa, bugünkünden çok daha büyük badirelerle karşı karşıya gelmemiz kaçınılmaz. Bu operasyonun gereğinden fazla uzayıp genişlemesinin ulusal çıkarlarımızdan çok bölge dışı güçlerin çıkarlarını karşılayacağı yolunda dillendirilmeye başlanan çekincelerdeki haklılık payı da kolayca göz ardı edilemez.
Şu an için gerekliliği, yukarıdaki kayıtlarla fazla tartışılamayacak olmakla birlikte, Fırat Kalkanı harekatının çerçevesinde TSK’nin, sanki bütüncül bir yapıymış gibi ÖSO diye adlandırılıp “ılımlı” olarak tanıtılan, ancak her zaman aynı dalga boyunda olmadıkları bilinen radikal dinci unsurların meydana getirdiği, başı-sonu ve karar-komuta mekanizmaları belirsiz oluşumdan ne ölçüde güvenilir destek alabileceği ciddi ve geçerli bir soru. Özellikle TSK’nın alanı boşaltması halinde gerideki emniyeti ÖSO’nun nasıl sağlayabileceği; elde edilen alanın nasıl tutulabileceği soruları da öyle. Bugün itibariyle Fırat Kalkanı operasyonunun, kısıtlı bir hedef tespiti ile gerçekçi ve yapılabilir bir çıkış stratejisi olduğu varsayılıyor. Olayların ve gelişmelerin Türkiye’yi getirmiş olduğu bugünkü noktada bu harekatın gerekli olduğunu söylemenin geçerliliği, bu varsayımın doğruluğuna bağlı. Eğer bu doğru değilse, en başta şehitlerimiz olmak üzere, Türkiye’nin çok büyük bedeller ödemesini gerektiren böyle bir sınır ötesi askeri harekatın, iktidarın yanlış Suriye politikasıyla sıkıp tüpten çıkardığı diş macununu tekrar tüpe sokmaya yönelik nafile bir çabası olmaktan öteye gitmeyeceğini söylemek de, karamsar ama gerçekçi bir değerlendirme olur.
Tekrar başlıktaki soruya dönecek olursak, dış politikamızın tek yanlışı ne yazık ki Suriye siyaseti değil
Dış politikamızın asıl temel yanlışı, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Türkiye’nin izlediği, Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesinde ifadesini bulan barışçı anti-emperyal dış politikanın AKP iktidarınca terk edilmesi ve yerine bunun anti tezini oluşturan emperyalist yönelimli Yeni Osmanlıcı bir dış siyasetin benimsenmesidir.
Geceleri rüyasında İmam Gazali ve Nietzsche ile tartıştığını iddia eden, hayal aleminde yaşayan bir akademisyenin, bölgeyi ve olayları yanlış okuyan ve ayağı yere basmayan, temelden yoksun teorilerinin peşine takılan AKP liderliği bu feci hataya, Orta Doğu’da Müslüman Kardeşler yönelimli bir Sünni İslam ulusları topluluğu kurmak, bu topluluğa lider olmak ve daha sonra bunun hakimiyetini Balkanlara ve Kafkasya’ya taşımak şeklinde özetlenebilecek, silahlı çatışmayı dışlamayan ve başka ülkelere hakimiyet taslayan neo-emperyalist bir dış politika yönelimine kapılarak düştü.
Geliştirdiği bu maceracı siyaset, önce Türkiye’nin uluslararası olaylar karşısındaki öngörülebilirliğini ortadan kaldırdı. Sonra da ülkeyi çatışmacı ve komşu ülkelerin rejimlerini değiştirmeye girişecek ölçüde müdahaleci konumlara taşıdı. İktidar yetkililerinin beklenmedik çıkış ve girişimleri; gözü kara, amacı belirsiz dış politika hamleleri uluslararası camiada Türkiye’ye karşı zaten zayıflamış olan güveni büsbütün yok etti. Türkiye, bu ortamda, üyesi olduğu ya da üye olmak için görüşmeler yürüttüğü uluslararası kuruluş ve ittifakların ilkelerini yok saymaya başladı. İktidarın temsilcileri, dış politikayı medyaya yüksek perdeden konuşmak suretiyle yönetebileceklerini sandılar. Yabancı düşmanlığını, komplo teorilerini en yüksek devlet konumlarından medyada seslendirmek suretiyle körüklediler. Ülkenin itibarını ve inandırıcılığını yok etmekle kalmadılar, halkımızı da kendi içine kapadılar.
AKP iktidarı, dışarıda bunları yaparken, iç siyasetteki eski ortaklarıyla birlikte içeride de sahneye koydukları düzmece davalarla Türkiye’nin başta deniz gücü olmak üzere silahlı kuvvetlerini zaaf içine soktu. Ulusal savunmamızı tehlikeye düşürdü. Ülkemize ve halkımıza Süleyman Şah Türbesi gibi büyük hezimetler yaşattı. Tüm komşu ülkelerle ve daha uzak memleketlerle kanlı bıçaklı olmamıza yol açtı. Sonuçta Türkiye, sözünden çekinilmeyen fakat dostluğundan korkulan bir ülke haline geldi.
Şimdi, İsrail’in Mavi Marmara olayı bağlamındaki sözde özrünü kabul edip bilmem kaç milyon dolar tazminat almakla İsrail ile; bir Rus savaş uçağının gereksiz yere düşürülmesi üzerine karşı karşıya kalınan çaresiz durum neticesinde Putin’den özür dilemekle Rusya ile; G-20 zirvesinde ‘Rakka’da birlikte birşeyler yapalım’ diyen Obama’ya “sıkıntı yok” şeklinde cevap vermekle ABD ile ilişkilerin eski düzeyine dönmesi mümkün mü? Yedi sekiz yıldır devam edegelen yalpalı dış politika bir anda tekrar eski öngörülebilir saygın ve güvenilir çizgisine gelebilir mi? Uluslararası toplumun güveni, saygısı tekrar kolayca kazanılabilir mi? Ne yazık ki hayır!
Uluslararası saygınlık sorunumuz
O zaman ne yapmalı? Bazıları dış politikanın 180 derece değiştirilmesi gerektiğini savunuyor. Bu, bir bakıma denizciliği ve gemi yönetmeyi çağrıştıran, ferahlatıcı bir öneri. Ama açık söylemek gerekirse yapılabilirliği yok. 180 derece geri dönmek demek, gemide dümeni alabanda edip tam dönüş yaptıktan sonra tekrar pruvaya sabitleyerek kalktığınız iskeleye yanaşmak demek. Ancak o iskele artık yerinde değil! Suriye eski Suriye değil. Mısır’la ilişkiler kopmuş. Birçok etkili bölge ülkesiyle diplomatik temas en alt düzeye alınmış. İsrail ile sureta barışılmış olsa da ne İsrail’in bize bakışı bizim iskeleden hareket ettiğimiz 2009’daki gibi, ne de biz İsrail’i o zamanki gözümüzle görüyoruz. Rusya ile de aynı durum geçerli. İran, ABD, AB ve diğerleri ile ilişkilerimiz de, her biri kendine özgü değişiklikler içermekle beraber, birbirimize yönelik siyasi yaklaşımlar ve sonuçta karşılıklı güven açısından çok farklı değil. AKP iktidarının yöneticileri, tüm bu ülke ve kuruluşları temelde Türkiye karşıtı saydıklarını saklamıyorlar. Bu ülke ve kuruluşlar için de Türkiye artık herhangi bir uluslararası kriz durumunda ne yapacağı, kimin yanında saf tutacağı kolaylıkla öngörülemeyecek bir ülke. Dolayısıyla dümeni180 derece alabanda etsek de artık eski iskelemizi yerinde bulup ona güvenle bağlanmamız olası değil.
Bu günlerde sıkça kullanılan bir diğer öneri de “fabrika ayarlarına geri dönülmesi”. Bu, doğru yola çıkış için başlangıç olabilir. Ama çözüm için yeterli değil. Zira AKP’nin, iktidara geldiği 2002 yılından bu yana dış politika alanında sürdüregeldiği çok temel bir hatası daha var. O da dış politikayı tek başına kapalı kapılar ardında belirlemekte direnmesi. Bu tutum, dış politikayı uzun bir süreden beri “ulusal politika” olmaktan çıkarıp “AKP politikası” haline getirmiş durumda. Oysa dış politikanın, ulusun tümünün desteğine sahip olabilmesi çok önemli. AKP’ye kadarki tüm iktidarlar dış politika yaklaşımlarını muhalefetle paylaşmaya, hatta bu yaklaşımlarını muhalefetin katkısıyla belirlemeye özen göstermişlerdir. Dış politika kararlarını, anayasa gereği olsun olmasın, mutlaka TBMM’den geçirip meclise onaylatmaya çalışmışlardır. Bunun sonucunda, politikalar dışa karşı güç kazanmış, aynı zamanda da hem iktidar hem de muhalefet tarafından “ulusal politika” olarak görülmüş ve sahiplenilmiştir. “Fabrika ayarlarına dönüş” önerisinin işe yarayabilmesi için dış politikadaki karar alma mekanizmalarında yeniden bu yola girilmesi gerekir. İktidar eğer dış politikasında kavramsal bir değişiklik yapıp hatalarını düzeltme yoluna girmek istiyorsa, buna dış siyasetin belirlenmesine muhalefeti de dahil edecek mekanizmaları kurup uygulamaya koymakla başlamalı ve dış politikayı AKP’nin siyaseti olmaktan çıkarıp yeniden ulusal dış politika haline dönüştürmelidir.
Peki bu iktidar bunu yapar mı? Hiç sanmıyorum.
AKP’nin dış politikasının özünde onun ideolojik İslamcı felsefesinin yattığı artık açık seçik ortaya çıkmış durumda. AKP’nin bu felsefeyi değiştirmesini ummak ise gerçekçi bir yaklaşım değil.
Türk dış politikasının temelden değişebilmesi ve Cumhuriyetimizin kuruluş değerleriyle yeniden uyarlı bir hale dönüşebilmesi ancak ülkede bir iktidar değişikliği ile mümkün olabilir. Bunun için ise başta ana muhalefet partisine görev düşüyor. CHP kendi öz değerlerini yeniden ön plana almalı. Ülkenin AKP tarafından içine sokulduğu dini ortamdan etkilendiğini gösteren tutumları bırakmalı. Kaç seçimdir aldığı sonuçları doğru değerlendirip sağ çizgiye yaklaşmanın kendisine oy getireceği saplantısından artık sıyrılmalı. Ayetlere, surelere, enbiyaya atıf yaparak ülkenin mevcut ortamında geçerli olacağını düşündüğü anlaşılan din odaklı bir etik oluşturmaya çalışmak yerine, laik cumhuriyetin temel değerlerine sahip çıkabilecek, Türkiye’yi yeniden çağdaş bir sosyal demokrat yörüngeye oturtabilecek irade, güç ve kadrolara sahip olduğunu ortaya koyarak iktidara oy vermeyen yüzde elli nüfus için biran önce bir ümit haline gelmeye çalışmalı.
Zaman hızla geçiyor. 2019, köprüden önceki son çıkış olabilir!