eslam-5

Emre Özdemir – Ortadoğu Çıkmazında Siyasal İslam ve Türkiye

Emre Özdemir_fotoğraf Gelin yazıya hipotetik bir yoklama ve çıkarsama ile başlayalım. Tahran’ın en merkezi yerinde, her yaştan ve görüşten insanların dolaştığı Valiasr Caddesi’nde 100 kişiye şu soruyu soralım: Denizde boğulan bir Suudi Arabistanlı ve bir İsrailli var ve siz sadece birini kurtaracaksınız, hangisini kurtarırsınız?… “İsrailli’yi kurtarırım” diyenlerin oranının %90 civarında olacağına iddiaya girebilirim!

Aynı soruyu bu sefer Riyad sokaklarında, İsrailli ve İranlı iki kişi arasında seçim yapmaları şeklinde yöneltelim. “İsrailli’yi kurtarırım” diyenlerin oranı Tahran’a göre daha da artarak %95’i geçer diyebilir miyiz?… Bugün Ortadoğu coğrafyasında yaşanan gerilimlere baktığımızda Müslüman-Yahudi veya Filistin-İsrail çatışmasından çok daha derin bir ihtilafın var olduğu herkesin malumudur: Şii-Sünni ihtilafı.
Sekiz yıl süren İran-Irak savaşı, Irak’ta yıllardır devam eden “içsavaş”, altıncı senesindeki Suriye ve Yemen’deki çatışmalar veya bastırılan Bahreyn’deki kalkışmanın ana besin kaynağı bilindiği üzere Şii-Sünni gerilimidir. Bu tarihsel ve dinsel ihtilaf ise, bölge dışı aktörlerin kullanmayı pek sevdiği bir araçtır.

Ortadoğu ve “mezhep” gerçeği

Zaten İngiliz Mark Sykes ve Fransız Francois Georges-Picot da bundan tam bir asır önce hükümetleri adına Suriye-Irak sınırı konusunda mutabık kalırken mezhepsel ayrım gözetmemiş, yeni çizilen sınırlar içerisinde Şii ve Sünni nüfusun bir arada yaşamasında sakınca görmemiş ve bunu önemsememiştir. Başka şekilde ifade edecek olursak, kendi çıkarlarına odaklanıp bu durumu göz ardı etmişlerdir. Nitekim İngiliz yönetimi, Hindistan yolunu güvence altına alarak petrol ve pamuk tedarikini garantilemeyi hedeflediğinden Irak’a ve Basra Körfezi’ne yoğunlaşırken; Fransız yönetimi de Akdeniz’deki hakimiyetini Mağrib ülkeleriyle de birleştirmeyi ve Suriye ile Lübnan’ın tahıl kaynaklarını sömürmeyi amaçlamıştır.

Ancak bir başka görüşe göre ise bu iki mezhebin aynı sınırlar içinde kalmasını uzun vadede gerekli görmüşlerdir…

II. Dünya Savaşı sonrasında bu mezhep farklılı; önceleri Arapların Avrupalı güçleri Ortadoğu’dan çıkarma uğraşında, ardından da yükselen Arap milliyetçiliği döneminde öne çıkmamıştır. Bu farklılıklar 1980’ler ve 1990’larda ise Hafız Esad, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi gibi diktatörlerin eliyle ve güç kullanılarak, baskı ve zulümle bastırılmıştır.

Ancak her daim var olan bu gerilim Saddam’ın devrilmesiyle yeni bir boyut kazanmış, Irak’ın mezhepsel dağılımını gösteren haritalar hızla paylaşılır olmuştur. Irak’ta çoğunluğu oluşturan Şiilerin yönetimi aldıktan sonra yaptıkları hatalar mezhepsel ayrımın derinleşmesine sebebiyet verirken; El Kaide ve IŞİD, Sünni yerli halktan destek bulmuş ve 2011’de başlayan ve -aslında birbirine pek de benzemeyen- Tunus, Libya, Mısır ve Suriye’deki kalkışmalar bu coğrafyayı çıkmaza sürüklemiştir. Özetle son yüzyıllık dönemde zaman zaman yavaşlayan ancak “asla yok olmayan” Şii-Sünni gerilimi, bugün geri dönülemez ve mevcut sınırların yeniden değişmesine yol açabilecek biçimde açığa çıkmıştır.

Bu gerilimin, İslam tarihi ve Ortadoğu sosyolojisi incelendiğinde, yoğunluğu değişse de dünya var oldukça devam edeceği muhakkaktır. İşte adına “siyasal İslam” dediğimiz olguyu da her daim bu gerilim çerçevesinde okumak durumundayız. Elbette bölge dışı güçlerin siyasal İslam’ı sadece bu gerilime indirgeyen kolaycı anlayışının hatasına düşmeden…

Bugün Şii ve Sünni nüfusun belli oranlarda birlikte yer aldığı Irak, Lübnan, Yemen, Bahreyn gibi ülkeler dünyanın en sıcak çatışma alanlarının başında yer almaktadır. Görece daha rahat durumda gözüken diğer bazı Ortadoğu ülkelerinin ise ne ölçüde huzurlu olduğu da malumumuzdur.

İşte bu denklem içerisinde ve son yıllardaki gelişmelerle birlikte Türkiye’nin sorması gereken soru “Böyle bir coğrafyaya komşu olmak mı yoksa bu coğrafyanın içinde olmak mı?” olmalıydı.

Türkiye Ortadoğu’nun parçası olmayı yeğledi

Türkiye, AKP Yönetimi ve Ahmet Davutoğlu’nun hayalci dış politikası eliyle; Ortadoğu’ya komşu olup, Avrupa’nın içinde olmayı istemek yerine; Avrupa’nın komşusu ve ticari partneri olup, Ortadoğu’nun içinde olmayı tercih etti…

Elbette bunda çeşitli nedenlerle Avrupalı liderlerin vizyonsuzluğunun da payı vardır; ancak bu seçimin temel nedeni Davutoğlu dış politikasının yönelimi olmuştur. Bugün, hükümet en yüksek perdeden “Başımıza ne geldiyse Suriye politikası yüzünden geldi” diyerek günah çıkarmaya çalışsa da iş işten geçmiş, Türkiye ciddi biçimde güven kaybetmiştir. Mısır’dan boşaldığı zannedilen “Sünni cenahın politik liderliği”ni almak için açıktan Irak, Suriye ve Lübnan’ın içişlerine müdahil olmak veya İsrail’le ilişkileri germek için çaba sarfetmek günün sonunda fayda yerine zarar getirmiştir.

Halbuki Cumhuriyet dış politikası, değişen farklı anlayışlardaki hükümetlere rağmen Ortadoğu’da hep denge politikası gütmüştür. Zira bir ülkenin bitmeyecek bir ihtilafta politik taraf olması o ülkeyi artık geri dönülemez bir yola sokmaktadır. Ancak AKP Hükümeti her alanda olduğu gibi dış politikada da “Gelin ata binmiş ya nasip demiş” mantığıyla meseleye “Olmazsa değiştiriveririz” sığlığında bakınca gidilen yanlış yoldan dönülmek istendiğinde geride bırakılan yolun dinamitlendiğini acı şekilde tecrübe etmiştir.

Türkiye’yi bu çıkmaza sürükleyen yöneticilerin ait olduğu siyasal İslam’ın kökü de, yukarıda bahsettiğimiz Ortadoğu dinamiklerinden bağımsız değerlendirilemez. Bunu anlamak için, bugünkü hükümetin tabanını oluşturan Milli Görüş Hareketi ile ona darbe yapmaya kalkışan yine siyasal İslamcı Gülen Hareketi / Fethullahçı Terör Örgütü’nü irdelemek ve karşılaştırmak gereklidir.

Geçmişte Özal, Demirel, Çiller, Yılmaz ve hatta Ecevit’in Gülen Hareketi ’ne “yol verdiği” veya iyimser deyimle önlemek için çaba sarfetmediği bir gerçekken bu harekete en uzak duran kişinin siyasal İslamcı Milli Görüş Hareketi’nin lideri Necmettin Erbakan’ın olması tesadüf değildir. Zira 1970’lerden itibaren artarak devam ettiği ve 1990’larda zirve yaptığı üzere bu iki siyasal İslamcı hareket birbirinin en büyük rakibi olmuştur. Bu iki hareketin en temel farkı ise; birisi adı üzerinde millici bir İslam anlayışı güderken, bir diğerinin dışarıdan beslenmiş ve yönetilmiş olmasıdır.

Girdiği kaba göre şekil değiştirmekle maruf sinsi Gülen Hareketi / Fethullahçı Terör Örgütü ileride karşılığını almak için iktidardaki genç Milli Görüşçülere yardım etmiş; iktidar da özellikle 2007-2013 arasında işbirliğinin getirdiği “başarı”nın keyfini sürmüştür. Halbuki bu işbirliği, AKP yöneticilerinin içinden yetiştikleri Milli Görüş’ün tüm doktrinini reddetmek anlamına gelmektedir.

Ancak bu iki hareket içindeki derin ayrılık bazı önemli konularda göz ardı edilebilmişir. Hiçbir konuda ayrı düşmedikleri bir dönemde Mavi Marmara hadisesinde birbiriyle zıt pozisyon almaları bunun en göze çarpan örneğidir. Bu farklılığı yukarıda bahsettiğimiz Ortadoğu’daki ayrışmadan bağımsız değerlendiremeyeceğimiz gibi, Mavi Marmara meselesine bakış açısındaki farklılık, iki akımın geleneksel doku uyuşmazlığını göstermekte ve bir kriz anında farklı saflarda yer alabileceklerine delil olmaktadır.

Hem Ortadoğu’da hem de ülkemizde tecrübe edildiği üzere siyasal İslamcı akımların mezhepsel ve tarihsel uyuşmazlığının getirisi; savaş, terör ve acı olmaktadır. Bunu, ne Ortadoğu ne de Türkiye hak etmektedir…

*Emre ÖZDEMİR
Bağımsız Analist
Toplumcu Düşünce Enstitüsü Genel Sekreteri
emre@emreozdemir.net