bcab3c02-f8c3-11eb-aa37-9736ba6f9b4b_image_hires_130140

Anıl Kemal AKTAŞ – Yeşil Adil Dönüşümü Tartışmaya Başlamadan Önce

Anıl Kemal AKTAŞ
İvme Hareketi Kurucusu
anilkemalaktas@gmail.com

Ekoloji ve iklim krizi karşısında Yeni Yeşil Mutabakat, ana akım siyasetin gündemine oturdu. Dünyanın karşılaştığı bu hayati krizden dolayı yaşanması zorunlu olan dönüşüm için özellikle hükümetler ve piyasa aktörleri harekete geçtiklerini göstermek için “yeşil” aktivitelere veya kampanyalara sarıldılar. Bu dönüşüm yaşanacaksa, gerçekten yeryüzünü kurtarmayı başarabilmek için adil bir dönüşüme neden gerek var? Bu yazıda adil bir dönüşümün olmadığı durumda karşılaşabileceklerimizi anlatırken aslında varacağımız noktanın “ertelenmiş bir başka felaket” olacağını anlatacağım.

İnsanlığın doğa üzerindeki yıkıcı etkisi uzun zamandır belirli bir politik hattın savunageldiği bir görüş olarak tartışılıyordu. Son olarak IPCC’nin (1999’de kurulan BM Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli) yayınladığı 6. Değerlendirme Raporu’nda, daha önceki raporlarda çekinilerek değinilen yerküredeki ısınmanın insan kaynaklı olduğu olgusu temel bir sav olarak sunuluyor. Raporda, geri dönüşü mümkün olmayan etkiler yaratacak, yerkürenin hepsinde insan kaynaklı 1,5 °C ‘lik ısınma olasılığının yaratacağı etkinin çok daha erken görülmesinin kuvvetli olasılığından bahsediliyor. Bu etkiyle gıda güvenliğinin, üretime ilişkin ekolojik imkanların uğrayacağı tahribatla oluşacak küresel gıda krizi sebebiyle tehdit altında olduğuna değiniliyor. Dünyanın farklı yerlerinde tarımsal üretimin sonlanacağı bir durumla birlikte, ekolojik ve iklime bağlı olaylarda oluşan etkinin başka değişimleri tetikleyebileceği vakalar üzerinden karasal türlerin yok olma riski çok yükselecektir. Biyolojik çeşitliliğin azalması bütün bu kayıplara sebebiyet veren insanı da acı şekilde etkileyebilir ve bu etkiler göç olaylarından sıcaklığa ve ekolojik yıkıma bağlı hayat kayıplarına kadar genişleyebilir.

Faturayı kim ödeyecek?

Böylesine riskli senaryoların mevcudiyetinde küresel sıcaklığın daha da arttığı durumların yaratacağı zincirleme ekolojik felaketleri ayrıca konuşmamız gerekiyor. Altyapı imkanlarının hemen hemen hiçbir karşılık veremeyeceği büyük olaylar karşısında yeniden yapılanmamız gerekiyor. Bu yapılanmanın artık bir paradigma değişikliği üzerinden gerçekleşmesi gerekirken, aslında kapitalist örgünün iki farklı ancak iç içe geçmiş çıkmazı ile karşılaşıyoruz. Dünyamızı nasıl kurtaracağız ve bunun için yapmamız gerekenler neler?

Kayıp ve zarar ilkesi; geri kalmış ve kalkınmakta olan ülkelerin iklim değişikliğinden görecekleri zararları azaltmak için gerekirse tazminat mekanizmaları ile desteklenmesini öngören ve hukuki sorumluluk üzerinden Birleşmiş Milletler metinleri ve kurumları aracalığıyla tanımlanmaya çalışılan bir ilke. Bu ilkenin tanınması ve geçerlilik kazanması, ciddi bir mücadele alanına dönüşmek üzere. Kapitalist merkezi oluşturan ülkeler kendi faaliyetlerinin sonucunda önemli ölçüde zarar görecek ülkelerin varoluşsal faaliyetleri için bile gerekli olan tazminatları ödemeyi istemiyorlar. Dünyada -bilinen- askeri harcamalar 2020 yılı için 2 trilyon dolar seviyesine erişmiş durumda. [1] Buna karşılık Birleşmiş Milletler Çevre Programı verilerine göre, yeni iklim şartlarına uyum programları ve zararlardan ötürü oluşacak kayıpları karşılamak üzere yıllık ihtiyaç duyulan miktar 140 ile 300 milyar dolar arasında değişiyor.[2] Yine aynı araştırmalara göre 2050 sonuna doğru 280 ile 500 milyar dolar arasında bir miktara ihtiyaç duyulacak. Bütün bu tutarları hesaplarken doğal olayların gelişme aşamasında birbirini tetikleyebileceğini, mesela bir sel felaketinden sonra tarım arazilerinin kullanımdan çıkabileceğini, ama yeni bir doğal yaşam alanını oluşturmaya başlayabileceğini hesaba katmalıyız. Bu sebeple olaylara çok katmanlı cevaplar verebilecek politika uygulamalarına, yeni bir hayat kurgusu ve refah anlayışı için “cömert” bütçelere ihtiyacımız var.

Kamu kimin için var?

OECD üyesi ülkelerinin oluşturduğu Uluslararası Enerji Ajansı’nın İcra Direktörü Fatih Birol, Dünya Ekonomik Forumu için verdiği bir demeçte, önümüzdeki dönemde oluşacak emisyon artışlarının önemli bir kısmının gelişmekte olan ülkelere ait olacağını tahmin ediyor. Ancak temiz enerji yatırımlarının sadece %20’lik kısmının bu ülkelere yönelik olacağı da Fatih Birol tarafından yapılan diğer bir tahmin.[3] Bu anlamda, gelişmiş ülkelerin ilk yatırım maliyetleri gibi kalemlerde finansman yardımı sağlamaları gerektiğini ayrıca belirtiyor ve ekliyor: “Her şeyi piyasalara bırakırsak hedeflerimize ulaşmak için en ufak bir şansımız kalmayacak. Hükümetler burada sürücü koltuğunda”. [4]

Peki aslında hükümet, yargı, kolluk ve idare ne durumda diye dönüp baktığımızda ne görüyoruz? Bütün dünyada yaşanan dönüşümler bize ne gösteriyor? Hükümetler, harekete geçerken artık sadece kendi doğru bildiklerinin sorunsuz şekilde uygulanması için rıza üretmeye çabalıyor. Hemen bütün seviyelerde bu vurdumduymazlığı görebiliyoruz. 2021 Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı COP 26’da ihtiyaç duyulan topyekün önlemlerin alınmaması da yine başka bir örnek. Fosil yakıt endüstrisindeki şirketler için lobicilik yapan toplam delege sayısı bu konferansa katılan herhangi bir ülkenin delege sayısından daha fazlaydı. Aslında artık kapımızın önüne kadar gelmiş olan ekoloji ve iklim krizinin görülmemesi bu durumla alakalı. Yaşamın devamlılığını nasıl sağlayacağımız sorusuna hep birlikte cevap vermediğimizi artık biliyoruz. Kimin hangi kararları nasıl etkilediğini gerçekten bilebiliyor olmalıyız.

Nurettin Nebati, Mart 2022’de Fransa’da yapılan bir toplantıda, yabancı yatırımcılara dönük olarak yaptığı konuşmasında devlet ile piyasalar arasındaki ilişkiyi şöyle tanımlamıştı: “En sevmediğim konu da şu yatırımcılara zorluk çıkaran mevzuat ya da bürokrasidir. Hep beraber kavga edelim, bürokrasiyi alaşağı ederiz, arkamızda cumhurbaşkanımız var rahat olun, mevzuatı da değiştiririz.” [5] Aslında bu açıklamanın çok yeni bir aşamaya işaret etmediğini biliyor olmamız gerekir. Sadece madencilik faaliyetlerine ilişkin yirmiden fazla kanun değişikliği yapıldığını da gördük. Cerattepe’deyalnızca bir kentin değil bütün bir yaşam alanının tehdit altına alınacağı madencilik çalışmalarına dönük 2012 yılında başlayan “bürokratik” sürecin yargıya taşınması ile 2015 yılına geldiğimizde ülke gündemine oturan bir çevre mücadelesine de tanık olduk. Cerattepe’de aslında bütün bir kenti yok edebilecek “ekonomik çıkarlar” için enstrüman haline getirilmiş ÇED raporları üzerinden yargının yetkisinin siyasi genelgeler ile tasfiye edilişini de tecrübe ettik. Artvin’de yargı aşamasının en kritik döneminde değiştirilen ve hatta görev değişikliklerine uğrayan mahkeme heyetlerini, yargı süreçleriyle uzaktan yakından alakalı olmayan usul hatalarını ve sonunda da üst mahkemelerin çelişkili kararları ile nihayetine vardırılan bir kompozisyonu gördük. Bugün Cerattepe’de mücadele hala devam ediyor. İlk derece mahkemeler ile başlayıp en üst derece mahkemelerin, hukuku tasfiye ederek “yasallık” yarattığı son durumda her geçen gün artan ruhsatlandırma ile “Artvin coğrafyasının %72’si” madenciliğe açılmış durumda. [6]Maliye Bakanı Nurettin Nebati’nin aslında talep ettiği şey, sadece bugüne odaklanan bir ekonomik düzen. Siyasetin herhangi bir denetime tabi olmaması, demokrasinin asıl tanımı olarak önümüze konulurken Nurettin Nebati’nin Fransa’da yatırımcılara dönük yaptığı konuşmaya Cerattepe’den nasıl geldiğimizi daha iyi anlayabiliyoruz aslında.

Kayıplarımızı tanımlarken

Fatih Birol, dünyanın en güçlü ekonomilerinin -Çin ve OECD üyesi olmayan başka ülkeler de dahil olmak üzere- enerji bakanlarının oluşturduğu bir kurulun da aldığı kararların temsilciliğini yapıyor. Dünyada sürmekte olan demokrasi, kamu ve çelişen çıkarlar çatışmasının geldiği noktayı da kavramadan aslında yukarıda bahsedilen sözleri ettiğini öne süremeyiz. Ancak mega şirketlerin veya en deneyimli siyasilerin hangisinin değer, fayda ve kayıp hesabını en doğru şekilde yapacağına güveniyoruz? Doğayı etkileyecek bir faaliyetin sonucunda yok olacak bir türe değer biçerken “piyasa dinamiklerinin” doğadaki her varlığı dikkate alacağına inanıyor muyuz? Müsilaj gerçekten hayatımıza bir rastlantı sonucu mu girdi?

‘Yeryüzünün Zamanı’ isimli kitabında MarciaBjornerud, yaşanan bu krize karşı yeryüzünün kendi akışı içerisinde kaynaklarının oluşum sürecini, reaksiyonları ve sonuçlarının zaman çizelgesini anlayarak yeni bir anlayışla doğanın sınırları içerisinde yaşamayı öğrenebileceğimizi söylüyor. Doğanın kendi ritmi olduğunu, zaman algımızın kısa vadeli ölçeğinin göremeyeceği değişkenlik hızını içinde bulunduğumuz neo-liberal merkezli bakış açısından kavrayamayabiliriz. Neyse ki doğanın varlığının ne kadar değişken ve uzamsal olduğu doğa bilimleri sayesinde gözlemlenebiliyor. Yeterince desteklenmese bile bilimin çabası sayesinde insanlığın ekoloji ve iklim krizine müdahale etmek için gösterdiği gündelik çabalarının telafi edici bir sonucu olmayacağını da tespit edebiliyoruz. Aslında kabul etmemiz gereken gerçek şu:Yeryüzündeki yaşamın bugünü ve geleceği ancak eşit, adil ve derinlemesine yöntemlerle devamlılık sağlayabilir. Doğanın bütün unsurlarının eşit birer unsur olarak kabul edildiği bir gelecekte büyük yıkımların önüne geçmemiz mümkün.

Elimizde var olan kamu tahayyülü, aslında birbirini besleyen iki ayrı bütünden oluşuyor. Yönetilen ve yöneten kesimlerin karşı karşıya kaldığımız sorunlara ilişkin yaklaşımları çok farklı değil. Büyük kalabalıklar tarihsel birikim içerisinde devasalaşan problemler karşısında. Buradan hareketle yeryüzünü insanın yıkıcılığından kurtarırken sorumluluğun doğru dağıtıldığı, Yeşil Adil Dönüşüm için toplumsal bilincin demokratik olarak karşılıklılık içinde inşa edildiği bir pratiği harekete geçirebilmeliyiz. 

Bütün bu anlatılanların karşısında gerçek bir dönüşüme ihtiyacımız var. Yeşil Adil Dönüşüm,olağanüstü sömürü ile beslenen neo-liberal aksın içerisindekimega-şirketler, sermaye ve yağmalanmış demokratik düzlemin yürütücüsü devlet aygıtının karşısına küresel seviyede ekolojist, eşitlikçi ve hak temelli bir değişimi koymalıyız.

İklim ve ekoloji krizi ile birlikte teknolojinin merkeze kaydığı üretim ilişkilerinde kabiliyet, adaptasyon ve dönüşümü yeni bir refah gerçeği ile birlikte kavramalıyız. Büyümenin değil yaşamı herkes için fayda sağlayacak biçimde devam ettirmenin esas olduğu yeni bir paradigmada buluşmalıyız. Yeni kabiliyetlerin kazanıldığı ekonomi politikası, aslında uyumlu ve dışşal olmayan bir üretim modelini öncelemeli. Zorunlu tevazu ya da gönüllü vazgeçiş! Tercih zamanı geldi de geçiyor.


[1]‘Countrieswiththehighestmilitaryspendingworldwide in 2020’ – Statista

https://www.statista.com/statistics/262742/countries-with-the-highest-military-spending/

[2]‘Dramatic’ boostneeded in climateadaptation: UN environmentagency’ – United Nations

https://news.un.org/en/story/2021/11/1104852#:~:text=Close%20the%20gap&text=In%202019%2C%20these%20nations%20received,and%20adaptation%20planning%20and%20implementation.

[3] ‘COP26: IEA chief Fatih Birol talksenergyandclimatechange on theRadio Davos podcast’ – World Economic Forum
https://www.weforum.org/agenda/2021/10/cop26-energy-climate-radio-davos-podcast/

[4]A.g.e

[5] ‘Nebati yabancılara verdi coşkuyu: Erdoğan arkamızda, bürokrasiyi alaşağı ederiz’ – Diken

https://www.diken.com.tr/nebati-yabancilara-verdi-coskuyu-erdogan-arkamizda-burokrasiyi-alasagi-ederiz/

[6] ‘CerattepeDirenişi’nin 6’ncı yılı: Hiç bitmeyen mücadele’ – BirGün
https://www.birgun.net/haber/cerattepe-direnisi-nin-6-nci-yili-hic-bitmeyen-mucadele-377380