1993 yılının sonbaharında Bülent Tanla’nın sahibi olduğu zamanının en popüler siyasi araştırmalarını yapan Piar – Gallup Araştırma Şirketi bünyesinde, ülkemizin yetiştirdiği en nüktedan Avrupa Birliği uzmanlarından Can Baydarol ve sonradan Dışişleri Bakanlığı’nın değerli diplomatlarından olan Beliz Celasin ile beraber, tam da o günlerin havasına uygun, Gümrük Birliği üzerine sektörel araştırmalar yapmak üzere Avrupa Topluluğu departmanını kurmuştuk.
İş yaşamımın ilk yıllarında, tecrübe edinmek amacıyla şirket tarafından organize edilen her eğitime katılmaya bayılıyordum. Örneğin Microsoft’un Windows’unu kullanabilmek için ilk eğitimimi orada aldım. Eğitim esnasında bilgisayarımı abuk sabuk yerlerine basarak sürekli kilitlememden dolayı eğitmen „illallah“ demişti.
O dönem aldığım eğitimlerin biri de satışçılık üzerineydi. Bugün bile yanımda çalışırken yetiştirdiğim satışçılara verdiğim ilk öğüt o eğitim esnasında kafama kazınan şu tanımdır:
“Bir satış elemanı, bir müşterisinin ofisine, bürosuna, çalışma odasına ilk defa girdiğinde bakması gereken ilk şey odanın ve masanın nasıl döşendiğidir; bu sayede karşısındaki kişinin karakteri, beklentileri ve ihtiyaçları hakkında altın değerinde bilgi edinebilir.”
Oyuncak arabalarla dolu bir pencere pervazı, küçük hayvanlarla dolu bir masa, reklam almak için bedava gönderilen poşeti açılmamış sektör dergileri, basılmış eski fiyat teklifleri, taslak sözleşmeler, her altı ayda bir temizlenmeyi bekleyen kağıt yığınları, duvardaki mantar panoda çocuklarımın resimleri, sevdiğim karikatürler, karşı duvarımda 21 yıldır nereye gitsem benimle gelen Gustav Klimt’in Öpücük adlı eserinin kağıda baskı çerçevelenmiş bir kopyası, National Geographic Türkiye’nin abone olanlara ilk sayısında hediye ettiği TIME Dergisi’nin 24 Mart 1923 tarihli 4. sayısının o muhteşem “Mustapha Kemal Pasha” kapağı, ortalık yerde tuttuğum takımların futbol topları (Fenerbahçe ve Bayern Münih) ve köşe duvara asılı, kocaman, yuvarlak, çalışmasına rağmen günde iki defa bile doğruyu göstermeyen bir analog pilli saat. Yıllardır tamir ettirmedim. Bütün saatler arada bir olsa da doğruyu gösterirken bırakayım da bir tanesi hep yanlışı göstersin istedim.
Bütün bunların yanı sıra odamın bir yerinde asılı duran yukarıdaki fotoğrafın kahramanı Pinokyom.
Hani o yalan söyledikçe burnu uzayan masal kahramanı…
Farkındaysanız benim Pinokyomun burnu yok.
Hatırlayamadığım bir zamandan beri kırılmış şekilde duruyor. Burnu uzun halini seyahatlerimin birinde bir sokak satıcısından almıştım. O burun nasıl kırıldı, ne oldu hiç bilmiyorum ama şu var ki ben de burnumu kıralı çok oldu… Nicedir de uzamıyor….
Doğdukları günden beri, ne oğlum Alp’e, ne kızım Beliz’e, ne de -mesleğim nam-ı lekeli satış-pazarlama olsa da- herhangi bir müşterime yalan söyledim.
Tabii ki söylemeyip sustuğum, bilerek sakladığım şeyler oldu; ama ağzımı açtığımda yalanın beyazı bile bulaşmadı dudağıma… Bilerek yanıltmadım hiç kimseyi…
Kalemime de bulaşmadı yalan. Siyasi yoldaşlarımdan kırdıklarım olmuştur ama hiçbiri suratıma yalancı diye haykırmadı mesela…
Zor zannediyorsanız bilin ki hiç zor değil… Yapacağınız tek şey burnunuzu kırmaktan geçiyor.
XXX
Sedat Peker’in videolarından birini seyrederken Uğur Mumcu’yu Mehmet Ağar’ın öldürttüğünü ima ettiğini duyduğum anda ağlamaya başladım. Kendimi tutup göz yaşlarımı içime akıtmaya çalıştım.
O korkunç gün geldi aklıma…
İstanbul’da, manevi ablam Hande Mumcu -hatırlayanlar vardır, Tansu Çiller’in gezisini takip ederken geçirdiği korkunç trafik kazasında kaybettiğimiz eski hariciyeci, Show TV haber muhabiri- ile beraberdim. Soyadları aynı olsa da akrabalıkları yoktu, ama çok yakın aile dostuydular Uğur Mumcu ile. Hande üzüntüden ne yapacağını bilemez bir haldeydi. Cenazeye yetişmesi gerekiyordu. THY’yi telefonla aradım bilet rezervasyonu için. Muhtemelen birçok kişi aynı anda telefona sarılmıştı Ankara’ya bilet bulup gidebilmek amacıyla. Telefondaki ses, Hande Mumcu adına rezervasyon yaptırmak istiyorum dediğimde bana başsağlığı dilemişti. Ve sanırım bu sayede ayarlanması zor olsa da bileti ayarlamıştı Hande için. Telefondaki sesi hüzünlü THY personelinin Uğur Mumcu için o an yapabileceği tek şey oydu ve yapmıştı.
Ve gün geldi, bir suç örgütü lideri katilleri açıklayıverdi…
Yer yerinden oynar zannetmiştim. Ne de olsa milyonlar “Türkiye İran Olmayacak” sloganları eşliğinde yürümüştü cenazesinde…
Halbuki duyduk ki “pudra şekeri” ticaretlerini sürdürebilmek için kıymışlar o yiğide…
Ama gelin görün ki en ufak bir soruşturma bile açmadılar Uğur Mumcu’nun hukukçu meslektaşları olan Cumhuriyet Savcıları, Sedat Peker’in, Mehmet Ağar’ın suikast ile ilintili olduğu açıklaması üzerine.
Bugün bu suç örgütü üyesi Youtube ekranından dürüstlüğün raconunu kesiyor. Adını rüşvet, yolsuzluk, cinayet, uyuşturucu ticareti ile andığı siyasilerin, gazetecilerin bir kısmı kendilerini savunma adına lafları ağızlarında geveleyip dururken diğerleri duymazlıktan geliyor bu ifşaatları.
Öyle acı şeyler duyuyoruz ki bu şahsın anlattıklarından içimiz yanıyor. Yalan söylüyorsun diye haykıran da yok… Diyor ki; “Millete dağıttığınız 100gramlık kahvelerinizi bile ben verdim, fatura da kesmedim, para da almadım.”
Şu memleketin 80 milyon vatandaşını birleştiren üç beş sözden biri olan “Bir fincan kahvenin 40 yıl hatırı vardır” özdeyişini de kendi karanlıklarında kirletiyorlar. Şahsım cumhuriyetinin hatırı sayılır şahsiyetleri o fırlatılan 100 gramlık kahve paketlerinin etrafında kolkola girmiş bizlere el sallıyor. Bize de bu ittifakın üyeleri arasında kurulan ilişkilere ağzımız açık bakmak düşüyor. Daha da acısı bu korkunç ifşaatların popülaritesine kapılanların bir bölümü lumpenliğin aşağılık lezzetinin tadına varıyor ve yeni bir kahraman bulmanın keyfini sürüyor.
Ama gazeteci Ertuğrul Mavioğlu’nun tweetinde dediği gibi: “Adam düne kadar kanlarımızla duş yapacağını söylüyordu, bugün azıcık iktidara çemkirince sempatik gelmeye başladı değil mi? Onlar yine aralarında anlaşır, siz açıkta kalırsınız. Sonra söylemedi olmasın. Atalarımız boşuna ‚it iti ısırmaz‘ dememiş.”
Ben o videoları izlerken ilk önce konuşma yaptığı masaya, odaya, arkasındaki dekora baktım. Herhangi bir samimiyetin izini taşımayan masası, sübliminal mesajlar içeren dekor niyetine koyduğu kitaplar, etrafına dizdiği aksesuarlar ve o 2 adet su bardağı…
İşte o zaman bir kez daha teşekkür ettim yıllar önce bana o eğitimi veren hocaya…
XXX
Benim dini inançlarım yok. Yaratıcı kavramına sığınanlara da çok uzağım. Toplasan en fazla 80-90 yıl yaşadığımız dünyayı cennet gibi bir yer haline getirmek yerine ölümden sonra var zannettikleri varoluşa yönelik kafa karışıklıkları sebebiyle dünyayı cehenneme çevirmeye kalkışanları anlamıyorum. Tesadüfen dünyaya geldikleri coğrafyadaki hakim kültürü, dini, ırkı diğerlerinden üstün konumlandırmalarını da anlayamıyorum.
Gün içerisinde aynı havayı soluyan, ihtiyaç duydukça yemek yiyen, su içen ve sağlığı yerindeyse de birkaç kere tuvalete giden insanoğlunun kendisini bir diğer hemcinsinden daha üstün görebilmesine de kafam basmıyor.
Kişisel kabiliyetleri sayesinde spor dallarında, sanatsal uğraşlarda, bilimin farklı dallarında öne çıkanların bizlere göre üstün olmaları anlaşılabilir olsa da, “insan” denilen yaratığın kendisini, ait olduğu aileyi, mahalleyi, köyü, şehri, ülkeyi, etnik kökeni, başkasınınkinden üstün görmesinin arkasında yatan ilkel içgüdünün medeniyet kavramının karşısındaki en büyük engel olduğu düşüncesindeyim.
Yaşamın anlamı; bu dünyanın daha güzel yaşanabilir bir yer olması için çaba harcamak ve cenaze törenimize katılma zahmeti gösterenlerin arkamızdan “iyi bilirdik” derken „burunları kesilmiş birer Pinokyo“ olmaları, yani arkamızda gerçek anlamda güzel ve iyi yaşanmışlıklar bırakmak değil mi?
XXX
Ne yazık ki bugün ülkemizde ahlaki-etik değerlerin tümü yok edildi. Eski Türkiye’de bir şekilde, iyi kötü yuvarlanıp gidiyorduk ama bir türlü insan haklarına, adil bölüşüme ve hukuka dayanan bir sistem kuramayınca, medeniyete, akılcılığa, güzelliğe, bilime, kadın-erkek eşitliğine düşman; kültürel, sosyal, kişisel yetersizlikleri nedeniyle aşağılık kompleksi içerisinde kavrulan; akılları, kurnazlıkları tarafından işgal edilmiş, vahşi egolarının esiri bir grubun toplumu geriye dönük dizayn etme hırsı nedeniyle çok savrulduk.
Hilenin, yolsuzluğun, sömürünün, her yol mubah anlayışının “dava” adı altında pazarlandığı bu dönem, kendi sonuna yaklaştıkça daha da vahşileşmekte. Vahşileştikçe de köşeye sinmekte. Sindikçe burunlar daha da uzamakta, uzadıkça bu suç örgütü üyesinin burnuna gölge yapmakta, gölge yaptıkça da altından saçılan zararlı bakteriler bir şekilde çoğalmakta…
Anlamıyorum, neden yaşayamıyor insan, bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine…
Neden bir insan silaha tapar? İç dünyasındaki ezikliğin, güçsüzlüğün dışa yansıması mıdır acaba? Neden ezer kadını? Bir de utanmadan sığınır inandığı, kutsal kabul ettiği kitabın arkasına…Acaba diyorum çok mu zor sünnet eder gibi kesivermek burunlarını tüm siyasetçilerin?
Burnu kesik siyasilerle dolu bir ortamda ihtiyaç kalır mıydı „128 Milyar Dolar Nerede?“ diye haykırmaya…
Siyaset pinokyolarının burunlarını çekip kerpeten ile kopartmanın günü geldi de geçiyor; ama yine de korkuyorum denizlerimiz saran müsilaj benzeri sümükleri saçılır diye ortalığa…
*A. Babür ATİLA
Eski SODEV Başkanı
batila@superonline.com