GERÇEĞİN SİYASETİ Mİ, SİYASETİN GERÇEĞİ Mİ?

Uğur TUNÇAY                İnşaat Mühendisi            Siyaset Bilimci ugurtuncay1960@yahoo.com

Editörün notu: Ekteki yazı, uzunluğu ve makale yazım/sunum kuralları itibariyle, dergimizin benimseyegeldiği konsepte uymamakla birlikte, bu kez istisnai olarak yayımlanmaktadır.

Siyasetin Gerçeği ve Gerçeğin Siyaseti kelimelerinin yerleri değiştirilğinde bile anlamları ne kadar değişiyor değil mi? Bu iki kelimenin yalnızca kavram olarak yer değiştirmesini değil, bir de iktidar olunduğunda, iktidar olanlar tarafından yerlerinin değiştirildiğini düşünür müsünüz? İşte, yerleri ve zamanı değiştirildiğinde anlamları oldukça farklılaşan bu kavramların hayatımızı ve geleceğimizi nasıl belirlediğini fark etmemiz gerekiyor. İnsanların yaşamları ve toplumların gelecekleri, sanılanın aksine, hayatın her alanında en etkili güç olan “siyaset” tarafından belirlenir. Siyaset felsefesi, siyaset bilimi, siyaset sosyolojisi, siyaset psikolojisi, siyaset ekonomisi, siyaset iletişimi, siyaset eğitimi, siyaset antropolojisi siyaset mühendisliği… vb. gibi pek çok bilimsel alandaki çalışmalarının sadece bir kelimelik sonucu vardır: “Tercih…”

 

Siyasi tartışmaların ritmik ritüellerle gündelik bir iş alanı, polemik, hitabet sanatı ya da diyalog manzumeleri olarak ele alınması, içeriğe uygun aforizmalarla sloganlar üretilmesi; oluşan bu durumun da aynı usul ve üslupla sorgulanmaksızın biteviye olarak sürdürülmesi; toplumsal sorunların özünü boşaltmakla birlikte ciddiyetini de azaltmaktadır. Böylesi bir siyasal ortam; siyasetin, toplumsal sorunları tanımlama, çözme ve yönetme süreçlerindeki belirleyici rolünü en aza indirmektedir. Hayatın her alanı siyasal iken; kapasite düşüklüğü yaşayan siyaset, var olan şartlara çare olamamaktadır. “Siyasetsiz Siyaset” olarak kurgulanmış haliyle siyasetin gerçeği; gerçeğin siyasetinin yaşam alanı bulmasına imkan tanımamaktadır.

 

“Gerçeğin Siyaseti” ve “Siyasetin Gerçeği” kavramları, siyasetin iki farklı boyutunu anlamaya yönelik siyaset felsefesi ve teorisi açısından; siyasal olguların nasıl algılandığı ve değerlendirildiği konusunda farklı bakış açıları sunar. Bu kavramlar arasındaki farkları şu şekilde inceleyebiliriz:

Gerçeğin Siyaseti hakikatin, adaletin, insanlığın, uygarlığın, sanatın ve evrensel etik değerlerin siyasal süreçlerde merkezde olduğu toplumcu bir yaklaşımı ifade eder. Burada siyaset, insanlık için doğru ve iyi olanı gerçekleştirme çabası olarak görülür. Toplumun temel ihtiyaçlarını karşılamayı, özgürlük, eşitlik ve adalet gibi idealleri hayata geçirmeyi hedefler.

İlkeli, değer odaklı ve uzun vadeli bir siyaset anlayışıdır. Bu siyaset anlayışı, kısa dönemli popülist kaygılardan çok evrensel etik normlara ve bilimsel gerçeklere dayanır.

Hakikati savunma, dayanışma, kamu yararını önceleme, siyasi süreçlerde manipülasyondan ve aldatmacalardan uzak durma, toplumun huzuru ve refahı gibi güç yerine insan merkezli bir yaklaşım tercihi en karakteristik özelliklerini oluşturur. Halkın yönetime doğrudan katılmasını ve siyasal dönüşümlerin tümüyle toplum yararına tasarlanmasını savunur. Gerçeğin siyaseti sunulu olana karşı çıkar ve bu yönüyle de çatışmacı siyaset kategorisinde yer alır. Var olan çelişkileri değerlendirerek; toplumu dönüştürmeyi hedefler. İnsanlar bütün hayatları boyunca eşitsizlikler ve çelişkilerin arkasından yetemedikleri bir hayatı sürdürüyorlar.  Oysa ki herkes yaşadığımız gezegene dünyaya misafir olmaya geliyor, geçici bir süre kalıyor ve gidiyor. Bu sürenin ki buna ömür diyoruz; doğanın lütfu olan bu sınırlı sürenin insana yaraşmayan süreçler tarafından işgal edilmesine, yabancılaşma, sürekli arayış ve yarışlarla tüketilmesine karşı çıkmak gerekiyor.

Yaşayan herkesin toplumsal karşılaşmalarında ya da meydan okumalarında birbirlerine güzel bir hayat tahayyülü sunmak insanlık görevleridir. Hayat, yalnızca birileri için değil, herkes için olduğunda anlamlıdır. Birileri senin için yetiştirdirdiği ürünlerle beslenemiyor, yaptığı evde oturamıyor ya da imal ettiği araçları kullanamıyorsa; ortada çözülmesi gereken insani ve ahlaki büyük bir problem vardır. Şüphesiz ki şu ya da bu nedenle insanlar eşit değildir. Ama bu eşitsizlikler en aza indirilebilir. Ancak, akrepti, kurbağaydı, kırmızı karttı, pışıktı gibi hiçbir anlamı olmayan soyut içerikler /semboller üzerinden sürdürülen siyaset bir yana bırakılıp, gerçekler üzerinden siyaset yapıldığında…

Gerçeğin siyaseti varlığını gösterebilmek için değer arayışında bulunmaz. Günlük akış içerisinde her köşe başında ve hayatın her alanında var olan gerçekler, onun ilke ve değerlerini oluşturur. Bu nedenle görülebilmesi için emek sarf etmesine ve taraf bulabilmesi için de özel olarak çaba harcamasına gerek yoktur. Çünkü gerçeğin siyaseti aslında hayatın ta kendisidir. İhtiyacı olansa hakikatin kabulü, kabulün verdiği cesaret ve dönüştürücü siyasettir.

Siyasetin Gerçeği ise siyasetin pratikte nasıl işlediğini, yani güç mücadelesi, çıkar ilişkileri ve stratejik hamleler üzerinden şekillendiğini ifade eder.  Güç kazanma, mevcut düzeni koruma gibi somut hedefleri amaçlayarak; “Müesses Nizam’ın” sınırları içerisinde kalmayı tercih eder.

Pragmatik, gerçekçi ve kısa vadeli bir siyaset anlayışıdır. Güç ilişkileri ve toplumun mevcut dinamiklerini göz önünde bulundurarak, var olanın kalıcılaşmasını sağlar. Güç dengelerini gözetme, çıkar ilişkilerine dayalı kararlar alma. manipülasyon, faydanın önemsenmesi, hakikatin ötelenmesi, propaganda ve stratejik hamlelerle yönlendirme en karakteristik özelliklerini oluşturur.

Toplumsal sorunları teknik ve hukuksal meselelermiş gibi sunar; “var olanı daha iyi yönetirim” iddiasında bulunur. Var olan sorunları daha iyi yönetmeniz neyi çözer ki?  Oysa ki var olan toplumsal çelişkiler ve onların yarattığı sorunların çözümü teknik ve hukuki değil, siyasaldır. Çünkü, toplumsal sorunlar radikal tercihlerle yani dönüştürücü siyasetle çözülür. Düzeni değiştirmeden sorunları çözemezsiniz. Günümüzde egemen olan siyasetin gerçeği sadece ve sadece düzen içerisinde kalarak; palyatif ve pragmatik çözümlerle toplumsal muhalefeti absorbe eder. Onu emerek, etkisizleştirir ve sistemin devamı için kullanışlı bir aparata dönüştürür. Türkiye siyasetinin geldiği yer tam da budur. Koskoca muhalif mahalle birilerinin daha iyi daha güzel daha dokunulmaz yaşamasını sağlamakta aynı zamanda kendi hayatının yeni patronlarını yaratmaktadır. Bu yöntemle, toplumsal gelecek birilerinin her konuda sebepsiz ve ahlaki olmayan yükselmesiyle takas edilmektedir.

Her ikisi birlikte değerlendirildiğinde;

Gerçeğin siyaseti, toplumsal gelecek için ideal bir siyaset anlayışı sunarken; siyasetin gerçeği, siyasal sistemlerin işleyişindeki zorluk ve kısıtlar bahanesiyle müesses nizamın bütün mesajlarının toplum tarafından kabulünün sağlanmasına yönelik bir perspektif sunar. Gerçek dünyada bu iki anlayış birbiriyle çelişir. Ancak siyasetçiler, bu iki boyutu dengelediklerine dair söylemlerle halkı ikna etmeye çalışırlar. İdealleri savunurken gerçekliğin koşullarını dikkate aldıklarını belirterek; gelişen süreçlerden kişisel avantajlar edinmeye dönük bilinçli politika ve uygulamalara yönelirler.

Bu ikilem, siyaset felsefesi ve teorisi açısından en temel tartışma alanlarından birini oluşturmaktadır. Bir yandan tartışmalar sürerken diğer yandan da siyasetçilerin konuya yönelik davranışları(!) izlenmeye değerdir. Öyle ki düzenin öne çıkardığı mevcut siyasiler, söylem ve eylem birliği açısından, tam bir tezat oluşturmaktadırlar.

Türkiye siyaseti açısından durum:

Türkiye siyaseti, “gerçeğin siyaseti” ile “siyasetin gerçeği” arasındaki farkların ve gerilimlerin sürekli yaşandığı kolay gözlenebilir elverişli bir alan sunmaktadır. Bu iki yaklaşımın Türkiye özelindeki yansımalarını incelemek hem tarihsel hem de güncel siyasal dinamikleri anlamak açısından önemlidir. Türkiye siyaseti bağlamında konuyu derinleştirebileceğimiz bazı temel noktalar:

  1. Türkiye’de Gerçeğin Siyaseti

Türkiye’de “gerçeğin siyaseti”, genellikle toplumsal idealizmi, etik değerleri ve evrensel ilkeleri savunan ilerici, yurtsever, devrimci, sol/sosyal demokrat hareketler veya siyasetçiler tarafından temsil edilmiştir. Ancak bu yaklaşım, çoğu zaman “siyasetin gerçeği” tarafından bastırılmış veya sınırlandırılmıştır.

Tarihsel perspektif:

Cumhuriyetin kuruluş dönemi: Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında “gerçeğin siyaseti” idealine uygun bir şekilde, modernleşme ve kalkınma hedefleri doğrultusunda bir vizyon oluşturulmuştur. Ancak bu süreçte, siyaset bazen halkın talepleriyle örtüşmeyen(!) bir ” yukarıdan iletilen” anlayışla da yürütülmüştür.

Çok partili döneme geçiş: Çok partili hayata geçişle birlikte, farklı siyasi aktörler kendi ideolojik hedeflerini hayata geçirme çabasında bulunmuştur. Bu dönemde hakikat arayışı ile pragmatik siyaset arasındaki gerilim sıkça yaşanmıştır.

1960-1980 dönemi: Gerçeğin siyasetinin Türkiye’nin (halkın) gündeminden düşmediği yıllar da diyebiliriz. Cumhuriyet Tarihi’nin Toplumcu Siyaset’le en fazla meşgul olunduğu; Anayasal düzenlemelerden, sınıf sendikacılığına; aş ve işten, ulaşıma; köyden kente göçün yarattığı ekonomik ve sosyal sorunlardan, kalkınma problemlerine; ulusal bağımsızlıktan, NATO’ya, emperyalizme; barınmadan beslenmeye, eğitimden sağlığa kadar hayatın her alanında üretilen politikalarla dolu Türkiye gerçeklerinin “Gerçeğin Siyasetiyle” ifade edilebildiği bir dönemdir.

Gerçeğin siyasetinin gücü karşısında mevzilenmiş bir müesses nizamı da unutmamak gerekiyor. Türk Ceza Kanunu’nun141ve142. maddeleriyle alınmış yasal önlemler, toplumca üretilen talepleri durdurmakta yetersiz kalıyor; gerçeğin siyaseti, siyasetin gerçeğine “Darbeler Marifetiyle” 10’ar yıllık periyotlarla yeniliyordu. İttihat ve Terakki’den günümüze kadar yetişmiş en nitelikli kuşaklar (Namı diyar 68 ve 78’liler) postalların altında ülkelerinin geleceği ile birlikte eziliyordu.

1980-2002 dönemi: 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi ile birlikte neoliberalizmin önündeki bütün engeller kaldırılmıştır. Herhangi bir demokratik toplumda asla uygulanamayacak olan 25 Ocak kararları ve toplumsal direncin kırılması darbenin ana motivasyon kaynağı olmuştur. Bizim çocuklar(!), Amerika Birleşik Devletleri ile birlikte ülkeyi baştan sona yeniden tasarlamış; halkın geleceği elinden alınmıştır. Sosyolojinin öne çıkmış argümanı olan “toplumların tarihi onların laboratuvarıdır” ifadesi bugünü anlamamıza yardımcı olmaktadır. Getirilen siyasi yasaklarla halk önderlerini ve örgütlerini kaybetmiş; yaratılan otoriterlik bugünlerin o günlerden yazılmasını sağlamıştır. Türkiye’nin ekonomik, siyasi ve sosyolojik yapısının yeniden şekillendiği; demokratikleşme ve insan hakları gibi konularda eksikliklerin fazlasıyla öne çıktığı kritik bir süreçtir bu dönem. SHP’nin ve daha sonra da CHP’nin hükümet ortağı olması bile ağır toplumsal travmaları önlemeye yetmemiştir.

Referandumla halka onaylatılan darbe anayasası, keyfi yasaklar, suikastlar, istikrarsızlıklar, askeri vesayet, terörle mücadele, köy koruculuğu, fişlenme, eğitimin YÖK ile kuşatılması, DGM’lerinin Ön-Yargılı yargılamaları, neoliberalizmin lehine ekonomik ve sosyal reformlar yapılması, ithal ikameci politikalardan vazgeçilmesi, TL’nin konvertibl olması, AB üyeliği için aday ülke statüsü, uyum yasaları, yolsuzluklar ve yazının konusunu dağıtmamak için yer verilmeyen pek çok sorunlarla geçen bir dönem. Bu kadar olumsuzluğun arasında olumlu şeyler de oldu. Özellikle 1990’larda özgürlükçü medya hareketleri, sendikalaşma, işçi, memur ve öğrencilerin katıldığı toplumsal eylemler, insan hakları, çevre ve kadın hakları, siyasi partilerde demokratik katılım yollarının aralanmış olması; özellikle sol muhalefette gerçeğin siyasetine dönük önemli hamleler göze çarpmaktadır.

Yukarıda siyaset açısından olumlu ve olumsuz yönleri ele alınan bu dönem, faili meçhul kayıpların en çok rastlandığı dönem olarak da kendini göstermektedir. Bu süreç sınıf ve halk hareketleri arasındaki kopuşu da beraberinde getirmiştir. Bu kopuş, toplum içinde milliyetçi duyguların karşılıklı artmasını sağlamış; gerçeğin siyasetinin halka ulaşmasındaki en büyük engeli oluşturmuştur. Gelişen şartlar fakirlikten eğitime, sağlıktan adalete kadar Güneş’in altında yaşanan pek çok eşitsizliğin konuşulmasını ve onlara ilişkin politikalar üretilmesini de engellemiştir.

İSKİ skandalı ile göz önüne gelmeye başlayan belediyelerdeki rant ve yolsuzluklar zinciri, halkın sola duyduğu güveni azaltmış; 1990’ların sonuna doğru CHP tarihinde ilk kez barajı aşamamış; siyasetin gerçeği bir kez daha toplumu siyaset dışı bırakmıştır. Seçimlerden DSP geçmişten gelen referansları, milliyetçi söylem ve eylemleriyle, en önemlisi de ABD’nin ittirmesiyle seçimlerden birinci çıkmış, MHP ve ANAP ile Türkiye Cumhuriyeti’nin 57. koalisyon hükümetini (ANASOL-D) kurmuştur. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in anayasa kitapçığını Başbakan Bülent Ecevit’e fırlatmasıyla baş gösteren 2001 krizi zaten pamuk ipliğine bağlı olan bütün toplumsal dengeleri bozmuş ve 24 bankanın iflas etmesiyle sonuçlanmıştır. IMF, WTO, WB, OECD gibi neoliberalizmin uluslararası ticaret ve finans kuruluşları krizi fırsata çevirerek; Türkiye ekonomisinde bozdukları yerlerin onarılması amacıyla(!) kendi teknokrat, sözleşme ve ilkeleriyle Türkiye ekonomisinin başına geçmişlerdir. Hasta edilmiş Türkiye, Cumhuriyeti’nin 57. Hükümeti’ne verilmiş neoliberalizmin reçeteleri ile yola devam edecektir. Bu reçeteler herhangi bir bölümü değiştirilmeden AKP İktidarının birinci döneminde de aynen uygulanmıştır.T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı verilerine göre 2002 yılında 130 milyar dolar olan Türkiye’nin brüt dış borcu; 30 Haziran 2024 tarihi itibariyle 512 milyar ABD dolarına yükselmiştir. Ülke kaynakları sebil gibi dağıtılarak; halen birilerine servet transferleri yapılmakta ve gelecek kuşakların hayatları çalınmaktadır.

Güncel perspektif: 2002-2025 dönemi

AKP’nin iktidara gelişiyle birlikte yepyeni bir dönem başlamış; Türkiye alışık olmadığı bir üslupla tanışmıştır. ‘Millî Görüş gömleğini’ çıkaran ve Batı’ya verdiği sözlerle iktidar olan AKP iktidara geldiği 2002’den 2007 yılına kadar, ABD ve AB ile olan ilişkilerinde verdiği bütün taahhütleri yerine getirmiştir. İktidara geldiği ilk yıllarda sistem arayışı içerisinde olan AKP merkez ülke olma ve proaktif dış politika anlayışını benimsemiştir. Bu nedenle başlangıçta Batı’nın istediği bütün uygulamaları kabul etmiş ve uyum içerisinde çalışmıştır. Bir önceki hükümetin yıkılmasına neden ölüm cezası bile AB müktesebatı çerçevesinde AKP tarafından kaldırılmıştır. Anayasal düzenlemeler yapılmış, demokratik hak ve özgürlüklerin sınırları genişletilmiştir. Kamu İhale Kanunu değiştirilmiş, ihale sistemi Türkiye’nin ihtiyacına uygun hale getirilmiştir. Neoliberal sistemin dolaşıma sunduğu kredilerle ve yabancı sermaye girişiyle yaşanılan borçlanmaya dayalı bolluğun yarattığı illüzyonla, AKP halk desteği açısından altın devrini yaşamış; kendisi açısından hayatın her alanında önemli aşamalar kaydetmiştir.

Siyasetin gerçekleri ve AKP’nin durumu 2007 seçimleriyle birlikte hızlı bir değişime yönelmiştir. Askeri vesayet tartışmaları ve cumhurbaşkanlığı seçimleri bir dönüm noktası olmuştur. AKP artık liberal demokrat görünümünü bırakmış, muhafazakâr demokrat eğilimleri sergilemeye başlamıştır. Sürekli bir sağ popülizm pompalamaya, bıraktıklarını söyledikleri “davalarını hatırlamaya ve çıkardıkları gömleklerini tarikatlara giydirmeye” başlamışlardır.

Yukarıda kabaca değinmeye çalışılan konuları başlıklar altında toplamak gerekirse; ifade ve basın özgürlüğü sorunları, ekonomik krizler ve yapısal sorunlar, yolsuzluk ve şeffaflık sorunları, terör ve güvenlik sorunları, eğitimi geriye götüren reformlar, sağlığın neredeyse tamamen özelleştirilmesi, emekli ve çalışanların hayat şartlarının gerilemesini durduracak  önlemlerin alınamaması, sosyal transferlerin yapılamaması, eşitsizliklerin her alanda artması, işsizlik, dış politika ve bölgesel sorunlar, dış borçlar, KÖİ sözleşmelerinin ulusal bağımsızlığı tehdit edecek kadar bütçeye yük olması gibi çoğaltılması mümkün olan sorunlar  AKP’nin yakasını bırakmamış; Dünya siyasi tarihinin en iyi bildiği otoriterleşme eğilimlerine yöneltmiştir. AKP iktidarı ancak borçlanma ve baskı ile sürdürülebilir hale gelmiştir.  “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” değişikliği, bu durumu bir eğilim yönelimi olmaktan çıkarmış, kurumsallaştırmıştır. Karşımızda artık neoliberal kapitalizmin otoriter/muhafazakar bir temsilcisi durmaktadır. Gerçek budur ve gerçeğin siyaseti de bu duruma göre konuşlandırılmak zorundadır. Gezi olayları, bu sürecin tam ortasında önemli bir toplumsal uyarı olmuştur. Ancak, CHP eylemlere müdahil olmakta geç kalmış ve toplumsal muhalefet yeterli organizasyon direncini yaratamamıştır.

Siyasal mücadelenin en temel yöntemlerinden biri “kendiliğinden gelişen toplumsal olaylara bilinçli ifadeler” vermektir. İşte, ülkemizdeki toplumsal muhalefetin en büyük sorunu da budur. Şu ya da bu nedenle değişen şartlara önden müdahil olamayıp, gerçeğin siyasetinden uzaklaşarak, kaçamak güreşmesidir. Toplumsal pastayı dağıtanlar da bu durumu bildikleri için halkın sofrasına en küçük dilimleri koymaktadırlar. Bu durum ahlaki ve insani olarak kabul edilemez. Bugün İHA, SİHA, eser siyaseti ile sosyal belediyecilik adı altında yapılan askıda ekmek, konser, et, süt dağıtımı gibi, bir programdan yoksun, son derece biçimsel ve toplumsal sürdürülebilirliği tartışılır, Avrupa’daki emsallerinden çok geride kalan usul ve yöntemlerin birleştiği yer siyasetin gerçeğidir. Gerçeğin siyasetiyle ve toplumsal gerçeklikle hiçbir bağı yoktur. Hayırsever bir anlayışla sürmesi sağlanarak, alışılmış ifadelerle “sağ elin verdiğini sol el görmemekte” dolayısıyla denetim de yapılamamaktadır. Oysa ki sosyal demokrat yöntemler, insan onuruna uygun, çok daha gelişmiş modeller gerektirir.

Sivil Toplum ve Gerçeğin Siyaseti: Türkiye’de özellikle çevre hareketleri, kadın hakları, insan hakları savunucuları gibi sivil toplum kuruluşları, “gerçeğin siyaseti”nin çağdaş temsilcileri olarak öne çıkmaktadır. Bu aktörler, siyasal süreçlerde hakikati savunma çabası içerisindedirler.

Parti Programlarında Gerçeklik: Bazı partiler (örneğin muhalefet partileri), evrensel değerleri ve toplumsal adaleti önceleyen politikalar geliştirme çabası içerisinde olmalarına rağmen, çoğunlukla siyasetin gerçeği karşısındaki zorluklara boyun eğerek; toplumsal muhalefetin tepkisini boşa çıkarmaktadırlar.

  1. Türkiye’de Siyasetin Gerçeği

Türkiye’de “Siyasetin Gerçeği”, güç mücadelesi, çıkar ilişkileri ve kısa vadeli stratejiler üzerinden şekillenmiş/şekillenmektedir Özellikle seçim süreçleri ve koalisyonlar, siyasetin bu pragmatist boyutunun açıkça görüldüğü dönemlerdir.

Tarihsel perspektif:

Darbelere ve sivil müdahalelere dayalı gerçeklik: Türkiye siyasi tarihi, askerî darbeler ve sivil müdahalelerle şekillenmiş /şekillenmektedir. Bu müesses durum, “siyasetin gerçeği”nin, yani güç dengelerinin siyaseti ne kadar etkileyebileceğini göstermiş /göstermektedir.

Popülizm ve çıkar ilişkileri: Türkiye’de seçimlerin sonucunu belirleyen önemli faktörlerden biri de liderlerin ve partilerin halkın anlık taleplerine verdiği pragmatik yanıtlar olmuştur. Bu, uzun vadeli politikaların çoğu zaman dışlanmasına ikinci planda kalmasına neden olmuştur.

Güncel perspektif:

İktidar ve muhalefet dinamikleri: Türkiye’de iktidar-muhalefet ilişkileri, “siyasetin gerçeği” bağlamında güç mücadelesi üzerinden şekillenmektedir. İktidarın toplumsal talepleri kendi kontrolü altında şekillendirme çabası, siyasal gerçekliği tahakküm altına almakta; hakikatin üzerinde baskı kurmasıyla sonuçlanmaktadır.

Medyanın ve manipülasyonun rolü: Medya araçlarının yoğun kullanımı ve kamuoyunun manipüle edilmesi, “siyasetin gerçeği”nin en yaygın uygulamalarından biridir.

Çıkar koalisyonları ve stratejik ittifaklar: Türkiye siyaseti, parti çıkarlarının kısa vadeli stratejilerle korunmaya çalışıldığı, bazen birbirine uzak veya karşıt ideolojilere sahip kurumsal liderliklerin bile bir araya geldiği ittifaklar sergilemektedir.

  1. Louis Althusser ve Nicos Poulantzas’ın Gerçeğin Siyasetine Katkıları

   

İlk olarak, Fransız Felsefeci Althusser’e de bir paragraf açmak gerekiyor.  Althusser’e göre “toplum ekonomik, siyasal ve ideolojik pratiklerden” oluşmaktadır. Bu sürecin çimentosu ideolojidir. İdeoloji de her zaman “maddi kurumlara yüklenmiş olan bir dizi maddi pratikler ve ritüellerden” oluşur.

Althusser’e göre kapitalizm üretim koşullarını yeniden ve sürekli olarak üretir. Yeniden üretimle kastedilen “işgücünün düzenin kurallarına uymasının” sürdürülmesidir. İşgücünün üretilmesi aileyi; iş becerilerinin ve tekniklerin öğrenilmesi/geliştirilmesi de öğretim ve eğitim sistemini gerektirir. Bu bağlamda devlet, toplumsal üretimin toplumun tümünün rızasıyla yapılmasını, uzun dönemde ise sermayenin ve yönetici sınıf bloğunun hegemonyasını sürdürmesini sağlayan ve güvence altına alan yapıdır.

 

İkinci olarak Yunanlı Siyaset Felsefecisi Nicos Poulantzas’ın “devletin göreli özerkliği yaklaşımına” değinmek gerekiyor. Devlet burjuvazinin elinde, onun çıkarlarını yansıtan ve kendisini meşrulaştırmak için kullandığı bir araç değildir. Devlet, kendi aralarında çelişkili olan birçok sınıf ve sınıf fraksiyonunun elinde bulunan siyasal iktidardır. Bütün sınıflar ve sınıf mücadeleleri devlet aygıtının içinde yer alırlar, sınıf mücadeleleri devlet içinde meydana gelir. Yani devlet yalnızca bir sınıfı temsil etmez, farklı sınıf çıkarları devlet aygıtı içinde mevcuttur. Bu yüzden devlet, toplumsal sınıf çatışmalarını dışsal olan monolitik bir blok olarak algılanamaz. Ancak devlet, kendi varlığını devam ettirebilmek için sınıf çatışmalarının kendisini yıkmasını engellemek zorundadır. Bu yüzden devlet sınıf çatışmalarını, üretim biçiminin sınırları içinde tutar. Ancak devlet bütünü üretirken, egemen sınıfların özel çıkarlarını da halkın genel çıkarları olarak göstermektedir.”

 

Bir süre birlikte çalışmış olan iki düşünürün değerli görüşlerinin konumuzla ilgili bölümlerine, değinmiş durumdayız. Bu bölüm neden önemliydi? Bir yanda devletin göreli özerkliği diğer yanda devletin ideolojik aygıtları yani hegemonyanın tesisi ve sürdürülebilirliği konusunda bir netlik sağlamamız gerekiyordu. Bu netliği sağladıktan sonra, yazı başlığını daha da kolay analiz edebiliriz artık.

 

Egemen sınıflar ve ideoloji yukarıda belirtildiği şekliyle gerçeğin siyasetinin yapılmasını önlemektedirler. Çünkü devlet ideolojik aygıtlara sahip ve göreli özerkliği olan bir kurumdur. Bu sahiplik ve özerkliğin sınırı toplumdaki güç dağılımının etkisiyle doğru orantılıdır. Sosyal demokrasinin/demokratik sosyalizmin ya da yönetilenlerin/ezilenlerin gerçeğin siyasetine yönelmeleri pek çok emniyet supabı ile rafine (!) edilmektedir. Rafine edilen gerçeğin siyaseti, siyasetin gerçeğine dönüştürülerek; devrimci reformist bir siyasetin toplum lehine geliştirilmesi önlenmektedir.

  1. Türkiye’de Gerçeğin Siyaseti ve Siyasetin Gerçeği Arasındaki Gerilim

Türkiye’de bu iki yaklaşım arasındaki farkın, ideolojik çatışma ya da toplumsal kutuplaşmaya dönüşememesinin nedeni, “gerçeğin siyasetinin” kendisini gerçekleştiremiyor ya da bir diğer deyişle, diğerlerinden ayrışamıyor olmasındandır. Oysa ki mevcut iktidar kendine özgü değerler etrafında kutuplaşmış durumdadır. Ancak, kutuplaşmaya karşı olduğunu söyleyerek, hepimizi oyalamaktadır.

Toplumcu politikalar üretilmeden; toplumsal alanların tamamı kısır kalır, verimsiz olur. Sağlıkta, sanatta, sporda, eğitimde, güvenlikte yani yaşanabilir güzel bir hayat için ihtiyaç duyulan her şey kadük kalır. Sevgiden sağlığa kadar hemen her şey arzulandığı haline erişemez. Bu erişimsizlik, hayatın insan zevk ve gelişimine sunduğu katkıları azaltır. Toplumsal katkıların azalması; mutluluk ve refahı değil, günümüzde yaygın bir şekilde karşılaşılmakta olan kendine yabancılaşmış, gerilen ve tüketen insanı çoğaltır. Yazıya konu olan siyaset tarzlarından ilki hayatı önceler, ikincisi ise var olan sistemin devamını sağlayarak yaşamayı “ahirete” saklar.

Kutuplaşma: İdealler üzerinden yapılan siyaset ile pragmatik güç siyaseti arasındaki gerilim, her geçen gün daha da azalarak sürmektedir.  Bir kesim “ilkeler ve hakikatler” üzerinden siyaset yapılmasını savunurken, diğer kesim mevcut sanal gerçekliklere dayanarak daha pragmatik yaklaşımları tercih etmektedir. Bunun sonucunda toplumsal muhalefet inşa edilememekte; bireysel öne çıkışlar ve çıkarlar taban bulabilmektedir. Bu durum da mevcut iktidarın rahatlamasını sağlamakta, toplumun dönüşmesini önlemektedir.

Siyasetçinin İkilemi: Türkiye’de siyasetçiler, var olan her duruma teşne oldukları halde genellikle bu iki boyut arasında gelgitlerle (gerçeğin siyasetini dillendirip, siyasetin gerçeğiyle) hareket etmeyi tercih etmektedirler. Uzun vadeli insanı temel alan kalkınma projeleri yerine seçim kazanma odaklı popülist politikalar tercih edebilmeleri bu duruma özgü örnek olarak verilebilir.

Leonard Cohen’in Everybody Knows şarkısında söylediği gibi:

“Herkes biliyor, geminin su aldığını

  Herkes biliyor, kaptanın yalan söylediğini

  Ve herkes biliyor, zarların hileli olduğunu…”

Evet, herkes hakikati biliyor ama ifade etmekten imtina ediyor. Çünkü gerçeğin ifadesi zordur ve kendine özgü sonuçları vardır. Oysa ki siyasetin gerçeğinin kendisine yönelenlere hediyeleri vardır: Toplumsal hiyerarşide kendilerine sunulacak makam, mevki ve olanaklar onları beklemektedir.

  1. Türkiye Siyasetinde Denge Arayışı

Gerçeğin siyaseti ile siyasetin gerçeği arasındaki uçurum, Türkiye’de sağlıklı bir siyasal kültürün oluşmasını engellemektedir. Bu nedenle, bu iki yaklaşımı dengeleme çabaları sonuç vermemektedir; vermesini beklemek de sıradan siyasal zekanın bile kabullenebileceği bir hal ve şartı oluşturmaz. Dengenin kurulacağı yer: İnsani ve ahlaki evrensel değerler üzerinden oluşturulacak taraf olma halidir. Bu taraf olma halinde belirleyici olacak olan, herkesin reddeder gibi göründüğü ama sonuçları itibariyle kendi mahallerinde sürekli ve düzenli olarak tahkim ettiği kutuplaşmadır. Burada bahsedilen; ırkçı, faşizan, daraltılmış haliyle popülist bir saflaşma değil; insanlığa özgü evrensel değerler üzerinden bir kutuplaşmadır.

Gerçeğin siyasetinin güçlendirilebilmesi için;

  • Halkla açılmak, doğrudan İletişim kurmak ve taleplerini anlamaya yönelik mekanizmaları geliştirmek, onlara yaşadıklarını anlatmak değil, yaşadıkları sorunların çözümlerini ve güven duyabilecekleri kaynakları göstererek, kamu sorumluluğunda, toplumcu  politikalar sunmak,
  • Toplumsal çelişkileri vazgeçilmez gören ve öne alan siyasal anlayışla, bir gelecek tahayyülü oluşturmak,
  • Siyasal süreçlerde demokratik katılım, şeffaflık ve hesap verebilirliği artırmak,
  • Türkiye sathına yayılmış, çağa uygun olarak partiyi yeniden inşa etmek,
  • Partinin kısa vadeli çıkarları değil, uzun vadeli toplumsal faydayı önceleyen bir liderlik sergilemesini sağlamak,
  • Ekonomik, sendikal ve sosyal kuruluşların tamamı ile hareket edebilen bir ittifak (Altılı Masa’ya hiç benzemeyen) organize etmek,
  • Alternatif politikalar üretebilmek/geliştirebilmek ve halkın davranışlarını anlayabilmek için popüler kültür öğelerinin ya da araçlarının aktif bir şekilde kullanılmasını ve trendlerin yakından takip edilmesini sağlamak ve güçlü bir alternatif medya inşa etmek,
  • Halk, sınıf ve birey ilişkisini modern topluma uygun bir şekilde yeniden tanımlamak.
  • İletişimin siyasetini değil, siyasetin iletişimini sade ve anlaşılabilir bir dil ile topluma aktarabilecek yetkinlikte parti kadroları yetiştirmek,
  • Temel görevi kamuoyu oluşturmak olan anketlere dayalı siyaseti bir yana bırakarak; bütün verilerin parti kurullarında işlendiği ve politikalara dönüştürüldüğü siyaset tarzını benimsemek.
  • Partiyi halka kapatıp; iktidarıyla, muhalefetiyle bir klik gibi yıllardır yönetme alışkanlığının birbirini besleyerek, gerçeğin siyasetine engel olduğunu görüp; belediyeler eliyle oradan oraya partililerin kargocu mantıkla taşınmalarını, parti oligarşisinin vitrinlik çıkışlarını ve tekrara düşen söylemlerini durdurarak; halkın bulunduğu her yerde kendi direnç ve gücünü gösterebileceği sosyal/siyasal ortamlar oluşturmak,
  • Kadınlara ve gençlere, parti kotalarında eş/dost kıyağı çekerek, yer tahsis etmekten daha fazla verdikleri mücadelede destek olmak, onların ve çevreci hareketlerin yanlarında bulunmak,
  • Sosyalist enternasyonal ile gezici toplantılar yapmak yerine; uluslararası dayanışmaların bütün dünyada, senfonik bir orkestra ciddiyetiyle, küresel kapitalizme karşı mümkün olan en güçlü sesle toplumsal taleplerin yükseltildiği bir 20. yüzyıl gerçeğini yeniden yaşatmak,
  • Bir de olmazsa olmaz “Daha fazla cesarete” ihtiyacımız var.
  1. Sonuç Yerine

Antonio Gramsci’nin de belirtmiş olduğu gibi: “Eskinin çürüyüp yok olduğu, yeninin ise bir türlü ortaya çıkamadığı” her şeyin değersizleştiği, bozulmanın tavan yaptığı, toplumsal bir anomali yaşıyoruz. Her şey, bu ortaya çıkamama halinin yarattığı boşluk ve toplumsal rezilliğin etrafında dönüyor.” Yeni’nin kurulması” bu rezillikten uzaklaşmak ve sıradanlığın siyasetine son vermekle başlayacaktır.

Türkiye’nin geleceği, hepimizin yarınları için hakikatin ve güç mücadelesinin halkın lehine dengelendiği “Toplumcu Siyaset” anlayışına ihtiyaç vardır. Bu da siyasetin gerçeğini değil, gerçeğin siyasetinin bir an önce inşa edilmesini zorunlu kılmaktadır. Sonuna geldiğiniz yazı, gerçeğin siyasetine bir adım daha yaklaşabilmek; devrimci reformist sosyal demokrat politikaların hayat bulması (Toplumsal geleceğimiz için başka yol ve yöntem kalmamıştır.)  umuduna katkı yapmak amacıyla kaleme alınmıştır.