Söyleşi: Türk Eczacıları Birliği Başkanı Erdoğan ÇOLAK

Arkadaşımız Ece ÖZTAN’ın Türk Eczacıları Birliği Başkanı Ecz. Erdoğan ÇOLAK ile yaptığı söyleşi

COVİD 19 Pandemisi sürecinin yönetimini nasıl değerlendiriyorsunuz? Başta ülkemizde ancak iyi örnek olarak gördüğünüz başka ülke uygulamalarına da değinebilirsiniz elbette.

Pandemi süreci yönetiminin özellikle ilk aylarda hemen hiçbir ülkede doğru ve yeterli yapıldığını kimse ileri süremez. Ancak tüm dünya bu pandemiye hazırlıksız yakalandı da diyemeyiz. Çünkü pandeminin geleceğini bilseler dahi, devletler ve büyük sermaye açısından buna hazırlık yapmak büyük ihtimalle bir “ölü yatırım” gibi görünecekti. Nitekim 2002’den bu yana altıncı kez bir uluslararası acil durum ile karşı karşıya kaldık. Bunların da birkaçı zaten koronavirüs ailesi, yani SARS-COV2 virüsüydü. İlk koronavirüs olan SARS, 2002-2003’te Asya ve Kanada’da görüldü ve 779 kişinin ölümüne neden oldu. 2012’de ortaya çıkan bir başka Koronavirüs olan MERS binlerce insan öldürdü. 2009 Domuz Gribi (H1N1) pandemisinde ise 14.286 kişiyi kaybettik.

20. yüzyılın ortalarından itibaren özellikle enfeksiyon hastalıklarının tedavisinde antibiyotikler yaygın biçimde kullanılmaya başladıktan ve aşılar bazı bulaşıcı hastalıkların ya eradike olmasına yahut sadece Afrika ve Güneydoğu Asya ile sınırlı kalmasına vesile olduktan sonra, sağlık sistemleri bulaşıcı hastalıkları ana gündemleri olmaktan çıkardılar.  “Gelişmiş ülkeler” bulaşıcı hastalıklarla yüz yüze kalmadığı için bulaşıcı hastalıklar üçüncü dünyanın bir sorunu olarak görülmeye başlandı.

COVID-19 pandemisi gösteriyor ki, koruyucu sağlığa sistemine yetersiz yatırım yapılması nedeniyle tedavisi olduğu halde önlenemeyen bulaşıcı hastalıklar hala ölümle sonuçlanan korkunç sonuçlar yaratmaya devam ediyor. Sadece 2016 yılında çoğunluğu tropikal Afrika’da olmak üzere, sıtma nedeniyle 440 bin, tüberküloz nedeniyle de 1.6 milyon insan hayatını kaybetti. Bir yandan humma, kolera, sıtma gibi hastalıklar devam ederken, diğer yandan da yeni virüslerle tanışmaktayız.

Koruyucu sağlık hizmetlerinin önemsenmemesi ve modern tıp ve sağlık sistemlerinin geldiği nokta bu virüsün yayılmasının değilse de, tedavisinin aksamasındaki temel sorumludur. Bu hemen bütün ülkeler için geçerli. Sağlık sistemini piyasalaştırdığınız anda henüz olmamış ya da olması ihtimali zayıf olan bir hastalığa, bugün olduğu gibi milyonları da öldürecek olsa, para yatırmıyorlar. Ama hastalık bir kez ortaya çıktıktan sonra tedavisini ilk bulan milyarları kapacağı için kıyasıya bir yarış başlıyor. Tabii bunu bilim insanları için değil, farmasötik endüstri için söylüyorum.

Sağlık sistemi de maalesef sağlık çalışanlarının aşırı sömürüsü üzerine kurulu durumda. Üstüne üstlük, bulaşıcı hastalıklar bizlerin eğitiminde çok küçük bir yer kaplıyor. Bu pandeminin bize öğrettiği şeylerden birisi de bu müfredatların acilen yeniden yapılandırılması olmalı.

Bütün bu ortak payda içinde, yine de bu süreçte “iyi model” olarak anabileceğimiz ülkeler var mı, sorusuna dönecek olursak; bununla ilgili bazı ülkelerin iyi, bazılarının kötü olduğu pek çok faktörden bahsedebiliriz.

Örneğin şeffaflığın, toplumu doğru ve tam bilgilendirmenin bu süreçte çok önemli olduğunu gördük. Bazı ülkeler günlük olarak gerçek rakamları, mücadele planlarını, başarı ve başarısızlıklarını toplumla paylaştılar ve COVID-19’la mücadeleye toplumu ortak etmeyi başardılar. Bunun kişilerin kendileriyle ilgili değil, tüm toplumun korunması ile ilgili olduğunu gösterdiler ve bu yaklaşımın ödülünü ölü sayısını düşürerek aldılar. Örneğin Almanya’da yakın zamana kadar diğer ülkelerden farklı bir kapatma politikası izlememesine karşın, 100.000 kişiye 11.5 ölü düşerken Belçika’da bu oran 100.000 kişiye 87 olarak gerçekleşiyor.

Bazı ülkelerin altyapısı koruyucu sağlık hizmeti sağlamaya daha uygun. Özellikle sosyal devlet uygulamalarından tamamen vazgeçmemiş ülkelerde daha fazla hastane, kişi başına daha fazla sağlık çalışanı düşüyor, ki bu da tedaviye erişimi kolaylaştırarak, yine ölü sayısının göreli olarak düşük kalmasına vesile oluyor. Testleri yaygın olarak yapmayı başaran ülkeler, yani testin üretimine, satın alınmasına ve uygulanmasına dair altyapısı ve maddi gücü olan ülkeler de bu yarışta öne geçti. Ya da acil durumları sık yaşayan -deprem sel gibi- bölgelerde acil durum planlarının olması ve bunların daha önce farklı kereler uygulamaya konması avantaj olarak yansıdı.

Ama Çin gibi bazı ülkeler de otokratik rejimlerini kullanarak, katı yasaklar ilan ederek ya da virüs yayanları cezalandırıcı söylemlerle başarı elde etti. Bizim gibi ülkelerde ise aşırı yoğunluğa alışkın olan sağlık çalışanları kapasitelerinin çok üzerinde yük alarak bu olağanüstü durumdan hastaların daha az etkilenmesini sağladılar. 

Çin, Rusya, Almanya gibi ülkelerden gelen aşı haberleri toplumlarda tünelin ucundaki ışığın göründüğüne ilişkin bir umut yarattı. Tabii kafalar da epey karıştı. Tünelin ucuna ne kadar yakınız?

Aşılama, hastalığı önlemenin ve hayat kurtarmanın güvenli ve etkili bir yoludur – şimdi her zamankinden daha fazla. Günümüzde difteri, tetanoz, boğmaca, grip ve kızamık gibi en az 20 hastalığa karşı koruma sağlayacak aşılar mevcut ve bu aşılar her yıl 3 milyona yakın insanın hayatını kurtarıyor. Bugüne kadar tüm dünyada 72 milyona yakın insan COVID-19 virüsüne yakalandı. 1,691,942 kişiyi de kaybetmiş durumdayız. Umuyoruz COVID-19 aşısı da en kısa süre içinde uygulanmaya başlanır. Ki bunun için ciddi umutlar var, hatta bir grup ülkede aşılar “Acil Durum Kullanım Onayı” ile uygulanmaya başlandı bile.

Dünya Sağlık Örgütünün izleme listesinde toplam 212 aşı bulunmakta. 8 Aralık 2020 itibariyle 52 aşı klinik, 162 aşı ise preklinik –laboratuvar- aşamasında. Klinik aşamaya geçmiş aşılar insanlar üzerinde denenmeye başlanmış olanlar.

Bu 48 aşının 19’u Faz-1, 18 tanesi ise Faz-2 aşamasında. Faz-3’te yani toplumu yaygın biçimde aşılamadan önceki safhada, yani çok sayıda insanda etkinliği ve güvenilirliği araştırılan aşamada da 11 aşı var. O yüzden yakın dönemde dünyada Faz-3 sonuçları olumlu çıkarsa 11 tane aşımızın olma ihtimali var.

Özetle, şu anda iki aşı İngiltere ve Amerika’da uygulanıyor. 2020 yılı bitmeden Avrupa ülkelerinin önemli bir kısmında ve umarız Türkiye’de de aşı uygulanmasına başlanacak.

Burada şunu belirtmek önemli diye düşünüyorum: Bizim ülkemizde aşılara ilişkin, büyük oranda da menşeinden kaynaklı ciddi bir güvensizlik hakim. Ancak bu yanlış bir his. Herşeyden önce şunu bilmek önemli; ülkeler aşıları kendi kendine geliştirmiyor. Dünya Sağlık Örgütü aşı geliştirmenin her aşamasını denetliyor. Aşıyla ilgili bildirilen yan etkiler de yine Dünya Sağlık Örgütünün bağımsız bilim insanlarınca oluşturulmuş bir komitesinde değerlendiriliyor.

İkincisi, aşının etkililiği ve güvenilirliği iki ayrı konu. İkisi de kuşkusuz birbirinden önemli parametreler ama Faz III klinik araştırması yapılmış, yani binlerce kişi üzerinde denenmiş bir aşının size zarar vereceğini düşünmek aşırı kötümser bir yaklaşım olur. Ancak ne olabilir; aşının koruyuculuğunu test edecek yeterli zaman olmadığı için aşı yeterince ya da beklendiği kadar etkili olmayabilir. Ama aşı yaptırmak en fazla, yapılan yerde kaşıntı ve hafif bir ateşe neden olur. Dünya Sağlık Örgütü’nün bir kitapçığında çok sevdiğim bir laf var: “Aşı öldürmez ama koronavirüs öldürür”. Bu nedenle de aşıya güvenmekten başka seçeneğimiz yok.

Aşılara ilişkin süreç nedir? Nasıl bir aşı politikası ile pandemi kontrol altına alınabilir?

Aşı politikası çok farklı bir konu. Geçenlerde Sağlık Bakanlığına bir takım sorular soran bir metni kamuoyuyla paylaştık. Onları burada tekrar etmek istiyorum. Çünkü biz bu sorulara uzmanlarımızla birlikte, Bilim Kurullarımızla çalıştık ve maalesef hepsine henüz tam bir yanıt alabilmiş değiliz:

  • Hangi firmadan yahut firmalardan kaç adet COVID-19 aşısı sipariş verilmiştir?
  • Getirilecek olan aşının ön onay dosyası ülkemize ulaşmış ve Bilim Kurulunca / yetkili mercilerce incelenmiş midir?
  • İlk parti aşının ülkemize kesin olarak ne zaman gelmesi beklenmektedir?
  • Aşının onayı noktasında nasıl bir mekanizma izlenecek ve onay ne zaman verilecektir?
  • İlk aşıların ne zaman yapılmaya başlanacağı hakkında net bir tarih öngörülmekte midir?
  • Aşıların öncelikli olarak kimlere yapılacağı konusu netliğe kavuşturulmuş mudur?
  • Öncelikli aşı yapılacağı açıklanan sağlık çalışanları içinde eczacılar ve eczane çalışanları da bulunmakta mıdır?
  • Aşı hangi koşullarda saklanacaktır, bu koşullara uygun yeterli altyapı var mıdır? Böyle bir altyapı yoksa tamamlanması için hazırlık yapılmakta mıdır?
  • Aşı hangi merkezlerden yapılacaktır? Hastaneler mi, aile sağlığı merkezleri mi, seyyar sağlık ekipleri mi aşıyı yapacaktır? Ya da özel aşılama merkezleri mi kurulacaktır?
  • Aşı yapan kişilerin yanı sıra aşı sırasında izdihamı ve sağlık çalışanlarına karşı şiddeti önlemek konusunda ne gibi önlemler alınacaktır, başka görevlendirmeler yapılacak mıdır?
  • Aşının etkinliğini izleme noktasında hangi yöntemler devreye sokulacak, ne gibi önlemler ve görevlendirmeler yapılacaktır?
  • Aşı karşıtlığı ve kararsızlığını azaltmak için Bakanlığımız ne gibi önlemler almayı ve teşvikler sağlamayı düşünmektedir?
  • Aşı ülkemize geldiği andan itibaren belirli kesimlerde oluşabilecek mevcut tedbirlere yönelik gevşemenin önüne geçilmesi için ne gibi ek tedbirler düşünülmüştür?
  • Aşılar hazır mı gelecek yoksa Türkiye’de mi dolumları gerçekleştirilecektir? Şayet hazır biçimde gelmeyecekse bunun için hazırlık yapılmakta mıdır?
  • Ülkemize Mart ayına kadar olan dönemde ancak 50 milyon aşının geleceği ifade edilmektedir. Bu durumda ancak 25 milyon vatandaşımız aşı yaptırabilecektir. Dünya Sağlık Örgütü ise salgını durdurmak açısından tüm toplumun aşılanması gerektiğini, sürü bağışıklığı yönteminin bilimsel olarak sorunlu ve etik dışı olduğunu ilân etmiştir. Bu durumda, ülkemizde yaşayan herkesin aşıya eşit koşullarda ulaşması için gereken en az yüz yirmi  milyon doz daha aşı nasıl ve ne zamana kadar temin edilebilecektir?

Bu sorulara yanıt veren bir aşı politikası olmalı. Bakınız Almanya aşı konusunda büyük bir seferberlik gerçekleştiriyor. Ülkenin çeşitli yerlerine 200’e yakın aşı merkezi inşa ediliyor. Dakikada 1400 kişinin aşılanması hedefiyle sağlık çalışanları eğitim alıyor, ayrıca ordu ve itfaiye bu işle görevlendirildi. Hem halk sağlığı kampanyası, hem de altyapı yatırımları üst seviyede.

Dünya Sağlık Örgütünün aşılama politikaları ile ilgili çok sayıda dökümanı da yayınlandı. Kimlerin öncelikle aşılanması gerektiğine de DSÖ işaret ediyor. Biz ise açıkçası bu konuda epey geriden geliyoruz. Bunda da en önemli etmenin 9 ay süren bu mücadelenin çok küçük bir çevre tarafından verilmesi olduğunu söyleyebilirim. Bir Bilim Kurulu üyesinin canlı yayında mide kanaması geçirmesi bile, açık birşeyi işaret ediyor: Sağlık Bakanı, 31 kişiden oluşan Bilim Kurulu ile bu iş yürütülmeye çalışılıyor. Bilim Kurulu ise ağırlıklı olarak halk sağlığı ve enfeksiyon hastalıkları uzmanlarından oluşuyor. Tabii ki kurulda çok değerli hocalarımız var. Ama aşı ve tedavide kullanılan ilaçlarla ilgili söz söyleyecek bir ilaç uzmanı; eczacı profesör yok. Bilim Kurulu’nun tutumuna katkı sağlayacak ve 27 bin noktadan halka yayacak Türk Eczacıları Birliği temsilcisi yok. Hekimlerin ve hemşirelerin altında ezildiği sorunları taşıyacak ve çözüm oluşturacak Türk Tabipleri Birliği, Hemşireler Derneği, Türk Diş Hekimleri Birliği yok. Katılımcılık eksik olunca, biz sorularımızı soruyor ve cevapları bekliyoruz. Cevaplar gelirse eksikleri görüp gücümüz yettiğince kapatmak imkanı ortaya çıkar diye bekliyoruz. Çünkü bu mücadele ne Sağlık Bakanlığının, ne Bilim Kurulunun mücadelesi, bu mücadele hepimizin, tüm insanlığın mücadelesi.

Eczacıların ve TEB’in süreçteki rolü nedir?

Pandemi sürecinde, eczacıların halkın en yakın ilaç ve sağlık danışmanı olduğunu bir kez daha görmüş olduk. Eczacılar sadece ilaçların hastaya güvenli bir şekilde ulaşmasını ve bu süreci yönetilmesinin dışında pandemi ile mücadele de oldukça önemli bir görev üstlendi. Doğru ilaç kullanımı, ilacın hemen kullanılması, tanı konmasının ardından izlenen sürecin hızlı bir şekilde yönetilmesi, COVID-19 pandemisinin yavaşlatılması için çok büyük önem arz etmektedir.

Biz eczacılar, ilaç kullanımının optimizasyonunun yanı sıra, halk sağlığını koruma mücadelesinin de merkezindeyiz. Örneğin maskelerin eczanelerden ücretsiz dağıtımı bizi çok yordu. Yaklaşık 200 milyon maskeyi dağıttık. Fiyat tabanı getirilmesi bizim Türk Eczacıları Birliği olarak önerimizdi. Neyse ki, daha fazla eczacı hasta şiddetine ve COVID virüsüne maruz kalmadan bunu uygulamaya başladılar ve uygulamaya başlandığı andan itibaren de maske sorun olmaktan çıktı. Ama şunu gördük ki, bu konuda teknolojik altyapıya, mevzuat değişikliklerine, ek yeterlilik ve yetkinliklerin daha da geliştirilmesine ihtiyacımız var.

Eczane ekonomileri bu süreçte ciddi biçimde küçüldü. Yıllık hekime başvuru sayısındaki düşüşle birlikte, eczane içinde topluma sunulan diğer hizmet ve ürünlerin de son derece az talep görmesi, bu küçülmenin birincil nedenleridir. Fakat, eczane ekonomilerini korumanın, tüm sektörlerde görülen küçülmeye karşı tüm sektörlere verilen teşviklerden farklı bir yönü var. Bunun özellikle altını çizmek istiyorum. Eczaneler, sağlık sisteminin bir parçası olarak, özellikle kronik hastalara yaptıkları hizmetlerle sistemdeki büyük bir açığı kapatıyor. Bu işlevin yerine getirilmeye devam etmesi, eczanelerin yaygın varlığını sürdürmesine bağlı.

Bizler, verilen yetersiz mücadeleyi yukarı taşımak için sürekli olarak elimizi taşın altına koyuyoruz. Ancak ne mücadelenin yetersiz olduğu kabul ediliyor, ne de sağlık çalışanlarının hakkı teslim ediliyor… Türk Tabipleri Birliği’nin de ifade ettiği gibi, bizler tükeniyoruz. Sağlık çalışanlarını COVID-19 mücadelesinin ilk döneminde bu şekilde kaybedersek, mücadeleyi de kaybederiz. Bunun için de önce bize kulak verilmesi gerekir.

Kamucu sağlık politikaları pandemide neleri, nasıl değiştirirdi?

Kamucu sağlık politikası uzun zamandır güzel bir hayal. Ancak aynı zamanda da temel bir insan hakkı. Pek çok hakkımız gibi, toplum sözleşmesinin devletin yurttaşların sağlığını güvence altına alması maddesi de epeydir ayaklar altına alınmış durumda.

Kamucu sağlık politikası, başta da ifade ettiğim gibi, sürecin tamamen şeffaf ve katılımcı bir biçimde yönetilmesini gerektirir. Kişilerin kendilerini ilgilendiren konularda bilgiye tam erişiminin sağlanması gerekir.

Evde kalmak bir gereklilikse, herşeyden önce göçmenler başta olmak üzere barınma hakkının sağlanması lazım. Evde kalanların ücret kaybının karşılanması ve kritik bir sektörde değilse çalışmaya zorlanmaması gerekir.

Sağlık hizmetlerine herkesin eşit ve ücretsiz erişimi olması gerekir. Tedavide kullanılan tüm ilaç ve malzemelerin devlet tarafından karşılanması gerekir.

Sağlık çalışanlarının sağlığını da esas alan bir sistem olmalıdır. Sağlık çalışanlarının hangi koşullarda, nasıl çalışacakları, korunma önlemleri, hakları ve sorumlulukları belli olmalıdır.

Teste, maskeye, aşıya ödenen paranın kamu bütçesindeki yükünün hesabı yapılmamalıdır. Hatta üretim tesislerinin gerekirse toplumun korunması için gerekli olan koruyucu ekipman ve malzemeleri üretmesi sağlanmalıdır. Bütün bunlar olsaydı şunlar değişirdi demek bir yöntem. Ama ben, hayıflanmak yerine, harekete geçmemiz gerektiğine inanıyorum.