Avrupa’ya ilk gidişim, ilkokulun birinci sınıfını bitirdiğim 1975 yılının yazında, Almanya’da yaşayan dayımın Opel Record marka arabasıylaydı. İstanbul’dan Münih’e upuzun bir yolculuk yaptık. Çenemi annemin açık cama dayalı duran koluna koyup dışarıdan gelen sıcak rüzgara aldırmadan etrafı izlediğim bu yolculuktan aklımda kalan şeylerden biri, Bulgaristan’da geçtiğimiz bir meskun mahalde yavaşladığımız esnada arabaya yaklaşan birinin çenemi iterek annemin bileğindeki incecik bileziği almak için yaptığı hamledir. Adamın koca elinin annemin bileğini tutuşu; annemin “ne yapıyorsun be” diyerek kolunu geri çekmeye çalışması ve o anda arabanın hızlanması ile olay yerinden uzaklaşmamız hala aklımdadır. Psikologların “travma” diye tanımladıkları bu olay nedeniyle, hırsızlara karşı, toplumun etik yaklaşımının veya kanun koyucunun ceza hukuku çerçevesindeki tepkisinin ötesinde duygular beslerim.
HARİBO
İlk defa Almanya’da tatmıştım o minik ayıcıkların insanın damağından başlayıp bıngıldağının bulunduğu noktaya kadar uzanan baştan çıkartıcı lezzetini. Tadını alanın bir daha kendini zor kurtardığı o tutkudan yani Haribo’dan bahsediyorum; hani şu domuz jölesinden yapıldığı için ahlak abidesi pek muhterem muhafazakarların gördükçe burun kıvırdıkları ama gizlice yedikleri küçük paketten.
Annemin memlekete dönerken aldığı 1-2 paketin içindeki 60 civarında ayıcığı, tam bir yıl boyunca, hemen bitmesin diye azar azar tüketirken bir yandan da tadından maksimum keyif çıkartmak için metotlar geliştirmiştim. O ayıcık şekerini ısırarak değil damağınızda erimesini bekleyerek tüketeceksiniz ki, tadı uzun süre ağzınızda kalsın. Sanırım, o dönemde Haribo’yu keşfeden birçok çocuk da benim gibi yapmıştır.
İstanbul’u bilenler Şişli’deki Site Sineması’nı ve önünde kurulan tezgahları hatırlarlar. Orada Almanya’dan kaçak olarak getirilmiş ürünler ve tabii ki şekerlemelerin hası olan bu ayıcıklardan satılırdı. Fiyatları, açıkçası benim satın alabileceğimin ötesindeydi. O domuz jölesinin meyve suyu aromaları ile oluşturduğu tada kavuşmanın bedeli haftalık harçlığımın neredeyse tamamına denk gelmekteydi diye hatırlıyorum.
ANAP
Anavatan Partisi iktidar dönemi, ülkemize gelişmiş ülkelerdeki rekabetçi liberal ekonominin kurallarını değil; bu topraklara özgü hesap verilmez, gücü olanın haklı görüldüğü lumpen egemenliğini getirmiş, yani bugün içerisinde yaşadığımız felaketin tohumlarını atmıştır. O dönemde, kişisel özgürlükler üst seviyeye çıkmış gibi görünse de, ANAP’ın dayandığı ve çirkeflikten beslenen esas tabanın gücü ele geçirmesi, modernitenin kazanımı olan kurumların Siyasal İslam’ın çıkarcı, işbirlikçi, riyakar ve sömürücü kurumlarına doğru evrilmesine sebep olmuştur.
Bu partinin 1989 yılında Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü’ne atadığı kişi Melih Gökçek’tir. Gökçek, bu görevi 1991 yılı başlarına kadar sürdürmüştür. Devletin koruyuculuğu altındaki, yetim kalmış çocukların topluma kazandırılmasını amaçlayan bir kurumun emanet edildiği isim, o dönemde iktidara egemen olan anlayışın nasıl bir kuşak yetiştirme amacını güttüğünü gösterme açısından eşi zor bulunur isabette bir örnektir.
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevini 4 dönem yapan bu şahsiyetin yaptığı en büyük tahribat, sanıldığı gibi Cumhuriyetimizin başkentine bıraktığı, kompozit kalıplardan oluşan ve milyar dolara mal edilen çürümeye mahkum bir dinozor parkı değil; o dönemde esirgeme kurumunun koruması altındaki çocuklar üzerindedir.
Verdikleri oylarla Ankara’yı; iktidara sahip olmanın verdiği cüretle Çocuk Esirgeme Kurumu’nu bu anlayışa teslim eden iradeler, 1923 Cumhuriyet Devrimimizin kazanımlarının karşısındaki lumpen ittifakıdır. Ve bu ittifak, hayal ettiği köhne kabile devletini kurmayı, çapsızlıkları yüzünden becerememiş olsa da, yol açtıkları yıkımla ülkeyi tanınamaz bir şekle sokmuştur. Façamızı düzeltmek belli ki zaman alacak…
JELİBON
Bir gece vakti, Ankara’dan İstanbul’a dönmek üzere Kızılay’daki Ulusoy yazıhanesinden bindiğim yolcu servisinin ön kapısından içeri dalan, beni uğurlamaya gelen dostumun “al da ye” diyerek kafama fırlattığı paketi elime alınca gözlerim parlamıştı. Paketin içi minik ayıcıklarla doluydu. Zevkten dört köşe olmuşken bu işte bir tuhaflık var demiştim kendi kendime. Ayıcıklar aynı benim tutkum olan Haribolara benzerken paket bi garipti; üzerinde Jelibon yazıyordu. Hemen tadına baktım, biraz yavandı ama hiç de fena değildi yani. Sığır jölesinden imal edilmesinden kaynaklı olabileceğini düşündüğüm ufak lezzet kusurunu da önemsemeyip paketi daha yola çıkmadan tükettim. Demem odur ki memlekette Jelibon yani “maden” bundan yıllar öncesinde, 1980’lerde bulunmuştu. O dönemde yetim çocukları mutlu etmekle mükellef olan şahsiyet, koca kuruma çocuklara dağıtılsın diye bir kutu Jelibon almış olsaydı, en azından, 2022 yılında televizyon ekranlarında “Cumhurbaşkanımız açıkladı; Adıyaman’da 6 milyar dolarlık Jelibon madeni bulundu” şeklinde saçmalamamış olurdu.
Anavatan döneminin son temsilcisinin içinde bulunduğu hal işte budur. “1983 Özal Devrimi’nin” -devrim derken tırnak içerisinde, yanlış anlaşılmasın- sevicilerinin tükenişi de burada yatmaktadır. Fabrika ayarlarına geri dönerek, 1923 Devrimimizin retro bir modelini inşa etmek bu gidişle kaçınılmaz olacaktır. Ne de olsa, Osmanlı’nın batışı ile neredeyse aynı dönemi yaşadığımıza göre, çıkışımızın anahtarları da oradadır.
Hep aynı konu
Önümüzde bir iktidar değişikliği var. Dünyaya, bugüne kadar hiç yaşanmamış bir şeyi, totaliter iktidar odaklarının seçim sandığında yenilebileceğini göstereceğiz. Dünyadaki ekonomik ve beşeri ilişkilerin bugün ulaştığı seviye sayesinde gördük ki, iktisadi kalkınmanın arkasındaki esas güç özgür düşünen beyinlerdir. Biat kavramına dayanan ilişkilerin geleceğe yönelik hiçbir şey üretemeyeceği açıktır. Düşünen, tartışan, eleştiren ve tepki veren toplumların bilim ve sanat alanında ortaya koydukları başarılar ve bunların iletişimde yaşanan gelişmelerle hızlıca tüm dünyaya yayılması, özellikle genç kuşakları boş nutuklarla tavlamayı son derece zorlaştırmıştır.
İktidar olan yapı, kişi ve kurumlar neden çok daha fazla yetki ile donatılmak, istişare etmeden karar vermek, hata yaptıklarında ise hesap vermekten kaçınmak isterler? Çünkü güçsüz, iktidarsız ve yetersiz oldukların farkındadırlar. Aşağılık komplekslerinin esaretindeki beyinleri, otoriter tavırlar ve stratejiler geliştirir. Kafaları iyiliğe değil, tamamen kötülüğe ve yok etmeye çalışır. Bu yapıları iktidarda tutan kitleler de benzer zayıflıklarının yarattığı kompleksleri yaşamaktadır. Yetersiz olanı iktidarda tutmak onlar için var oluş sebebidir.
Korkaktırlar.
Lider belledikleri şahsiyetler koruma orduları arkasında nefes alırken, tırnağındaki kir dahi olamayacakları Ali İsmail Korkmaz gibi yüreği cesaret ve insan sevgisiyle dolu güzel insanlara karanlık köşelerde pusu kurarlar. Ülkemizin en değerli eğitim kurumlarından olan Boğaziçi Üniversitesi’ne ve ODTÜ’ye vahşi sırtlanlar gibi saldırılmasına kendi küflü ortamlarında kıs kıs gülerler. Kazanamayacakları üniversitelerde okuma başarısını gösteren gençlere, ülke sorunlarına yönelik itirazlarını dillendirdiklerinde “aklını kullan” diye tavsiye verirken, onların kendi akıl ve zekaları sayesinde en yüksek puanları alarak o okullara girdiklerini dahi akıl edemezler. Zaten aşağılık kompleksleri tam da burada yatmaktadır. Ulaşamadıkları ciğere mundar diyen güruhtur bunlar.
Erkek ile kadının kol kola girerek ortak bir yaşam geliştirmesine de bu yüzden karşıdırlar. Kadın hakkı kavramına bu kitlenin sadece erkekleri itiraz etmemektedir; kadınları da bilinçli olarak bu kabullenişin öğeleridir. Kadın düşmanı erkek işte bu ortamlarda gelişmektedir.
Oysaki insanlığın modern evriminin arkasında yatan unsur kadının toplumdaki yeridir. Kadının özgürleşmesi ile toplumsal ilerleme aynı yönde gider. İşte tam da bu sayede 1923 Devrimi, çok kısa bir süre içerisinde sarsılmaz bir kültürel ve iktisadi atılım gerçekleştirmiştir. 1920’lere kadar şeyhülislam ve padişahın kölesi olan Anadolu toplumunun bu kadar hızla değişebilmesindeki anahtar, “özgürleştirilen kadın”dır.
O gün nasıl dünyada bir ilk gerçekleştirerek köle toplumundan özgür topluma geçme başarısını gösterdiysek bugün de Siyasal İslamcıların kirli iktidarını yıkıp hakettiğimiz özgür, demokrat bir sisteme kavuşacağız.
15 Temmuz 2016 tarihinde yaşanan rezalet sonrasında, devletin başını temsil eden kuruma, yani Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na giden yolun iki yanını ön kaputunda rengi toz topraktan kirli turuncuya dönüşmüş Türk bayrağı asılı iki adet hafriyat kamyonu tutuyordu. Şoför koltuklarında üzerlerinde kirli atletleri, ayaklarını direksiyona dayamış, suratları kirli sakalları ile kaplı adamlar oturuyordu. Siyasal İslam’ın en organize örgütü olan Fetullahçılar kendilerini semirten yerli sahiplerine saldırınca, sahibini koruma görevini diğer semirtilen unsur olan müteahhitler çetesinin mekanize gücü hafriyat kamyonları almıştı. Şehir içerisinde kural tanımaz bir şekilde trafikte gece gündüz terör estiren, insanları ezen, arabaları sıkıştırıp tehlikeye sokan ama iktidar tarafından “iktisadi büyümemiz onların sayesinde, inşaat sektörümüze dokunamazsınız” düsturuyla suç işlemelerine göz yumulan kadro, kendisini kollayan yapıyı korumaya almayıp da ne yapacaktı?
Ekonomik kriz inşaatçıların belini bükünce, ortalığı, Körfez sermayesinin semirmiş, obez üyelerinden oluşan geniş ailelerini 3. Havaalanı’ndan otellerine, oradan AVM’lere, deniz önü selfie taleplerini tatmin etmek üzere de Ortaköy sahiline taşıma görevini üstlenen simsiyah Mercedes Vitolar sardı.
Zamanında iktidarlarını sürdürmek için Fetullah’ın savcısına, hakimine bel bağlayanlar, inşaatçılardan gelen kaynaklar iştahlarını karşılamaktan uzak bir seviyeye düşünce, kıblelerini daha dün her türlü hakareti, küfrü saydıkları memleketlerin vatandaşlarına çevirdiler.
Bizler ise bu pespayeliği onlarca yıldır izlemek durumunda kaldık.
Yarı cahil kötülüğünün egemenliğinin son bulması için önümüzdeki seçim son şans. Her türlü hileyi, dolandırıcılığı yapacaklarını bilsek de bu mücadeleyi meşru zeminde kazanmalıyız. Aksi ülkemiz için bir felaket olur.
Seçimi kazandığımız gün, Siyasal İslam’ın, hafriyat kamyonlarının ve Mercedes Vitoların egemenliği son bulacak!
Gökçek’in haberi olsun; bulunan Jelibon madeni, faaliyete kendilerinden sonra geçecek.
Herkesin ağzının tadı bi yerine gelecek…