Her yazının en az bir okuyanı vardır. Bu okuyan bazen yazının sahibi bile olabilir. Yazılan yazının yayımlandığı yer bir gazete sütunu içinde ise yazının ömrü kısa, bir kitapta makale ise ömrü belki biraz daha uzun sürebilir. Genel olarak yazının müellifi, yazısının hiç okunamadığını bilse bile, yazısında kaleme aldığı düşüncelerini bir ölçüde fikir dünyasında dolaşıma soktuğunu düşünür. Belki de haklıdır. Sonuç olarak her yazarın yazısının okunduğunu işitmeye ihtiyacı vardır. Bu açıdan şimdi okumaya başladığınız bu yazının da, düşüncelerimin bir ölçüde kaleme alınmasının dışında bir anlamı olamaz. Bir ölçüde diye yazdım, çünkü düşüncenin hızı ve kıvraklığı karşısında yazıların sınırlılığı çok belirgindir.
Kavşak noktası, bilindiği gibi, farklı yolların belirli bir güzergahta birleştiği yeri tanımlamada kullanılmaktadır. Bu bağlamda Türkiye toplumun yeni kavşağının önümüzdeki 24 Haziran’da yapılacak seçimlere endekslendiği çok yakın zamanda ortaya çıktı. Bu kavşak noktası, belirli bir biçimde kavşağa girenlerin yönünü ve seçecekleri yolu belirlemeleri açısından önem taşıyan bir metafora dönüştü. Kavşak noktası bu açıdan önem taşımaktadır. Kavşağa hızlı girmekten, girememeye kadar bir dizi sorun gündelik politikanın konusu haline geldi.
AKP iktidarının kalıcı icraatı
AKP, iktidarda olduğu süre içinde, yani şu ana kadar 16 yıllık dönem içinde demokrasi, hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, hak ve özgürlükler, laiklik gibi modern kurum ve değerlere ilişkin önemli değişiklikler yaptı. Ayrıca eğitim, sağlık, kentleşme, sosyal politika, istihdam, dış politika, başkanlık sistemi gibi meclisin ve organlarının ikincil bir uygulama alanına dönüşmesi türünden birçok konu ve alanda da önemli değişiklikler gerçekleştirildi. Bu değişiklikler bazı gruplar adına lehte sonuçlar doğururken, bazı gruplar için aleyhte sonuçlar yaratmıştır. Bu durumun son derece geçerli ve mevcut iktidarın oluşumu ile uyumlu olduğunu söyleyerek devam etmeliyiz. Mevcut AKP iktidarının, Türkiye’nin son 16 yılına damgasını kalıcı olarak vurduğunu ve bu durumun mevcut iktidarın değişmesi halinde bile bir süre daha etkisini sürdüreceğinden kimsenin bir kuşkusu olduğunu sanmıyorum. Sadece bu nedenle bile mevcut iktidarı ve uygulamalarını tartışmanın ve eleştirmenin gerekli ve zorunlu olduğunu düşünüyorum. Ancak, bu kısa yazı içinde on beş yıllık bir iktidarın genel bilançosunu çıkarmak elbette mümkün değil. Bu nedenle toplumu etkileyen bazı çarpıcı sonuçlardan ve gelecek beklentisinden bir nebze söz etmenin okuyucu açısından daha anlaşılır olacağını düşünüyorum.
AKP dönemi üzerinde birçok yazı, makale, hatta tez bile hazırlandı. AKP dönemi sonrası da bu tür çalışmaların ve değerlendirmelerin yapılmasının kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Hatta aradan bir zaman geç(e)meden Borges’in deyimi ile tarih yazmanın mümkün olamayacağını düşünüyorum. Mevcut dönemin içinde o dönem üzerine yazılanlar, dikkate alınsa bile, belirli bir nesnellikten uzak kalma ihtimali yüksektir. İçinde yaşanan dönemi tam olarak değerlendirmek için mevcut olguların bir ölçüde sonuçlarının ortaya çıkmasını beklemek gerekebilir.
Yakın tarihten bir örnek vermek gerekince aklıma ilk önce trajik 6-7 Eylül 1955 olayları gelir. O tarihe tanık edenlerin anımsayacağı gibi, ilk etapta gösterilen tepki, Mustafa Kemal’in Selanik’teki evinin bombalanması gibi abartılı bir haber üzerinden çıkmıştı. Ancak aradan zaman geçince, geri planda yatanın İstanbullu Rumların burayı terk etmeleri temeline dayalı bir “derin devlet” uygulaması olduğuna ilişkin birçok bilgi ortaya çıktı. Ama sonuç değişmedi. İstanbullu Rumlar Türkiye’yi terk ettiler, kendi topraklarından bir kez daha koparıldılar ve kalanları fakirleştirdiler. Benzer olaylara yakın tarihimizde daha sık rastlayınca, esas olanın çoğu kez olduğu gibi görünenden farklı olduğunu kavrıyoruz. Muhtemelen olayın geçtiği dönemde o döneme ait yazılanların kesin doğrular olduğuna ve gerçeği yansıttıklarını düşünen birçok kalem sahibi vardı. Özetlersek, içinde yaşanan dönem üzerine yapılan her türden yorum ve değerlendirmenin belirli bir sınır içinde gerçek durumdan uzaklaşması, kuvvetli bir olasılık olarak düşünülmelidir. Bu nedenle bazen “suların durulmasını beklemek”, doğruya yakın değerlendirmelere imkan tanıyabilir.
15 Temmuz ve sonrası
İşte belki de tam bu noktada 15 Temmuz darbe girişimi ve sonrası üzerinde durmak yerinde olacak. Üzerinden henüz kısa bir süre geçmiş olan bir olayın çok farklı tezahür eden yorumları, tartışmaları medya üzerinden devam etmekte ve doğal olarak da bu malın çok sayıda alıcısı bulunmaktadır. 20 Temmuz’da OHAL’in ilan edilmesi ile yeni bir dönem başlamış ve önümüzdeki seçim döneminde bile süreceği kesinleşmiştir.
Elbette yaşanan ve bu dönem içinde yapılan değerlendirmelerin de ciddi önemi bulunmaktadır. Darbe teşebbüsünün oluşumundan, yapanların açıklamalarından, iktidarın ve muhalefetin ayrı ayrı değerlendirmelerinden net bir düşünceye veya kesin bir kanaate varanların, konu üzerinde en az düşünenlerden oluştuğunu görüyoruz. Ortalıkta kısmen net gözüken tek unsur, şimdilik kaydı ile darbe teşebbüsünün silahlı kuvvetler içinde daha önceden yuvalanmış Fethullahçı bir örgütlenmenin gerçekleştirdiği olmaktadır. Sadece bu kadarının bile ilk günlerde konu üzerine yazı yazanlar üzerinde bıraktığı kuşkuları anımsayabilirsiniz. Elbette bu darbe girişimi toplumun birçok kesimi için gerisinde birçok cevapsız soruyu bıraktı. Hal böyle iken bir başka nokta da, toplumun sorgulamaya alışık olmayan ve çoğunluğunu oluşturan kesimlerince tartışmasız benimseme eğiliminde olmasıdır. Burada mevcut benimsenmenin gerekçesi olarak öne çıkan çerçeve, toplum tarafından kabullenmiş olgulara ters düşmek ve biraz akıntıya karşı yüzmek olarak değerlenmekte, anlamsız oluşuna dair birçok iddia ileri sürülebilmektedir. Vasatı her zaman öne çıkaran aykırı sayılan düşüncelere uzak durma düşüncesi, farklılığı ve çeşitliliği en başından reddetmeyi de beraberinde getirmiştir. Böyle bir toplumsal yapının temel taşları itirazı, eleştiriyi ve hoşgörüyü kabule de yanaşmamıştır.
Son olarak bir başka nokta da, AKP iktidarı dönemi içinde yetişkin olma yolunda olan geniş bir genç grubun -farklı bir seçenek ile karşılaşmadığından olsa gerek- olanı aynen kabule daha fazla eğilimli olmasıdır. Sonuç olarak, bu genç insanların dünyaya geldiklerinden bu yana mevcut iktidarda bir değişme olmadı veya olamadı. Diğer taraftan İslami bir dünya görüşü ise zaten mevcut iktidarın kurmaya çalıştığı en önemli siyasal aygıtlarından biridir. Evrim teorisinin ders kitaplarından kaldırılışından, cihat fikrinin aktarılmasına kadar eğitim alanında yapılan bir dizi değişikliğin sonuçları uzun dönemde karşımıza çıkmaya aday gözüküyor.
O halde ile başlayan “meli”, “malı” ile biten cümlelerin bu tür kısa bir yazının okuyucularına iyi gelmeyeceğini bilerek, bazı saptamalar ile bu yazıyı noktalamak yerinde olur. Öncelikle AKP’li yılların döneme ciddi olarak şekil verdiğini ve bu yeni şeklin bir süre daha etkisini göstereceğini düşünmek mümkün. Özellikle 2016 yılı 15 Temmuz sonrası ilan edilen OHAL rejiminin, başta anayasa değişikliği referandumu için çıkış yolu arayan bir iktidara çok önemli mevziler kazandırdığının görmüş olduk. Darbe girişimi gerekçe gösterilerek, iki yıla yaklaşan bir OHAL dönemi yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor. OHAL koşullarında başkanlık sistemine geçişi sağlayan anayasa değişiklikleri için referanduma gidildiği de bilinmekte. Referandum sonucunda da, toplumun en az yarısının “hayır” demesine karşın, yürütme yetkisinin cumhurbaşkanında toplandığı, cumhurbaşkanı kararnameleriyle yasama yetkisi açısından güçlendirildiği, tarafsız cumhurbaşkanlığından partili cumhurbaşkanlığına geçildiği, cumhurbaşkanının yüksek yargı üyelerinin atanmasında ayrıcalıklı bir konuma geldiği bir başkanlık sistemine geçilmiş durumda.
Özetle, bu dönemde devletin vatandaşlar üzerindeki hegemonyasını arttıran ve iktidarın gücünün konsolide edildiği bir sistem/rejim değişikliğine doğru yöneldiğini tartışmak bile gereksiz olmaktadır. Tek adam yöneticiliğine doğru kayan bu değişiklikler, önemli ölçüde standart demokratik kuralların da tıkanmasına kadar gitmektedir.12 Mart ve 12 Eylül rejimleri bile bu kuralların tıkanmasını ancak bir ölçüde sağlayabilmişti.
Bir barış bildirisini imzalayan üniversite öğretim kadrolarının, çoğu bir gecede sahip oldukları bütün sosyal ve ekonomik hakları kaybederek, bir şirket elemanı gibi kapının önüne konulması söz edilen dönemlerde bile bu ölçülerde olmamıştır.
Ancak burada en önemli farklılıklara da vurgu yapmamız gerekiyor. Örnek olarak, niteliği itibarı ile demokratik kurumlar varlığını korur gibi görünseler bile, erk ve yetkiler en tepede toplanmış durumdadır; toplumsal kısıtlamalar azalmayıp artarken paternalist devlet anlayışı ile birlikte yeni dengeler kurulmaya başlamıştır. Ayrıca demokratik ülkelerde rastlanmayan biçim ve tarzda iktidarın güçlenmesi ve erkin tek elde toplanmasına yönelik gayretler bulunmaktadır.
Bunu gerçekleştirecek politikalar için sadece toplumun farklı kesimlerine yönelik rant ekonomisinden yararlanılmamış, muhafazakar ve dini referanslarla sosyal yardımlar da devreye konulmuştur. Gerçekten bakıldığı zaman, AKP iktidarı döneminde sosyal yardımların çeşitlendiği ve sosyal harcamaların yükselişe geçtiği bir dönem olmuştur.
Toplumsal farklılaşmalar
Sonuç olarak AKP, sosyoekonomik sorunların büyüdüğü ve bir ekonomik kriz sonrasında iktidara geldi. İktidarda kalmasını sağlayacak olan sosyoekonomik açıdan mağdur kesimlere yönelik politikaları fark etti ve buna dönük düzenlemeleri zaman geçirmeden uygulamaya soktu. Bu yönde yapılan harcamaların yıldan yıla arttığı görülmektedir. Bu yardımların GSMH içindeki payı hala yetersiz olmasına rağmen bunların bir hak değil bir lütuf ya da sadaka olarak sunulması bireylerin mevcut iktidara olan bağımlılığını arttırıcı bir unsur olarak ortaya çıktı. Bunlardan yararlanan kesimlerin geçmiş ile hesaplaşmalarında ayırım noktası burada toplanmaktadır. En ufak bir kolaylığın iktidarın karnesine pozitif bir çentik eklediğini görmemiz gerekirdi.
Sonuç olarak, 2002’den bu yana süren iktidar dönemi ile AKP’nin sürdürdüğü kapitalizm ve araçları bir ölçüde kendine özgü ideolojik-siyasal İslami duruşunu daha belirgin hale getirmiş oldu. Bunun sonucu başta demokrasi, hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, laiklik, medya özgürlüğü, dış politika gibi birçok konuda toplumun önemli bir kesiminin kaygıları ve kuşkuları artmıştır. Bu gün izlenen bu politikaların, iktidar çevreleri tarafından reddedilse bile, Cumhuriyet dönemleri boyunca süren batılılaşma-modernleşme ilkelerinden farklı bir yöne doğru evrildiğini söylemek abartılı olmayacaktır.
İşte tam bu noktada belki de toplumu oluşturan kesimlerin arasında ortaya çıkan farklılıkların ve bölünmelerin ciddi oranda arttığını da görebilmekteyiz. Müftülerin nikah kıyma yetkisinden, kadınların giyim biçimlerine yapılan fiziki müdahalelere kadar kutuplaşmanın çok fazla ölçüde çeşitlendiğini ve tehlikeli boyutlara ulaştığını izlemek mümkün. Büyük yatırımlara, açılan yeni üniversitelere verilen adlar gelenekselliği savunma adına ilan edilirken, bunları aslında sadece Osmanlı dönemine duyulan hayranlığın tezahürleri olarak değerlendirme safiyetinde değilim.
Özetle modernleşmeye dair farklı duruşları gösteren bir bölünme hızla yaratılmaktadır. İktidarın bütün organlarının farkında olmasına rağmen, bunun ısrarla sürdürülmesinin altında yatan nedenlerden biri de en üst makam tarafından sürekli tekrarlanan güven oluşturma duygusudur. Bütün bu gelişmelerin gelecekle ilgili toplumsal kaygılarının ana gerekçeleri olması, bireylerin önemli bir bölümünün ”önünü görmesini” engelleyerek, geçici körleşmeyi getirmektedir. Körlük ise, her halükarda, bireyin diğer organlarından birinin görme yetisi yerine geçmesini sağlar. Bunların çözüm olup olamayacağı elbette önümüzdeki günlerde görülecektir.
Belki burada sorulabilecek en temel soru şu olacaktır. Bu durumdan nasıl çıkılacaktır. Elbette bu yazının bir reçete anlamına gelebilecek formüller ve öneriler önermesi mümkün değildir. Ancak yapılması gerekenlerin başında toplumu oluşturan farklı sınıflara mensup bireylere yukarıdan öneri getirmek olmayacaktır. Bireylerin ve toplumun örgütlü ol(a)madığı ortamlarda onlar üzerinde hegemonya kurmak ve kendi ideallerini hakim kılmaya çalışmak çok sık rastladığımız örneklerden biri olmakta, ancak sonuç bir değişiklik yaratmamaktadır. Bu durumun farkında olarak toplumu önemli ölçüde oluşturan çalışan kitleleri harekete geçiren en temel argümanlar, onların maddi yaşam koşullarında iyileştirme çabalarına yönelik olanlarıdır. Eylemliliği sağlayan bu noktaların, aynı zamanda siyasi bir motivasyonun da taşıyıcısı olacağından kuşku duyulmaması gerekir. Önümüzdeki dönemin beraberinde bir değişim bekleniyorsa, bu değişim sonuçlarının bir süre için bile olsa kalıcı hale gelmesi için hemen kalkıp yürümek gerekiyor.
*Kuvvet LORDOĞLU
Çalışma Ekonomisi, Prof. Dr.
klordoglu@gmail.com