Dünya dediğimiz gezegeni yaşanabilir kılan insan emeğidir hiç kuşkusuz. Bu emeği, iki düzlemde ele almak mümkün: kol gücü ve akıl gücü, yani yaratıcı emek. Yaratıcı emek, kabaca iki dala ayrılabilir: bilim insanlarının emeği ve ‘sanat emeği’.
“Sanatçı” kavramı
Sanat emeği, mağara duvarına çizilen ilk resimlerden günümüzün en yaygın ve etkili sanatı sinema ve diğer görsel-işitsel anlatılara, ilkel seslerden çağımızın senfonilerine uzanan bir süreçte, insanoğlunun doğayı ve yaşamı anlamlandırma çabalarını kapsar. Tarih boyunca, emekçi sınıfların egemen sınıflara karşı verdikleri mücadelede etkin bir rolü vardır ‘sanat emeği’nin. Bu, politikadan asla bağımsız değildir. Toplumsal yaşamın tüm diğer unsurları gibi, adalete ihtiyacı vardır.
Günümüz Türkiye’sinde, sanat ve adalet ilişkisindeki sorunları toplumsal yaşamın diğer alanlarındaki adaletsizlikten bağımsız olarak ele almak mümkün değil. Yargıdan ekonomiye, sağlıktan eğitime tüm alanlarda adalet kavramının değersizleştirildiği bir ülkede, “sanat alanlarında adalet”in geçerli olduğu iddia edilebilir mi?
Kuşkusuz, maruz kaldığımız tüm adaletsizliklerin temelinde “kapitalist sistem”in insanlık dışı kuralları yatıyor. Sistem, tüm kurumları ile bu adaletsizliğin olağan olduğunu kabul ettirmeye çalışıyor. Yalanlarla insanları uyutmak, sisteme entegre etmek vb eğitim ve iletişim alanlarının temel işlevlerinden biri oluyor.
Sistemin sanatçıları, yorumcuları eksik olmuyor her dönemde. İletişim ve sanat alanlarında egemen ideolojinin savunuculuğuna soyunanlar, insanları bu adaletsiz düzene boyun eğmeye, ‘itaat’e çağıranlar… Ama bu yalanlara karşı çıkanların, direnenlerin başını da, tarihin her döneminde sanatçılar çekiyor. Nice acılara, mahpusluklara, sürgünlere katlanma pahasına…
“…antenler yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa rotatifler,
kitaplar yalan söylüyorsa,
duvarda afiş, sütunda ilan yalan söylüyorsa,
beyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların,
dua yalan söylüyorsa,
rüya yalan söylüyorsa,
meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa umutsuz günlerin
gecelerinde ay ışığı,
söz yalan söylüyorsa,
renk yalan söylüyorsa,
ses yalan söylüyorsa,
ve ellerinizden başka her şey
herkes yalan söylüyorsa,
elleriniz balçık gibi itaatli,
elleriniz karanlık gibi kör,
elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun, elleriniz isyan etmesin diyedir” diyordu Nazım usta.
İçinde yaşadığımız günlerde, sanat ve iletişim alanlarındaki adaletsizlik, tarihimizin hiçbir döneminde tanık olmadığımız bir düzeye ulaşmış durumda. Medyada ve sanat alanlarında çalışanlar, ‘itaat edenler’ ve ‘isyancılar’ olarak ikiye ayrılıyor. Siyasi iktidar, kendinden yana olmayan, en azından pasif -suskun kalmayan herkesi ‘isyancı‘ ilan etmekte. Korku imparatorluğuna teslim olmayanlar, hapisle, olmadı işsiz kalmakla tehdit ediliyor. İtaat edenleri ise, çeşitli ‘mükafatlar’ bekliyor: bürokraside danışmanlıklar, gazetelerde köşeler, televizyon kanallarında programlar, diziler, AKP’li belediyelerden ihaleler, vb.
Bu koşullarda, sanatçının tarafsız kalma lüksüne sahip olmadığını, sanatçının her zaman adaletten yana tavır alması gerektiğini düşünüyorum. Tarih, diktatörlerin gözde sanatçılarının, saray sofralarında yer almayı marifet sananların yanıldığını, mahkemelerde ve mahkeme önlerinde direnenlerin haklı olduğunu gösterecektir.
Bu iki grup sanatçının yanısıra, bir de üçüncü grup, etliye sütlüye karışmayan, “Sanatçı siyaset yapmamalı. Ben işimi yapıyorum” diyenler var, tarihte çokça örneklerine rastladığımız… Hitler’in huzurunda sahneye çıkmaktan, Fransa’da Vichy dönemi galalarında boy göstermekten gocunmayanlar! Onların yazgısını en güzel biçimde gene sanatçıların yapıtlarında izliyoruz. Örneğin, Istvan Szabo’nun “Mefisto”sunda, tercihini ‘rejimle uzlaşma’ doğrultusunda yapan bir tiyatro oyuncusunun trajik yazgısını anlatan başyapıtında.
Dikkat ederseniz, sanatçı değil, ‘oyuncu’ olarak tanımladım “Mefisto”nun kahramanını… Yani, ‘icracı’ bir sanatçı olarak. Çünkü ‘sanatçı’ kavramı ‘yaratıcı emek’le iç içedir. ‘Sanatçı’ olarak tanımlanmayı hak edenler, yazarlar, şairler, çizerler, ressamlar, heykeltraşlar, tasarımcılar, karikatüristler, fotoğraf sanatçıları, tiyatro ve sinema yönetmenleri, koreograflar ve bestecilerdir. Diğerleri ise ‘icracı’, bir başka deyişle ‘yorumcu’durlar.
Bu gerçeği vurgulamaya niçin ihtiyaç duyduğumu anladınız elbette. Saray sofralarının vazgeçilmez elemanlarını ‘sanatçı’ olarak tanımlıyor medyamız. Oysa, birkaç şarkı sözü yazarı-besteci ve bir film yönetmeni dışında hemen hepsi ‘icracı’!
Onlar ‘icraat’larına devam ededursun, biz Shakespeare’e (66. Sone’sine) kulak verelim… Büyük ozan Can Yücel’in deyişiyle:
“…Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, horgörülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen’ e…”
Sone’nin sonunu “Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni” diye getiriyor Shakespeare/Yücel. Gelin başka türlü bitirmeyi deneyelim… “Vazgeçtim bu düzenden, direniş paklar beni”.
Sanat üretenlerin ve sanat alıcılarının/tüketicilerinin hakları
Sanat alanındaki adaletsizlikleri, iki boyutu ile ele almakta yarar var:
- Sanat üreticilerinin, yani yaratıcıların, yorumcuların ve sanat yöneticilerinin hakları
- Sanat alıcılarının, yani okurların, izleyicilerin, dinleyicilerin, kullanıcıların hakları.
Sanatçıların (yaratıcı ve yorumcuları topluca bu tanım içinde ele alalım) ve sanat yöneticileri (artistic director) ile sanat işletmecilerinin (arts manager) maruz kaldıkları adaletsizlikleri özetle sıralayalım:
– Muhalif bir sözcüğün bile siyasal iktidar tarafından tehdit olarak algılanması, cezalandırılması… Bu ceza, kamu kurum ve kuruluşlarında çalışanlar için işten atılma, sürgün; bağımsız sanatçılar içinse, ‘kara liste’ye alınarak, işsiz bırakılma biçiminde olabiliyor. Yasaklar, TRT ekranları ile sınırlı kalmıyor, siyasal iktidarın ‘rehin aldığı’ özel kanallar için de geçerli oluyor. Yazarlar, yayıncılar görüşleri nedeniyle tutuklanıyor ve adil olmayan bir yargı mekanizması tarafından mahkum ediliyor.
– Sosyal bir devletin görevleri arasında olan ‘sanat yapıtlarına destek’ mekanizmaları, hakkaniyet ölçülerine riayet edilmeksizin, ‘yandaşlara destek fonu’ olarak işletiliyor. Sinemaya Destek Fonu ve Özel Tiyatrolara Destek mekanizmaları bunun en güzel örnekleri arasında. Sosyal medyada paylaştıkları görüşleri nedeniyle, pek çok sanatçı bu haklarından yararlanamıyor.
– Devlette ve yerel yönetimlerde, sanat kurumlarının yönetimine uzmanlık ve liyakat prensipleri hiçe sayılarak, siyasi atamalar yapılıyor.
– Sanatçıların “ifade özgürlüğü” yasaklamalarla ayaklar altına alınıyor. Yasaklanan kitaplar, filmler, tiyatro oyunlarının yanısıra sanatçılara yönelen fiili saldırıları bu başlık altında ele alabiliriz.
-Sanatçılar, kültürel hakların en başında yer alan anadil hakkında yoksun bırakılıyor. Kürtçe yayınlara yönelik baskı ve yasaklamalar eski günleri aratmıyor.
– Tiyatro toplulukları, yapıtlarını sahneleyecek mekan bulmakta zorlanıyor. Kamu kuruluşlarına ait mekanların kapıları yandaş topluluklara sonuna kadar açılırken, muhalif sanatçılara kullandırılmıyor, ya da fahiş kiralar isteniyor.
– Yandaş şirketler desteklenerek, sanat organizasyonlarında haksız rekabet ve tekelleşmenin önü açılıyor. AKP, ülkemizde hiçbir dönemde görülmediği biçimde kendi sanatçılarını, kendi yapımcılarını yaratmaya çalışıyor. Faşist ülkelerin sanat politikaları ile uyumlu bir süreç izleniyor. Böylelikle, sanat alanlarında adalet kavramından söz edilmesi olanaksızlaşıyor.
– Kendi sanatçılarının yeterli etkinlik sağlayamaması ve daha geniş kitlelere ulaşma arzusu sonucu, popüler kültür pompalanarak, nitelik yerine niceliğin egemen olduğu bir sanat ortamı yaratılıyor.
– Yerel yönetimlerin billboard vb. tanıtım mecralarında ve kitle iletişim araçlarında sanat yapıtlarının yer alması için gerekli imkanlar sağlanmıyor; sanatın çok ihtiyaç duyduğu tanıtım desteği esirgeniyor.
– Yerel yönetimler, etkinliklerinde (festival, konser vb) iktidar yanlısı olmayan sanat topluluklarına yer vermiyor. Adaletin olmadığı bir ‘Harikalar Dünyası’nda sanatçının yaşam hakkı kalmıyor.
– Sanatçıların fikri mülkiyet hakları yeterince korunmuyor; bu hakların yasalarca güvence altına alındığı durumlarda bile, bu haklar yeterince korunmuyor, etkin bir denetim yapılmıyor. Sanat alanları açısından adaletsizliğin en belirgin örneklerinden biri, TRT’nin eser sahibinin izni olmadan yaratıcının yapıtını -kendilerinin belirlediği küçük bir bedeli ödeyerek- kullanabilmesi oluyor.
– Sanatsal üretimden alınan vergi ve harçlar, Avrupa uygulamalarının çok uzağında. Mücevher üretimine tanınan vergi muafiyeti, yayıncılıktan, tiyatrodan, sinemadan, görsel sanatlardan, festivallerden esirgeniyor.
– Yerel yönetimlerin kamusal alan düzenlemeleri, heykeller, kent mobilyaları tasarımı, yöneticilerin beğenilerine ve sonrası ihale süreçlerine bırakılıyor. Uzman görüşü almak, yarışma düzenlemek yerine keyfi uygulamalar gerçekleştiriliyor. Tasarımcılarımızın karşı karşıya olduğu müthiş bir adaletsizlik…
– Sanat alanında çalışan tüm emekçiler (oyuncular, görüntü yönetmenleri, teknisyenler)insanlık dışı çalışma koşullarına, ücretlerdeki olağanüstü adaletsizliğe mahkum ediliyor.
Sanat alıcıları açısından ise:
– Kitleler, niteliksiz popüler kültür ürünleri ile propaganda amaçlı üretilmiş dini ve milli hamaset içeren yapıtların ortasında seçeneksiz bırakılıyor.
– Kitle iletişim araçlarında, nitelikli sanat ürünleri, nitelikli programlara yer verilmeyerek, düşünmeyen, yalnızca tüketen izleyici yığınları oluşturuluyor.
– Yasaklamalar ve sınırlamalarla bir insan hakkı olan sanata ulaşma hakları kısıtlanıyor.
– Kamu sanat kurumlarının can damarları kesilerek, süreç içinde kapanmalarının önü açılıyor. Böylelikle, özel sanat topluluklarının gücünün yetmeyeceği yapımlardan izleyici mahrum bırakılıyor. Devlet Operalarının, Senfoni Orkestralarının, Devlet Tiyatrolarının kadroları verilmeyerek, bütçeleri kısıtlanarak, izleyicileri dünya sanatının seçkin ürünleri ile tanıştırmaları engelleniyor.
– Nitelikli özel tiyatrolar her türlü destekten mahrum bırakılarak,izleyicinin/tüketicinin önünde tek seçenek olarak kar amaçlı kurulmuş özel tiyatrolar bırakılıyor.
– Görsel sanatçılar ve sinemacılar mekan, üretim ve tanıtım desteklerinden mahrum bırakılarak, izleyicinin sanat kültürünün gelişmesi engelleniyor.
– Yerel yönetimlerin fuarlarının, festivallerinin, siyasal tercihlerle muhalif sanatçılara kapılarını kapatması sonucu, izleyici popüler kültür ‘star’larına ya da dini ve milli içerikli amatör yapımlara mahkum ediliyor.
– Ulaşım olanakları, sanat etkinliklerinin izlenmesini kolaylaştıracak biçimde planlanmıyor.
– Medyada sanata ayrılan köşelerin giderek yok olması sonucu, izleyicilerin sanat etkinliklerine ilişkin haber alma özgürlüğü kısıtlanıyor.
– Yerel yönetimlerin satın alarak destekledikleri yayınların, tiyatro oyunlarının seçiminde, siyaset belirleyici oluyor. Böylelikle, okurun/izleyicinin seçim imkanları elinden alınıyor.
– Halkın kültür düzeyinin gelişmesine katkısı olacak müzeler, kültür merkezleri yaşayan birer sanat merkezi olabilmeleri için gerekli özerklikten mahrum.
– Muammer Karaca, Elhamra, Taksim Devlet Tiyatrosu, Tiyatro Hal, D22, Gazanfer Özcan-Gönül Ülkü Tiyatrosu, Şişli Tiyatrosu, Alkazar, SinePop, vb sanat mekanları ardı ardına kapanmakta; Kenter Tiyatrosu, Beyoğlu Sineması gibi henüz kapanmayanlarsa çeşitli güçlüklerle boğuşmakta. Bu mekanlara yerel yönetimler destek vermeyi düşünmüyor bile.
– AKM, 9 yıldır kapalı tutuldu. Şimdi, Koruma Kurulu kararı hiçe sayılarak yıkılıyor. Yerine yapılacak binanın nasıl işletileceği henüz bilinmiyor. Büyük bir olasılıkla, DT ve DOB’ne verilecek günlerin dışında ticari bir işletmeye dönüştürülecek.
– Sanat yöneticilerinin seçiminde, uzmanlık ve liyakat ölçüleri yerine, dost-ahbap ilişkileri ve/ya da siyasi tercihler rol oynuyor. Böylelikle, halkın ihtiyaç duyduğu nitelikli merkezler yerine yandaş yetiştirme merkezleri oluşturuluyor. Bu merkezlerde gerçekleştirilen sanat kurslarında da nitelik değil nicelik gözetilerek, dostlar alışverişte görsün biçiminde oluşumlar ortaya çıkıyor.
– Yerel yönetimlerin sanat etkinlikleri, oy kazanma kaygısıyla üretilmiş, içeriksiz etkinlikler olmaktan öteye gidemiyor.
– Yarışma ve festival jürilerinin oluşturulmasında liyakat değil, siyasi tercihler belirleyici oluyor.
– Yerel yönetimler, sanatsal etkinlikler düzenlerken proje çağrısı ve yarışma yöntemi yerine ihale yöntemini belirleyerek, dünyada benzeri görülmeyen bir uygulamaya imza atıyorlar.
Özetle, sanat alanında adalet ihtiyacı had safhada… CHP’li yerel yönetimlerden, sanat etkinliklerinde ve sanata verdikleri desteklerde daha adil uygulamalar, daha tutarlı bir sanat politikası beklemek hakkımızdır diye düşünüyorum.
Ve, seçime çok az bir sürenin kaldığı şu günlerde, sanatçıların “özgürlük, eşitlik, kardeşlik, barış ve adalet” ilkeleri çerçevesinde yan yana geleceklerine inanıyorum.
*Vecdi SAYAR
Sanat Yönetmeni, Eleştirmen
vecdisayar@yahoo.com