Türkiye, 2002’den beri süren siyasal atmosferde, 2015’ten itibaren yapısal bir kaosa girdi. Batılı müttefiklerin, son zamana kadar “demokratikleşme”, “vesayet rejimini yıkma” adına desteklediği siyasal iktidar, 2007’deki cumhurbaşkanlığı krizi ve seçiminden sonra hızlı bir tasfiye girişimine odaklandı. 2015’teki “iki seçim arası” yaşanan atmosferde ülkenin içine düştüğü buhran, 2016 biterken ve 2017’yi karşılarken çok daha fazla yoğunlaştı.
Yakın geçmişe bir bakış
2002- 2007 arasında AB perspektifi ve ABD müttefikliği başat dış politika çıpaları olarak gözükürken, 2006’da bazı müzakere başlıklarının askıya alınmasından sonra, AB ile ilişkiler, AB katılım süreci, artık iç kamuoyuna pazarlanacak bir konu olmaktan çıktı.
2011’de başlayan “sözde Arap Baharı”ndan, umut edildiği gibi, demokratik ve piyasa ekonomisiyle uyumlu bir İslamcılık doğmadı. Zaten totaliter bir hareketten “ılımlı” versiyonu üretmek, tam da oryantalist ve kolonyalist bir zihniyetin dışavurumu olarak tarihe geçti. Türkiye’de, 1950’lerde, “küçük Amerika” olarak başlayan bölgesel liderlik ve İslamcı hareketleri destekleme misyonu, 1960’larda bir kısmı legalleşen uzantılarıyla, 1970’lerdeki MC hükümetlerinde, komünizme karşı, bürokratik kadroların ve siyasal yapının paylaşılmasıyla palazlandı. 1980’lerde 12 Eylül sonrası komünizme karşı İslamcı yapı, ABD’nin Afganistan’dan Arap çöllerine varan coğrafi kapsama alanında güçlendirildi; Türkiye açısından, ülke adına Almanya’da görev yapan din öğretmenlerinin, Suudi Arabistan kaynaklı Rabıta’dan maaş almalarına varan bir içerikte siyaseti ve devleti kuşattı. Bu skandalı ortaya çıkaran değerli gazeteci-yazar Uğur Mumcu, “tarikat-siyaset-ticaret” üçgeninden sıklıkla söz eder ve yazdıklarını belgelerdi. Milli Görüş’le birlikte olmasa da, “paralel” olarak örgütlenen Fethullah Gülen yapılanması; MC hükümetleri, 12 Eylül, ANAP, Çiller, Demirel, Ecevit ve bugünkü siyasal yapı dahil, her dönemde gücünü “gölgede” ve “derinden” arttırdı. Aslında 1950’lerde SSCB’yi “yeşil kuşak”la Hint Okyanusu’ndan Akdeniz’e “çevreleme” politikasının uzantısı olarak İslamcılık, ABD dış politikasının ve Ortadoğu-Ortaasya siyasetinin temel unsuru oldu. Bu hareketleri de, Bin Ladin ve El Kaide dahil olmak üzere, ABD’nin ve Batı’nın en sadık müttefiki Suudi Arabistan finanse ve himaye etti.
Ne zaman Soğuk Savaş bitti, o zaman -11 Eylül 2001’de olduğu gibi- Suudi destekli Vahabi-Selefi örgütlenmeleri, çöken SSCB’nin ardından, artık Batı’yı hedef almaya başladı. ABD stratejilerinde bu durum “asimetrik savaş” olarak adlandırıldı; küresel terörizm konusu, dünya güvenliğinin baş konusu haline geldi. Ama Suudi Arabistan yine ABD müttefikliğinden ayrılmadı. 2000’li yıllarda yanına aynı zamanda doğal gaz zengini olan Katar eklendi.
Liderlik hayallerinin iflası
Türkiye’de 1980’li yıllarda Özal’ın “bölgesel süper güç” diye isimlendirdiği bölgesel liderlik tasarımı, 2000’lerde günümüz iktidarında “yeni Osmanlı” adıyla tekrarlandı. En büyük sıçrama da 2011’deki Arap kaosunda planlandı. Ne var ki Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” politikası burada iflas etti. Libya’da “devlet” buharlaştı; IŞİD, toprakların bir bölümüne el koydu. Mısır’da siyasal iktidarın en iddialı siyaseti tasfiye edildi. Mübarek’i deviren askerler, İhvan’ın “Camp David dengesi”ni bozan politikasını tehlikeli bulup Mursi’yi devirdiler. Mursi’nin atadığı Sisi, Mursi’yi görevden uzaklaştırdıktan sonra, devletin başına geçti. Suriye, siyasal iktidarın neredeyse tüm siyasetini ortaya koyduğu yerdi. 19 Aralık 2016’da Rusya’nın Türkiye Büyükelçisi, El Nusra veya FETÖ mensubu olduğu iddia edilen bir polis memuru tarafından öldürüldükten sonra, Türkiye’nin Suriye’deki politikası, önceden programlanan Türkiye-İran-Rusya arasındaki 20 Aralık Moskova toplantısında resmen tarihe karıştı. Suriye’nin toprak bütünlüğü ve laik yapısı kabul edilirken, IŞİD ve El Nusra, müzakere edilecek örgütler kapsamına alınmadı; Suriye yönetimi resmi adıyla Suriye Arap Cumhuriyeti olarak tescillendi. İşte tam da bu deklarasyondan sonra, 22 Aralık 2016’da IŞİD’in iki Türk askerini diri diri yaktığı iddia edilen dehşet videosu yayınlandı. Kurgu olduğuna hala inanmak istediğimiz bu tür propaganda faaliyetleriyle, Türkiye’nin Suriye’deki sonu belirsiz maceraya daha çok girmesinin talep edildiği savlanıyor. “Stratejik derinliğini” kaybetmiş Davutoğlu’nun, görev başındayken, talihsiz bir beyanla “bir grup öfkeli genç” dediği IŞİD, sadece Suriye’de değil -Türkiye’ye geçen mültecilerin arasına sızarak- ülkemizde ve Avrupa’da da pek çok terör eylemi gerçekleştiriyor. Ayrıca ülkemiz, sadece IŞİD değil, PKK ve FETÖ dahil, pek çok terör örgütünün hedefinde gözüküyor.
PYD koridorunu engellemek için, Ağustos 2016’da, 90 km. uzunluk ve 40 km. derinlikte başlayan Fırat Kalkanı Operasyonu, Aralık ayında El Bab’da tıkanmış gözüküyor. Bir yandan şehitler gelirken, bir yandan da Suriye rejim güçlerinin Rusya’nın desteğiyle Halep’i eline geçirmesiyle, bir bakıma Türkiye’nin mevcut harekatı, Fırat’ın batısında PYD’nin eline geçirdiği Menbiç cebine yönelmeye hazırlanıyor. Bununla birlikte El Bab’da sıkışan IŞİD, terör ve propaganda yoluyla daha çok zarar vermeye, Türkiye ve Batı kamuoyunu etkilemeye çalışıyor.
Beklentisizlik…
Gerçi 19 Aralık “büyükelçi suikasti” 15 Temmuz kalkışmasından sonra düzelen Türkiye-Rusya ilişkilerini bozamamıştır. Ancak siyasal iktidarın 20 Aralık’ta -Murat Yetkin’in deyimiyle- “sessiz sedasız” terk ettiği “Suriye politikası” yeni risklerle karşı karşıyadır. Suriye’de Esad, Halep’ten sonra, Lazkiye-Hatay arasındaki Idlib bölgesine yönelecektir. Fırat Kalkanı harekatına, ÖSO’yu desteklemek adına giren AKP iktidarı, Idlib’de sözü edilen bölge için ne yapabilecektir? “Rusya-Esad” koalisyonuna karşı savaşmayı göze alacak mıdır? Elbette hayır. Bayırbucak Türkmenleri’nin yoğunlukla sözünün edildiği bölge, Suriye rejim güçlerinin eline geçerse, geriye PYD bölgesi ve IŞİD’in çekildiği “çöller” kalacaktır. Üstelik PYD bölgesi, ABD-Rusya’nın himayesi altındadır.
Halep’te dengelerin değişmesiyle, “bölgesel liderlik” savları kaybolmuş; AB perspektifini çoktan kaybetmiş; Rusya’yla “güvensiz bir yakınlaşma” içinde olup ABD ile Trump döneminde yeni başlangıçlar bekleyen siyasal iktidar, bir yandan da plebisiter bir başkanlık hayalini, “Sağ”daki ortağı MHP ile topluma enjekte etmeye çalışmaktadır. Kaosun içte ve dışta büyüdüğü zeminde, ihtiyaç duyduğumuz şey ise “demokrasi ve uzlaşma”dır.
Bu çerçevede, çoğulcu, laik bir zeminde, sosyal demokrasinin öncülüğünde bir demokrasi mücadelesine her zamankinden daha çok gereksinim vardır.
*Yard. Doç. Dr. Deniz TANSİ
Yeditepe Üniversitesi
dtansi@gmail.com