Türkiye ekonomisi yeni bir krizin eşiğinde. Yılın üçüncü çeyreğinde ekonominin tamamında %1,8 oranında küçülme yaşandığı açıklanırken imalat sanayiindeki küçülmenin %3,2’yi bulduğu belirtildi. Türkiye ekonomisi 2009’un üçüncü çeyreğinden bu yana; yani, aradan geçen 27 çeyrekte hep büyüme göstermişken, 2016’nın 3. çeyreğinde %1,8’lik daralma ile yeni bir krize giriş yaptı.
2016’nın son çeyreğine ait Ekim-Aralık döneminde de küçülmenin devam etmesi ihtimali yüksek. Son çeyreğin ilk ayı Ekim’de imalat sanayii üretimi, bir önceki ayın üretimine göre %5 geriledi. Bu da, son çeyrekte, sanayideki gerilemenin, ekonominin geneline etki etmesi anlamına geliyor. Sanayide, özellikle dayanıklı tüketim malları üretimindeki gerileme dikkat çekiyor. 2015’in ilk 10 ayında %5’e yakın üretim artışı gösteren bu sektörde, 2016’nın ilk 10 ayında %3’e yakın düşüş kaydedildi.
Milli gelire harcamalar üstünden bakıldığında, üçüncü çeyrekte iç talepteki sert düşüş dikkat çekiyor. %1,8 küçülmede en önemli etken, hanehalkı harcamalarındaki sert düşüş oldu. Hanehalkının 2016 üçüncü çeyreğindeki talep gerilemesi, 2015’in aynı mevsimine göre %3,3’ü buldu. Talep düşüşü, özellikle dayanıklı tüketim mallarındaki harcamada kendisini gösteriyor ve bu tür mallarda talep gerilemesinin %8’e yaklaştığı gözlemleniyor. Dayanıksız mallardaki harcama düşüşü %6’ya yaklaşırken, hizmet için yapılan harcamalarda da %1dolayında azalma dikkat çekiyor.
Mevsim etkilerinden arındırılmış işgücü göstergeleri, Mayıs’tan Eylül sonuna kadar işsiz sayısında 314 bin artış olduğunu; işsizlik oranının %10,4’ten %11,3’e çıktığını ortaya koyarken tarım dışı işsizliğin 1,2 puan artışla %12,3’ten %13,5’a çıktığını gösteriyor.
Türkiye’nin yavaş yavaş içine girdiği krizde yine yabancı fonların çekilişi ana etken; ama onları uzaklaştıran ana neden, dışsal çekiciliğin yanında içerideki durumun iştah kaçırıcı yanı.
Kaynak:TÜİK
Krize gelen yol
Türkiye ekonomisinde 2012’den bu yana işlerin pek yolunda gitmediği, yüzde 2-3 patikasına sıkışmış bir büyüme ile oyalanıldığı biliniyordu. AKP rejimi, küresel kriz öncesi büyüme yıllarında ve 2009 küresel kriz ateşini yatıştırmak için ABD’nin ve Avrupa’nın genişlemeci politikalar izlediği yıllarda, bolca dış kaynak girişi ile büyümeli yıllar yaşadı. Öyle ki, bu 14 yılın ortalaması için yıllık 38 milyar dolara yakın bir dış kaynak akışı gözlemlendi.
Ne var ki, bu kaynağı, daha çok iç talebe dönük inşaat gibi döviz kazandırmayan sektörlerde, tüketici borçlanmasında kullanan Türkiye’nin hem cari açık sorunu kronik bir hal aldı hem de %40’ı kısa vadeli olmak üzere dış borç stoku büyüyüp milli gelirinin %60’ına yaklaştı.
Hızla büyüyen dış borç stokunun yanısıra, Türkiye ekonomisinde bu yıllarda enflasyon %7-8 bandında, işsizlik %10 dolayında adeta kemikleşti; yatırımlar durdu. Dünyada düşen enerji fiyatlarının yardımıyla cari açık belki büyümüyor, ama gerilemiyordu da (yıllık ortalama 35 milyar dolar).
ABD Merkez Bankası FED’in, 2013’te sinyali duyulan faiz artırma kararı, zaman zaman dış sermaye çıkışına yol açtı ve doların fiyatı yükselme sürecindeydi. Ancak, FED’in tereddütleri, AB’nin sıfır faizli genişlemeci para politikaları, dış sermayenin dönüp dolaşıp biraz daha Türkiye gibi “yükselen ülkelere” park etmesini getiriyordu. Bu durum, ekonominin kırılgan yapısıyla biraz daha ayakta kalmasına imkan verdi, ancak içten içe kemik erimesi sürdü.
Dış kaynak girişine artan ölçüde bağımlı duruma gelen Türkiye’nin, 2013’ün ikinci yarısından itibaren yaşamaya başladığı “dış sermaye iştahsızlığı”, TL’nin dolar karşısında hızla değer kaybını da getirdi. Döviz fiyatına doğrudan etki eden sıcak para girişlerinin hızlandığı yıllarda döviz ucuzlarken, çıkışlarla beraber döviz fiyatı da arttı. 2012’nin ilk yarısında 133 milyar dolar ile tavan yapan kısa vadeli yabancı yatırım, yani sıcak para stoku, doların fiyatını da 1,79’TL’ye kadar geriletmişti. Ancak, özellikle 2014 ve sonrasında, sıcak paranın iştahı azaldı ve 2016’nın sonlarına doğru 60 milyar dolara kadar inerken dolar fiyatı da, yıllık ortalama olarak 3 TL’nin üstüne çıktı.
2016’da dolar fiyatındaki artışın %12’de kalması durumunda bile, 2013-2016 dönemi dolar fiyatındaki artış %60’ı bulacak. Aynı dönemde tüketici fiyatlarının %25 arttığı anımsandığında, dolar fiyatının 2013-2016 arası dört yıla yayılan artışının ekonomide nasıl bir kemik erimesi yarattığı anlaşılabilir.
Dışarıdan alarm
Türkiye ekonomisinin 2013 sonrası belirginleşen düşüşü, hem IMF hem de yatırımcılara yol gösteren derecelendirme kuruluşlarının raporlarına yansımaya başladı. Ekonomik risklerin yanında, 2013 sonrasında Türkiye’nin politik ve jeopolitik riskleri de yükseldi. 2013 Haziran’ındaki Gezi ayaklanması, ardından AKP’nin kuruluşundan bu yana iktidar ortağı olan F. Gülen ile patlayan çıkar çatışması, ülkenin politik risklerinde artış olarak rapor edildi. Bunların yanında, Türkiye’nın dış politikada Suriye iç savaşı ve Irak’taki pozisyonu, Rusya ile yaşadığı kriz, ABD ile zaman zaman su yüzüne çıkan sürtüşmeleri, jeopolitik risklerin yükselmesi olarak kayıtlara geçti. Bütün bunların üstüne Kürt hareketi ile çatışmacı bir kulvara geçiş, ardından 15 Temmuz’da Gülen yanlılarının başarısız darbe girişimleri, Türkiye riskine tavan yaptırdı ve derecelendirme kuruluşları, Türkiye’nin notunu yılın ikinci yarısında “yatırım yapılamaz (100 üstünden 44)” basamağına indirdiler.
Bu olumsuz tabloyu pekiştiren gelişmeler ise, Kasım ayı içinde, ABD’de Trump’ın seçilmesi ile Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye ile müzakereleri dondurma tavsiye kararı oldu.
Derecelendirme kuruluşlarının not indirimi ile Türkiye’ye karşı soğuyan dış yatırımcı, Trump’ın ABD’de büyüme ve bunun için faizleri yükseltme sinyalleriyle ülkeden daha hızlı çıkmaya başladı; bu da TL’nin dolar karşısında kaybını hızlandırdı. Ama asıl sert darbe, Avrupa Parlamentosu’nun kararıyla geldi. Bu kararda, Türkiye ile katılım müzakerelerinin, insan hakları ve hukukun üstünlüğü ile ilgili olumsuzluklara bağlı olarak dondurulması tavsiye edildi.
Karar sonrası genel kanı, tek tek üye devletlerin bir inisyatif geliştirmeyecekleri, kararın “siyasi mesaj”ıyla yetinecekleri yönünde. Karar, belki başka yaptırım süreçlerini harekete geçirmeyecek; ama siyasi mesajıyla, dış yatırımcıyı biraz daha ürkütmeye, Türkiye’den uzaklaştırmaya yetti. Nitekim aynı gün, Ankara’da Merkez Bankası Para Politikası Kurulu, yükseliş halindeki dolara faiz silahını kullanarak fren olmaya çalıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın faizlerin indirilmesi yönündeki bilinen telkinlerine rağmen, Ankara’dan radikal bir faiz artış kararı çıktı ve politika faizleri 50 baz puan artışla %7,5’tan %8’e çıkarıldı. Kurul, ayrıca, dövizin tırmanışını yavaşlatmayı hedefleyen başka kararlar da aldı. Ne var ki, bu kararlar piyasaları henüz etkilemişken dakikalar içinde AP’den gelen haber ile dolar hızla yükselişe geçti ve dolar fiyatı 3,50 TL basamağına yöneldi.
Hükümet ve Saray, AP’nin kararını büyük bir tepki ile karşıladı. AP’nin hukuk, insan hakları, yargı bağımsızlığı, medya özgürlüğü, ifade özgürlüğü ihlalleri ile ilgili eleştirilerini reddederek, bu kararı rejime karşı bir komplo olarak değerlendirdi.
AP kararının, Türkiye’nin risk birikimini pekiştiren özelliği açık. Daha çok da dış yatırımcı optiğinden bakıldığında bu karar, Türkiye-AB ilişkilerinde önemli bir gedik ve düzelmesi çok zamana ve belli şartlara bağlı.
Varılan yer şimdilik şöyle tanımlanabilir: 3,50 TL basamağına yerleşen dolar fiyatı ile sırttaki yükümlülükler nasıl karşılanacak, özellikle sanayideki küçülme nasıl sınırlanacak? Risk algısının yükselişi ile dış kaynak girişi azalır ve döviz açıkları büyürken yükümlülükleri karşılamak zorlaşacak. Dahası, döviz açığı olanlar, bu fiyattan dolar ile uğradıkları büyük kur zararları ile yeni iklime nasıl uyum sağlayacaklar?
Dövizin yerleştiği basamaktan pek iniş beklenmezken, Merkez Bankası’nın artırdığı faizler, ekonomiyi küçülmeye zorlayacak. Dolardaki yükselişin ithal girdiler üstünden maliyet enflasyonu yaratması kaçınılmaz. Bu, Merkez Bankası için yeniden faiz artışına gitmek demek. Mevduatta, dolarlaşma hızlanıyor. “TL’ye dön” çağrısı işe yaramıyor. Bu durum da, faiz artırmayı zorluyor.
Şimdi ekonomi, hem yükselmiş doların, hem de artırılmış ve artırılacak faizin baskısı altında. 2009 sonrası gerçekleşen hızlı dış borçlanma ile finans dışı özel şirketlerin 2009 döviz açığı 67 milyar dolar iken, 2016 Eylül ayında 213 milyar dolara çıktı. En büyük kur zararına, sanayi firmalarının ağırlıkta olduğu bu şirketler uğradı.
Sıkışıklığa, artan faiz ile iç piyasada daralma basıncı da eklenecek. Bu firmaların sorunlarının, ilişkide oldukları bankalara yansımaması ise düşünülemez. Başta sanayi olmak üzere, reel sektör krizinin finansa bulaşmamasını sağlamak kolay olmayacak. Bu iki sektörün krizinin kamu maliyesi tarafından kontrol altına alınmak istenirken ateşin bütçeyi sarma ihtimali de bulunuyor.
Bugünkü durum
Türkiye’nin yavaş yavaş içine girdiği krizde yine yabancı fonların çekilişi ana etken; ama onları uzaklaştıran esas neden, dışsal çekiciliğin yanında içerideki durumun iticiliği.
Riskler, Türkiye’nin yaşadığı son kriz tarihi 2009 ile kıyaslanmayacak ölçüde yükselmiş durumda. AKP’nin özelikle 2011 seçimleri sonrası yöneldiği otoriterleşme eğilimleri ayırt edici bir özellik. Bunun yanısıra, ortağı Gülen hareketi ile tutuştuğu kavga, Kürt muhalefeti ile barışçı dilden uzaklaşması, iç gerilimleri hızla tırmandırdı. İçeride medya özgürlüğü, ifade özgürlüğü, yargı bağımsızlığı gibi alanlara ilişkin ihlaller, kayyım atamalar vb dış yatırımcıda “mülkiyet hakkı”nın bile güvence altında olmadığı algısına yol açtı.
Durum yukarıdaki paragraflarda açıklandı. Bu aşamada görmek gerekiyor ki, mevcut kriz, daha çok iç politik dinamiklerden kaynaklanıyor ve ağırlıkla “ev yapımı”. Hızlandıran dış rüzgarlar var, ama Türkiye bu rüzgarlardan herkesten çok etkileniyor.
Durum böyle olunca, bu kriz, 2009’da olduğu gibi, kamunun ekonomik müdahaleleri ile yönetilebilir özellikte değil. Nitekim 24 Kasım’daki sert faiz artırımı, yabancı sermaye çıkışını, yerli aktörlerin tasarruflarını dolara bağlamalarını, TL’deki erozyonu önleyemedi. Hem dışarıda AP bildirisi, hem de içeride büyük holdingler örgütü TÜSİAD’dan yapılan açıklamalar, yaygınlaşan güvensizliğin, ekonomideki tıkanmadan çok hukuk devleti olmaktan çıkmakla ile ilgili olduğunu vurguluyor.
Bu durum, önceki krizlerden farklı olarak, Türkiye’nin entegre olduğu Batı dünyasının ve dış sermayenin güvenini kazanma yolunun, AB değerlerine uyumdan ve otoriterleşmeden, hukuksuzluktan vazgeçmekten geçtiğini gösteriyor.
Bu anlamda bu kriz, aslında ekonomik gibi görünen bir “politik kriz”. Sonuçta bir U-dönüşü yapması, demokratikleşmeden, öncelikle OHAL’in kaldırılmasından, “başkanlık” türü totaliterleşmeye götüren niyetlerden uzak durmaktan geçiyor. Tersi yöndeki gidiş ise Türkiye’ye iyice kaotik günler getirecek.
*Mustafa SÖNMEZ
Ekonomist
mustafasnmz@hotmail.com