“Bir sitem olarak sunuyorum
Aklımı ve papatya kokusunu
Belki bulunur yüzleşme imkanı
Sıfırın ve hiçliğin ırmağında..”*
İki seçimi geride bıraktık. Önümüzde bir yenisi… Her nasılsa nefret makinesi uzun adam ve onun iki seçimde üst üste deneyimlediği kırılma ya da oy kaybederek kazandığı Pirus zaferini konuşmak; artık gerçekten eşitlik, adalet ve ahlak üzerinden yürüyecek bir siyaset ihtiyacını dile getirip şekillendirmek yerine CHP’ye vurmak gündemde. CHP’nin sosyal demokrat çizgisini korumasını, solun beklentilerini karşılamasını beklemek, eleştirmek ve talep etmek son derece doğal. Ancak bunu, özellikle “Yeni Türkiye” bir tiran tarafından zorla inşa edilirken Gezi direnişi ile başlayan sürecin ilk ve olağan okuması olan “yeni siyaset dili” ile yapabilmek mühim. Nedir bu “yeni” siyaset? Şüphesiz ki en önce samimiyet! Yani yüzü içtenlikle sola dönük bireylerin bile solun bebeklik hastalıklarından, öğretilmiş klişelerinden arınıp önce birey olarak en temel sol değerleri uygulayabilmesi gerekli. Her biri elbette son derece değerli ama öğrendikten sonra uygulanmaya taşınmayan; üzerine hiç düşünülmeden sahiplenilmiş, ezberden MeLemeler haline gelen temiz kuramları özümseyerek yaşatmaktan söz ediyorum. İç kavgalardan, kişisel ihtiraslardan ya da en masumu iyi niyetli ihmallerden uzaklaşmak için adım atılmalı. Belki de sola en çok zarar burdan geliyor. Hiç farkına bile varılmadan devrilen çamlar, toplumda bırakılan kekremsi tad, itici yaklaşımlar ve kaba bireysel kavgalar uzaklaştırıcı algıyı besliyor.
“Üzülme değmez sözünü duymaktan sıkıldım. Değmeyenlere zaten üzülmem. Üzüldüğüm şey; değmeyenlere yüreğimin değmiş olması.” diyor ya Cemal Süreya. Biraz buradan kalkışla herkesin koyu solcu kesilerek en çok da CHP’nin solda olmadığından dem vurduğu ama farkında bile olmadan en sağı güçlendirip ekmeğine yağ sürdüğü şu günlerde biraz özeleştiri yapma zamanı.
“İhanetin tarihi ısırgan otları gibi sarmıştır zamanı..”**
Solun sola ettiği ihanet ile verdiği hasarı hiç bir sağ eylem veremez. Hoyrat, umarsız, özensiz en önce kendisine bile saygısı olmayan solcuların ya da sol görünümlü şahinlerin açtığı yaradan bahsetmek istiyorum. Bu ülkenin temel gerçeklerini idrak ederek başlayalım. Türkiye’de sol hiç bir zaman toplum için temel bileşen olmadı, sosyoekonomik olguların ışığında en kestirme değerlendirmeyle bile yakın gelecekte de olacak gibi de değil. Bu yöne oy artışı yaşandığı dönemler ise solun değerlerinin iyi anlatılabildiği, insanların haklı bulduğuna, hakkını savunacağından emin olduğuna inandırılabildiği zamanlardı. Bunun için sol, sol, sol demek değil; onlara sol değerleri iyi anlatabilmek ve bu değerlere bağlı somut çözümlerle ikna etmek gerekli. Dönüşüm ise tek tek bireysel ahlak ile başlamalı. Aslında bir çoğunuza komik, basit, sıradan gelecek, her biri kişisel gözlem ve deneyimlere dayalı (isimleri bende saklı) parti içi ve dışı ısırgan yaralarından bahsedelim. Şöyle bir bakalım sola emanet olabilmek için neler yapmamalı….
Eğer sol ahlaktan bahsediyorsak en önce eşitlik ilkesini hiç unutmayacağız. Çelişkilerden kurtulacağız.
Partiliysek; protokolleri, hiyerarşileri eleştirirken genel başkanı göreceğiz diye birbirini ezen partililer olmayacağız, bir fotograf karesinde yer alarak siyasi kariyer yapılamayacağının bilincinde olacağız, bu gibi ortamlarda önceliği mutlaka partili olmayan bireylere açacağız. Öne geçmek için kadınları, küçükleri itip kakmayacağız. Hoş kimseyi itip kakmasak daha da iyi! Katıldığımız toplantılarda, bulunduğumuz topluluklarda bal kovanına üşüşmüş arılar gibi son derece itici resimler vermeyeceğiz. Hele sahnede bir sanatçı varsa ona sırtımızı dönüp ön sıraları sarmayacağız. Anma etkinliklerinde ve cenazelerde önce ölene, kültür faaliyetlerinde önce sanata ve sanatçıya saygı göstereceğiz. Protokole yerleşeceğim diye kim olduğunu bile bilmediğimiz şehit ailesini yerinden kaldırıp ben genel başkan yardımcısıyım diyerek başkanın yanına oturmayacağız. Kongrelerde, toplantılarda kürsüde konuşan varken arkamıza aldığımız yandaşlarımızla sloganlar atarak giriş yapmayacağız. Bu, hele gençlik kollarına hiç yakışmıyor.
Panellerde, oturumlarda söz alıp soru sormak yerine sadece kendimizin beğendiği görüşlerimizi panelistlerden daha uzun zaman alarak beyan etmeyeceğiz. Bu gibi korsan çıkışlara olanak vermeyen derli toplu organizasyonlar yapacağız. Toplantılarda herkesten çok konuşmayacağız. Hele baştan ‘ben şimdi çok önemli birşey söyleyeceğim’ demeyeceğiz. Sözümüzün önemi karşımızdakinin verdiği değerle ölçülür, bunu unutmayacağız. Sözümüzü söyleyip gitmek yerine konuşmacıları dinleyerek birşeyler öğrenmek de mümkün değil mi? Eğer parti yöneticisiysek etrafımızda en az 5-6 kişilik kalabalıklar olmadan da halkın arasına karışabilmeliyiz. Her kademeden yönetici olarak korumalar olmadan da bir sokak eylemine katılabilmeyi bilmeli, toplu taşıma aracına binebilmeli, hatta binmeliyiz. Parti yöneticileri olarak Gezi Direnişi’ni dillerimize pelesenk ediyorsak, partimizin genel başkanını da tuhaf bir korumacılıkla Taksim Meydanı’ndan uzak tutmaya çalışmayacağız. Gezi isyanını cümle içinde kullanmak yerine ne anlam ifade ettiğini iyi anlayıp beklentiye cevap üreteceğiz. Mitinglerde, buluşmalarda yöneticilerimize ulaşmak isteyen işçilere saldırıp yerlerde sürüklemeyeceğiz. Haksız ya da fevri bile olsa her zaman önce işçi hakkını, önce vatandaşı koymayan bize soldan söz etmesin, parti yönetimine de talip olmasın. Partinin yönetim kademelerine kotalar koyup bu kotaları nitelikten bağımsız değerlendirerek nicelikle domine etmeyeceğiz. Komisyonlar kurup nitelikleri bir kenara atıp “adamcılık” yapmayacağız. Herkesin seçme ve seçilme hakkına saygı duyacağız. Ekip olmak, örgütlülük önemlidir; ancak ekip arkadaşına “kendi işine yarayacak kuluçka” gözüyle bakarak ekip ruhuna öncelik vermek samimiyetten uzak ve ahlaksızlığa yakındır. Arkamızda bizi tanıtacak birikim, proje, öneri yoksa “ben bedel ödedim” ya da “şu kadar yıllık parti emekçisiyim” cümlesiyle bir yerlere gelmeye çalışmayacağız. Siyasetin parayla değil akılla yapılabileceğini göz ardı etmeyeceğiz.
Önce saygı, önce özen…
Partili değilsek; yaptığımız işe, kendimize, örgütümüze, aidiyetimize saygı gereği, öğretilmiş reflekslerle hareket etmeyeceğiz, özensiz ve hoyrat olmayacağız. Örneğin bir katliama sahip çıkma refleksi ile röportaj talep ediyorsak aradığımız kişinin adını, kaybedilen kişiye yakınlığını bir zahmet önceden araştıracağız. Hele benzeri bir mağduriyet yaşamış bir gazeteciysek buna iki kez zorunluyuz. Buna bundan 20 yıl önce de zorunluyduk ama şimdi hiç değilse “google” var değil mi? Sivas katliamına duyarlıysak kaç kişinin öldürüldüğünü bilmeden sayı belirtmeyeceğiz. Bir sol gazeteysek haberimizde kimin Metin Altıok, kimin Behçet Aysan, kimin Ümit Kaftancıoğlu olduğunu bileceğiz. Metin Altıok’un kızını Eren Aysan’ın annesi, Zeynep Altıok’un babasını Ümit Kaftancıoğlu zannetmeyeceğiz. Önce duruma sonra göreve saygıdan ki, kamuoyu da doğru öğrenebilsin! Gazeteciysek, Fazıl Say’ın Metin Altıok anıtı yaptığını sanmayacağız. “Ağıt” ile “anıt” arasındaki farkı bilmiyorsak araştıracağız. Cemevine, programa, panele davet ettiğimiz konuşmacımızın adını doğru yazacağız. Kaybettiğimiz aydınımızın hiç değilse adını doğru öğrenip hatırlayacağız. Onu Altınok / Altıoklar sanmayacağız. Metin Altıok’a “saygı” için kitap/ albüm/ yazı / belgesel hazırlıyorsak önce şiire ve şaire saygı duyacağız. Sanatçıların ismini, şiirleri yanlış yazmayacağız. Şiirleri yanlış yazamayız. Oldu da yazdıysak üzülüp düzelteceğiz. Şairin onca yıl özenle saklanmış sesini / görüntüsünü kullanıyorsak ortasından başlatmayacağız. Boşveremeyiz. Çünkü bu özen olmazsa çözülürüz. Bu hoyratlık büyük dişlinin çalışmasını sağlayan ara kayışın kopmasıdır. Bu kişilerden, isimlerden çok davamıza, ideallerimize, inançlarımıza ve kendimize saygı gereğidir. Bu kadarcık özeni esirgersek baştan yenik başlarız.
Örgütlüysek; takım tutar gibi örgüt yarıştırmayacağız. Aynı eylemde başka örgütlerle yanyana gelebilmeyi başaracağız. Onlara da saygı duyacağız. Siyasiysek; sürekli verip veriştirdiğimiz partinin üyesi bile değilken partiden davet gelmeden basın açıklamaları yaparak o partinin yönetim kademesine talip olmayacağız. Lider ya da yöneticiysek sol değerleri savunurken ve ilk kez samimi bir alternatif olarak algılanabilmişken toplumun her kademesini ötekileştireni ayakta alkışlamayacağız. Sadece kendi acılarımızın, kayıplarımızın, taleplerimizin izini sürmek yerine başkalarının haklarına da kulak vereceğiz ki çözüm ihtimali kuvvetlensin. Kendi meselemizin “çözümü” için başkalarının acılarını kenara alıp katliamlar yapan adaleti engelleyen adamı iştahla alkışlarsanız, “süreç” samimiyetini yitirir ve sadece egemenin maşası olursunuz. Ve bu noktada sizi devletin maşası olan katillerden ayırabilecek olan, sadece tutarlılık ve ahlaktır. Mağduriyetleri, aidiyetleri, sorunları siyasi kariyer için giyinmek, içi dolmamış beylik sözlerle savunuculuğa soyunmak ve siyaseten yükseliş için malzeme olarak görmek ise başlı başına bir yazı konusu olmalı.
Bu primitif adab-ı muaşeret örnekleri uzar gider, hatta bir üst derinlikte çoğalabilir. Öncelikle Sivas ve Altıok dediğim her yeri başka isimler / durumlar koyarak da okuyabileceğinizi unutmayın ve bu örnekler için bağışlayın. Her biri birebir yaşanmış, en yakından sahici örnekler olsun diye “ben” diyerek yola çıktım. Kendi kırgınlıklarım kalıcı değil. Sonra bu örnekleri gelişkin siyasi analizler içermiyor diye küçümsemeyin. Yazının başında da belirttiğim gibi önümüzde her anlamda yeni (!) bir dönem var. Siyasetin dili de yöntemi de gençleşiyor, çeşitleniyor ve çoğullaşıyor. Herkesi bir araya getirebilecek olan, oyları artıracak olan ise sahicilik. Unutmayın şeytan da melek de ayrıntılarda saklıdır.
Sözün başına geri dönecek olursak; sadece CHP’ye verip veriştirmek yerine umut verici çalışmaları görüp çoğalması için desteklemek, yok diye söylenmek yerine getirmek de çözümün bir parçası olmaktır. CHP’de hiç umut görmeyenler ise sürekli olumsuz eleştirilerin odağına iktidarı koymak yerine neden CHP’ye vurmayı yeğlediklerini kendilerine sormalılar. Umut varsa emek vermeli yoksa da boşverip kendilerine bakmayı bilmeliler. Yoksa başkalarının umudunu, aklını bunca yok saymak da ahlaksızlığın bir başka türlüsü. CHP’nin 90 yıl önceki parti olmadığı gibi bugünkü CHP’nin çok yakın geçmiştekinden de farklı olduğu gerçeğini yok sayarak sol nutukları atmak karşılıksız kalmaya mahkum bir agresyon olarak kalacaktır. CHP’li ya da CHP dışından akılların, 90 yıl önce bu ülkede o günün koşullarında hayal dahi edilebileceğin ötesinde kazanılmış değerlerin üzerine bir taş bile koymadan, bir dönemin tüm güncel açıklarını hala o zamanın akıllarından beklemeleri, kendi içinde çökmüş bir kötü niyettir.
CHP için ise elbet ve gerçek tek alternatif, özünü inkar ederek bir yere varmak değil, gerçek sosyal demokrat ve sol değerlere sahip çıkan yeni CHP’nin o temiz kokan rüzgarını arkasından eksik etmeden değişimin kadrolarıyla ve kararlı adımlarla yola devam etmek olmalı. Ve işe, yukarıda tanımlanan tüm iç bulandırıcı tutumlardan arınmakla başlamalı!
Başkasının bahçesine kurak diyorsak kendi bahçemize bir saksı olsun sardunya dikmek, başkasının diktiği bir saksı sardunya görünce boynu biraz bükükse su vermek bizi çoğaltır, güçlendirir. Bahçelerimizi keskin sınırlarla ayırmak ve saf tutmak yerine zaman zaman bir çardağa yan bahçenin asmasıyla bu bahçenin yasemini olarak ayrı ayrı sarılabilmek, hatta bazen dallarımızı kavuştumak eşitlik, özgürlük, adalet ve ahlak yolunda mücadelemizi hiç değilse görünür kılar. Yolumuzu açar.
“Ben ona ne istemişsem
bu yalnızlık aylarında
Gecikmiş… İnce…
Güzel ve uzak…
Biraz da kendime istemiştim
Sevgi adına” ***
*Ahmet Telli
**Ahmet Telli
***Şükrü Erbaş
*Zeynep Altıok Akatlı,
CHP PM Üyesi,
z.altiok@gmail.com