Zifiri karanlık gece
Mum bitti, yandı tersine
Beyaz mürekkeple yazdım
Bu şiiri karanlığın üstüne
Ben derim ki;
Geçip gider zaman
Geri alınmaz bazı şeyler”*
24 Haziran seçimine giden süreçte CHP iki kurultay geçirdi. Tüzük kurultayından hemen önce, “Sol düşüncenin en temel özelliği, insanın, toplumun, tarihin ve yaşamın değişebilirliğine ve değiştirilebilirliğine inanmasıdır. Bu anlamıyla farklı renklerine ve katmanlarına rağmen tüm sol partiler, değişebilirliğe /değiştirilebilirliğe olan toplumsal inancı ve umudu örgütleyen siyasal mekanizmalardır. Hiçbir sosyal demokrat ve sosyalist parti gelecek planını toplumun genel kabulüne, standartlarına bağlı kurgulamaz. Aydınlanma, ilerleme, gelişme için yenilenme gereklidir” demiş ve iktidar olmak kadar oraya nasıl bir yoldan varıldığının da önemli olduğuna dikkat çeken bir çağrı mektubu yayınlamıştım.
Theodor Adorno, “Dil düşüncenin yansımasıdır, dili değiştirmeden düşünceyi değiştiremezsin” der. Bu nedenle tarihi, insanı ve toplumu değiştirip dönüştürecek olan sol düşünceden kendi dilini kullanması/yansıtması beklenirken biz, iktidarın toplumsal örgütlemesini pekiştiren ve ele geçirdiği tüm ideolojik aygıtları kullanarak toplum mühendisliği ile dayattığı milliyetçi ve mezhepçi bir dilin “esiri” olduk. Her ne kadar bu durumu konjonktür gereği diyerek kendimize ve örgüte açıklamaya çalışsak da davranışlarımızla, eylemlerimizle bu dili “azad” edebilirdik. Ama CHP’yi yeni sisteme hazırlayan “belirleyici akıl”, tekçi bir söylem ve anlayışla mücadeleyi, aynı dili kullanarak adeta eylem birliği üzerinden yapmayı seçti. Milletvekili listelerinden öncelikle solcu, özgürlükçü, çevreci, çocuk/kadın ve insan hakları konularına duyarlı adayları ayıkladı. Bunlarla beraber, örgütün ön seçimle getirdiği tüm aktif isimler ve -her ne demekse?!- “Alevi Partisi” imajını yıkmak adına birçok başarılı ve toplumda mücadele karşılığı olan Alevi milletvekili tasfiye edildi. “Önce Türkiye” diyerek tutum alanlar iç iktidarı korumak adına ayıklandı; eleştirilere, “koltuk sevdalısı olanlara bu partide yer yoktur” yanıtı verildi. Bir seçim analizi, özeleştiri yapılmadı ve Türkiye’yi değil, geleceği değil, iç iktidarı önceleyen bir tutumla parti meclisi yine fikir tartışmak yerine disiplin suçlaması ile milletvekili ihracı için toplandı.
24 Haziran seçim sonrasını basit ve sayısal olarak değerlendirdiğimizde
- “%60 ile ilk turda alacağız” dediğimiz CB seçimini kaybettik;
- İYİP-SP ile yapılan Millet ittifakı sağdan (AKP-MHP) oy getirmedi ve meclis çoğunluğunu sağlayamadık;
- Siyasi pragmatizmle diğer mahalleden oy almak için kullanılan milliyetçi ve mezhepçi dil seçmeni çağırmadı, inandırıcı da gelmedi;
- CHP, birkaç seçim üst üste yürüttüğü sağ politikalarla %25 bandına hapsolan kendi oyunu bile koruyamadı. Benimsenen sağ tercihler ve CHP tabanının varlığında güç bulduğu isimlerin yokluğu, beklentinin tersi etki yarattı; cepte görülen seküler kesimin tepkisine yol açtı ve önemli ölçüde oy sola ve ittifak dışına kaydı.
Elbette yukarıda basit bir şekilde formüle edilen başlıkların nedenleri, siyasal propaganda ve iletişim açısından bilimsel çerçevede profesyonel/gönüllü kişilerce detaylı olarak analiz edilecek ve stratejik/taktik hatalar ortaya konulacaktır. Bunun ötesinde bizim siyasal çerçevede tartışmamız gereken temel mesele, partinin ideolojik karakteri; kimliği ve yapısal, yönetimsel sorunlarıdır. Siyasal iletişimin genel kuralıdır; partinin ideolojik karakteri, kimliği net değilse bunun üzerine kurulacak siyasal dil ve söylem seçmende güvensizlik yaratır ve istenen sonucu, tepkiyi vermez.
Bizim en büyük sorunumuz, ideolojik olarak yalpalama ve kimlik sorunudur
Uzunca bir süredir kimlik siyaseti yapmamakla rasyonalize edilen siyasi tercih, kimlik siyasetinin ta kendisi olmuş durumda. Örneğin yıllarca, “Kürt sorunu, inanç sorunu, demokratik haklar” vb. temel konularda statükocu davranıp siyaset üretemeyen bir partinin ideolojik karakterini sol olarak tanımlamak mümkün müdür? Değildir. Peki, bir “işçinin” sosyal, ekonomik, sendikal hakları için duyarlı davranıp, aynı “işçinin” etnik, mezhepsel ve kültürel hakları için duyarsız kalmak solculuk mudur? Değildir. CHP yönetiminin yayınladığı yönergede yer alan “Hak arayışlarımızı ve adalet söylemlerimizi belirli zümreler ve olaylar için değil kavramlar ve olgular için kullanmalıyız” önerisi üzerinden somutlayarak soralım: Alevilerin katledildiği Maraş Katliamı, insanların yakıldığı Sivas Katliamı veya Kürtlerin devlet eliyle öldürüldüğü Roboski’nin hakkını ararken Alevi/Kürt demekten kaçınan; bugünün adaletsizliği için bu “olaylardan” bahsetmeyen genel geçer birleştirici önermeler sunan bir yaklaşım aydınlık bir geleceği örebilir mi? “Kürt sorununu sadece biz çözebiliriz” diyerek arkasına yaslanan, nasılın içini doldurmayan, Adalet Kurultayı düzenleyip Kürt sorununu masaya yatırmayan, ‘barış’ demeyi sakıncalı bulup ‘huzur’ diyerek çözüm arayan bir bakışla toplumsal mutabakat sağlanabilir mi?
Oysa statüko karşısında evrensel demokratik değerler ölçeğinde sol-sosyal demokratik düşünce temelinde bir siyasi söylem oluşturabilir ve bu dili toplum bazında yaygınlaştırabilirdik. Refah Partisi’nin çıkış dönemlerinde Kürt sorunu, inanç sorunu ve insan hakları konusundaki radikal söylemlerini ve siyasi yükselişini hatırlayalım. Bir seçim öncesi MHP ile ittifak yapan RP bir sonraki dönemde statüko karşıtı söylemler üzerinden yeni bir kimlik oluşturarak iktidara yürüdü. Benzer durum; çok sayıda alanında iddialı kadın aday kadrosu ve gericilik karşısında laikliğin korunması vurgusuyla Tansu Çiller’e iktidarı getirdi. Tayyip Erdoğan ve AKP kişisel hak ve özgürlüklerin korunması, darbelerle savaş vaadleri ile aydın ve liberal kesimden aldığı destek sayesinde güçlendi.
Beklentiyi karşılayan ve iktidarı getiren bu yaklaşımlarla bu birbirinden sağ partilerin iktidarı aldıktan sonraki yönetsel tercihleri arasındaki uçurum mudur bizi sağ tercihler üzerinden kimlik siyasetine kilitleyen? Sanmıyorum. Buradaki çelişkiyi görmeden statükoya teslim olmak doğru değil. Eksik olan tutarlılık ve samimiyettir. Kendi siyasal kimliğinin dışında söylemlerle iktidar başarısına erişen sağ partiler karşısında bu söylemin asıl ve doğal sahibi olması gereken CHP’nin, onların diliyle muhalefet yapması ve rejim savunması kadar akla aykırı bir durum yoktur. Kendi gibi olmayan, üzerinden dökülen bir kimliğe bürünen bir partinin, gücünü sosyal devlet ve adaletten alan proje ve programlarını anlatabilmesi de güvenilir olması da mümkün değil. Özetle sağ ideolojinin iktidara kadar her anlamda “kullandığı” dil yerine iktidara geldikten sonra açığa çıkan ve gerçek kimliğini yansıtan dil bu ideoloji ile mücadele etmesi gereken/beklenen CHP’nin mücadele aracı olamaz.
Başka nasıl ifade edilebilir? “Ulusalcı/devletçi” ortanın solu bir parti miyiz? Sosyal Demokrat bir parti miyiz? Yoksa iki partili yeni sistemde merkeze yaslanmaya çalışan amorf bir parti miyiz? Biz neyiz ve ne olmaya çalışıyoruz? Üyesinden, yöneticisine, milletvekiline kadar bu sorunun cevabını bulmadan, çelişkilerimizden kurtulmadan, ideolojik olarak ortaklaşmadan ve siyaseten yönümüzü sola çevirmeden geleceği/iktidarı kazanmamız çok mümkün görünmüyor.
Yönetimin hataları
İktidara nasıl bir yoldan gidildiği de iktidara varmak kadar önemlidir. O zaman şunun kararını vermek durumundayız; kimliğinden arınmış, sol değerlerle bağını koparmış ve kendisi olmaktan çıkmış bir örgüt olarak mı yürüyeceğiz yoksa toplumsal muhalefetin tüm renklerini içinde barındıran, dayanışan, mücadele eden evrensel sol-sosyal demokratik bir anlayışla mı yürüyeceğiz? Cumhuriyetin toplumu, değiştiren, dönüştüren aydınlanma devrimlerine sarılarak çağdaşlık yolunda yürümeye devam mı edeceğiz yoksa “günlük siyaset” kaygılarıyla milliyetçi-muhafazakar bir dil benimseyip laik, bilimsel, rasyonel düşünceye ket vurarak temel değerlerimizle mi çelişeceğiz?
Bu sorular ışığında -tersini düşünmek istesem de- son dönemde uygulamaya sokulan bazı yöntem, karar ve usullerin, CHP’yi merkez/merkez sağ bir çizgiye çekmeye yöneldiğini düşünüyorum. Bu konuda örgüte benimsetilmeye çalışılan muhafazakar-milliyetçi dilin yanı sıra dayatılan siyasetsizleştirme çabaları çok önemli göstergeler. Bunlardan bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz:
-16 yıllık blok AKP iktidarının yarattığı ayrışma ve ötekileştirme ile en temel hak ve özgürlükleri tehdit edilen, türü haksızlıkla muhatap olan geniş toplum kesimlerinin Gezi isyanı ile başlayan adalet, özgürlük ve hak talebi ile 7 Haziran seçim sonuçlarında somutlaşan değişim talebi, referandum dayatmasında ancak hile ile sağlanabilen %1lik üstünlükle ertelenmişken CHP’ye düşen, herkes için adalet ve özgürlük talebini kalıcı kılmak ve sokağa yansıyan tepkinin ve sivil toplum inisiyatiflerinin güvencesi olmaktı. Oysa Gezi’de bu güvenceyi sağlayabilmek adına direnişin yanında olan CHP, buradaki rolünü dahi anlatmakta başarısız olmuştur. Ardından iktidarın yarattığı Gezi’nin şeytanlaştırılması sürecinden etkilenerek adeta Gezi’den dem vurmaktan dahi kaçınır tutum almıştır.
-Partili Cumhurbaşkanlığı tasarısı TBMM Genel Kurulu’nda onaylandıktan sonra Anayasa Mahkemesi’ne gidilmemesi, 24 Haziran’ın gelişine yol açmıştır. OHAL koşullarında ifade özgürlüğünün, hak aramanın dahi imkansız kılındığı bir süreçte belki de sonucu baştan belli olan oylamalara katılım dahi sorgulanmalıydı. CHP’nin ortada yönetsel bir ihtiyaç yokken her istediğini zaten yapabilen AKP’nin dayattığı referandum sürecine katılımı vatandaşta “seçim” algısı yaratmıştır. AYM’ye gitmemek de, “normalleşme” algısını pekiştirmiş; yasallaştırmaya olanak sağlamıştır.
– “Anayasaya aykırı ama” diyerek dokunulmazlıkların kaldırılmasına “Evet” denerek seçilmişlerin usulsüzce tutuklanması ve milletvekilliklerinin düşürülmesi karşısında tutum alınması olanaksızlaşmıştır. Yine Irak ve Suriye tezkerelerine “Evet” oyu verilince iç ve dış barış korunamaz olmuştur. Bu destek oyu nedeniyle CHP, şehitlerin acısını elinin tersiyle iterek siyasete malzeme edenlerden hesap dahi soramaz konuma gelmiştir.
-16 Nisan gecesi “mühürsüz seçim”in hilelerini kararlılıkla savunmak yerine açıklama dahi yapmaksızın AYM’ye gidilmemesi, süreci meşrulaştırıcı etkenlerdendir. Geç gelen bir sorumlulukla tüm hataları örtecek başarılı bir çıkış sağlayan Adalet Yürüyüşü’nün yarattığı olağanüstü kabulü doğru okuyamamak partinin mevcut güven sorununu pekiştirmiştir. Onca ayrıştırma karşısında asla yan yana gelmez denilen kitleleri buluşturan, herkesi kucaklayan, kimseyi ayırmadan karşı mahallenin de hakkının güvencesi olmayı getiren bu yürüyüşün ardından süreç yönetip örgütleyemeyerek unutturulmuştur. Bu yürüyüşün toplumda ve dünyada yarattığı etkiyi sönümlemek, sürdürememek gerçekten tarihte örneği bulunamayacak bir kayıptır.
-Dayatılan anayasa değişimi ve rejim dönüşümü karşısında yerli ve milli değerler üzerinden kurulan “Cumhur” ittifakının karşısına iktidarın değerler mühendisliğine, baskısına teslim olarak “yöntemi” meşrulaştırırcasına “Millet” ittifakı ile çıkmak. Bu ittifakın içinde hiç sol unsur bulundurmamak, Erdoğan’ın şeytanlaştırma/kriminalize etme taktiklerini savuşturacak kararlılıkta bur duruş yerine adeta doğallaştıran ve meşrulaştıran tutum almak, %50’ler arasında dolaşan sonucun lehe dönmesi için etkili bir siyaset kurmayı olanaksızlaştırmıştır. Gezi’den, Adalet Yürüyüşü’nden bu yana oy ve güç kaybı yaşayan Erdoğan ve partisinin karşısına mevcut toplumsal talebin ittifakı ile yani “ADALET ittifakı” ile çıkmak, 7 Haziran’da yaşadığı oy kaybını RTRE’ye yeniden yaşatacak güveni sağlayabilirdi.
-Adalet Yürüyüşü’nü gerçekleştirmiş, topluma büyük bir umut ve güven vermiş bir liderin adaylığı ile sonuç alınamayacağının anlaşıldığı durumda partili bir başka aday çıkartmayı değil de SP ile beraber Abdullah Gül’ün ortak aday olarak belirlenmesini düşünebilmek ve bunun somutlaşması için uzlaşı aramak, partisine güvenmeyip kaybı baştan kabul etmek ve iktidarı sağa teslim etmek anlamına gelir. Bu yanlıştan zorunlu olarak dönülmüş olsa da tercih ve tutum Muharrem İnce ile parti oyu arasındaki farkın önemli sebeplerinden biridir.
-Adalet Yürüyüşü ve Adalet Mitingi ile başlayıp, 24 Haziran seçimlerinde devam eden CHP bayrağı yerine sadece Türk bayraklı propaganda; “Kışlaya, okula, camiye siyaset sokmayacağız” derken TBMM’ye dini sokarak “besmelesiz kesilen et” üzerinden muhalefet kurgulanması; parti yönetimi tarafından “Dini konular hakkında konuşmayın, Genel Kurmayı eleştirmeyin, çocuğun cinsel istismarı hakkında açıklama yapmayın” şeklinde yönergeler verilmesi vb kararlar siyasetsizliği yerleştirmiştir.
27. dönemden beklenenler
24 Haziran seçimleri sonucunda rejim değişmiştir. TBMM, tüm yetkilerinden arındırılmış; kimsenin sorgulanamadığı; soru önergesi dahi verilemeyen bir kurum haline getirilmişken yığınların umudu olan CHP’nin bir kez daha normalleştirmeyi üstlenerek parlamenter sistem varmış, yetki varmış gibi “TBMM’de etkin siyaset yapacağız” diyebilmesi aymazlıktır. Laikliği açıkça hedef alan, kalıcı bir gerici rejim için nefer gibi çalışan ve her fırsatta Genel Başkanımızı, partimizi hedef gösteren İsmail Kahraman’la helalleşilmesi de aymazlıktır. Sistemin işlevsizleştirdiği parlamentoyu ve milletvekilliğini sadece grup başkan vekillerinin popüler olma yarışına açık bir oyun bahçesine çevirmek günü kurtarmaya dahi yetmeyecektir. Dönemim ilk günlerinde şunlar göze çarpmakta:
-Soma cinayeti sanıklarının bir bir beraat ettirilişi can yakarken açık ihmalin aşikar olduğu Çorlu tren kazasını siyasileştirmeyen bir CHP sözcüsü;
-“Cumhuriyetin 3. Dönemi başlamıştır. Cumhurbaşkanımızı kutluyorum” açıklaması yapan ve rejimi korumak adına Cumhurbaşkanlığı adaylığı için adı düşünülebilmiş bir CHP milletvekili;
-Sivas Katliamı’nın 25.yılında Sivas’a gitmeyen İnsan haklarından sorumlu genel başkan yardımcısı ve 7 Haziran sonrası önseçimle gelmiş olup toplumsal olaylara duyarlı milletvekillerinin kişisel iradesi sonucu 100 vekille katılım sağlanmışken, 25.yılda 2 Alevi genel başkan yardımcısı ile 5 kişilik bir heyet;
-Sivas katliamının ardından Madımak Oteli yerine bir hakikat merkezi kuracak yerde katillerin isimlerini kurbanlarınki ile yan yana yazılması; iktidarın, hükümet aleyhine slogana müdahale tehdidini savuran valisi ile birlikte acı sahibi ailelerin ve derneklerin yıllardır protesto ettiği resmi törene katılan, seçmenine kulak tıkayan – Alevi olan bir önceki vekilin yerine getirilmiş- bir Sivas milletvekili;
-Cumhurbaşkanı yemin töreninde “ayağa kalkmayacağız” siyasetsizliğinde sığ bir protestoyu marifet gibi duyuran bir Grup Başkan Vekili;, etkisiz mecliste etkin muhalefetten medet uman bir yönetim;
-Yeni rejimin ilk KHK’sıyla ihraç edilen akademisyenler için resmi bir açıklama yapmayan bir yönetim. 9 Eylül Üniversitesi önünde Demokrasi güçlerinin kalabalık katılımlı basın açıklamasına 14 milletvekilli İzmir’de sadece iki milletvekili ile temsil
-Temel Karamollaoğlu için Che Guevera benzetmesi yaptıktan sonra şimdi de “CHP’nin sorunu altı oktur” açıklaması yapan genel başkan baş danışmanı.
Bunun gibi kurumsal biçimde tekrarlanan daha onlarca tutuma bakıldığında, gözlemcide neredeyse bilinçli bir parti tercihinin söz konusu olduğu izlenimi uyanıyor.
Oysa ne yapılmalı? Diğer %50 tarafına nasıl bakmalıyız?
Muhalefete yönelik tüm baskılara, yok saymalara, kutuplaştırmalara, hatta oy çalacak kadar ahlaksızlaşan bir siyasete rağmen “Cumhur ittifakı” istediği oy oranını yakalayamadı. 24 Haziran baskın seçimi öncesi AKP’ye beklenen oy bir türlü gelmiyor. Yenildiler, çünkü 7 Haziran sonrası “İstikrar için koalisyon kötüdür, tek başına güçlü bir iktidar gereklidir” diyenler, “korku ittifakı” kurmak ve güç kaybını itiraf etmek zorunda kaldı. Artık halka anlatacakları hiçbir politikaları yok; adalet, barış, istikrar ve özgürlük değil daha çok savaş, daha çok baskı vaat ediyorlar. Çünkü muhalefet, tüm farklılıklarına rağmen birleşebiliyor. Ancak toplumu ayrıştırarak, ötekileştirerek siyasi erk elde edebilenler, toplumu birleştiren bu demokratik tavır karşısında ne yapacağını bilemiyor. Ülkede yayın yapan tüm medya organlarının %95’i ellerinde olmasına rağmen korkuyorlar. Sonuçta;
- Tek Adam olma hayli ile yola çıkan Tayyip Erdoğan’ın Devlet Bahçeli’nin onayı olmadığında hükmü kalmadı, onlar artık bir ittifakın iki yarısı;
- AKP, tek başına parlamento çoğunluğunu kaybetti ve oy oranı 7 Haziran’ın da gerisinde kaldı, MHP’siz karar alamaz konuma geldi;
- Seçim öncesinde minik sinyallerle seçim sonrasında hapisteki bir mafya babasının doğrudan ayar vererek uyarmasıyla belirginleştiği üzere, ittifak şimdiden çatırdadı;
- Yeni sistem ve oluşan yeni siyasi dengelerin sonucunu kestiremeyen AKP’lilerde güvensizlik var ve parti içi gerçekten karışık.
Kazanan %50 üzerinden kendi lehine siyasi okuma yaparak sahte bir zafer ilan eden adamın karşısına kendi %50’si üzerinden kazançları konuşmayan, umudu ve mücadeleyi diri tutmak yerine karşının zaferini kabul ederek meşrulaştıran siyaset kaybetmeye mahkumdur ve oyun kuramaz. “ %50’yi evde zor tutuyorum” diyerek yola çıkan ama hileli %50’yi bile elinde tutmakta zorlanan buçuk adam iktidarını deşifre eden, zorlayan ve umut inşa ederek inanç ve kararlılıkla yürüyen bir yapıya ihtiyaç var.
CHP’nin, toplumun yüksek talebini karşıladığı her adımda aynı yüksek duygu ile kabul gördüğü gerçeğinin inkar edilmediği; bu kabulün profesyonel bir analizle ölçümlendiği ve stratejiye dönüştürüldüğü; gücünü kendi kurucu değerlerinden/sol kimliğinden alarak dönüştüren, ilerici bir yaklaşımın benimsendiği gün değişim gerçekleşebilir. Örneğin Adalet Yürüyüşü’nün yakaladığı başarı; Muharrem İnce’nin iktidarın şeytanlaştırdığı, kendi partisinin tabu görüp kaçındığı konulara ilişkin somut söylemleri ve temsili; Selahattin Demirtaş’ı ziyareti; “Kürt sorunu” demekten kaçınmayarak 3 B formülü ile barışacağız, birleşeceğiz, büyüyeceğiz bakışını ve ana dil vaadini meydanlara taşıması göstergedir. Bu farklı yaklaşım partinin oyunun çok önünde bir oy almasını sağlamıştır ve bu kim ne derse desin açık bir başarıdır.
Başarısızlığı analiz dahi etmeyerek fatura kesen yönetim başarı getirmez. Ancak Muharrem İnce’nin sadece seçim gecesine kadar süren, ilk kriz yönetiminde dağılan, gerçekçi bir analiz ve sağlıklı bir süreç yönetimi yerine lider yarışına dönüşen tutumu da başarı getirmekten uzak kalacaktır.
Tüm bu olgular karşısında görülüyor ki CHP’nin ihtiyacı, kendi dilini kullanarak, solun vicdan ve ahlak ortaklığı ile cesur çıkışlar yapmasını sağlayacak köklü bir değişimdir. Bu değişim, sorunlar ile yüzleşmeden; dönüşümü sağlıklı, toplumsal ve bilimsel analizlere dayandırmadan; kararlı ve cesur bir duruşu benimsemeden gerçekleşemez. Önce örgüt yapısı, program ve tüzük üzerinde çoğulcu ve akılcı bir yenilenme çalışması yapılmalıdır.
İşte tam da bu nedenle SOL ve sol düşünceyi jargonlardan kurtarmış, içselleştirmiş bir CHP ülke için zorunluluktur.!
*Metin Altıok
*Zeynep ALTIOK AKATLI
25. ve 26. dönem
İzmir Milletvekili
z.altiok@gmail.com