“saklı kent bıktım seni kuşatan
kendi çadırlarından kör kılıcına
tuğlalarla örülmüş yanık sulardan
bıktım bana uzaklığı öğreten di’li geçmiş zamanın yazılmış kuşatma günlüklerinden taş perdeleriyle bir gize doğru yelken açan kent göremiyorum seni”**
Her şeyin görünmezleştiği, tüm değerlerin eritildiği, yozluğun ve tekdüzeliğin hakim kılınmak istendiği yeni bir düzendeyiz. Bu düzen düşüncenin, çeşitliliğin, özgünlüğün, estetiğin ve yaratıcılığın karşısında. Bu düzen, baskı ve hegemonya ile dayattığı yeknesaklığı neoliberal politikalar üzerinden kamusal alana da taşıyarak yerini sağlamlaştırıyor. Bu anlayışın gelip dayandığı nokta kentte yaşayan hiç kimsenin söz hakkını tanımayan, insanların geçmişleri ile bağının gelecek kuşaklara kültürel aktarımını yok eden, bilgi ve yaşam deneyiminin bir adım ileriye taşınamadığı; bireyin duygusuz, keyifsiz ve vasat bir ortamda, ancak sistemin çarklarının dönmesi için alabildiğine sömürülerek tutunabildiği bir yaşam.
Oysa demokratik bir ülkede, kentler, o ülkede yaşayanların olmalıdır. Kentler, gelecek kuşaklara sosyal, ekonomik ve kültürel değerler aktaran, hayatın her alanında aktif ve kolektif olanaklar sunarak özgürlüklerin yerleşmesi ve kalıcı olmasını sağlayan merkezlerdir. Kentte yaşayanların ortak ve farklılaşan gereksinimlerini karşılayan ve kentte yaşamaktaki herkesin eşit faydasını düşünerek hizmet sunan bir yerel yönetim anlayışı bireye sunulan hizmetten daha öte bir fayda sağlayabilir.
Kuramcılar ve kent anlayışı
Richard Sennett tarafından kaleme alınan kent kültürü üçlemesinin ilk kitabı, “Kamusal İnsanın Çöküşü”, modern zamanlarda kamusal yaşam ile özel yaşam arasındaki değişimi gözler önüne seriyor. Bir yandan da modern zamanlarla ilgili alışılmışın dışındaki hikayelerle yeni bir bakış geliştiriyor. Bir yirminci yüzyıl kavramı olan ve çok tartışılan “kamu” kavramı üzerine Habermas da çokça eğiliyor. “Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü”nde, baştan sona bir bütün olarak kabul edilen “kamu” kavramı analiz edilmiştir. Oysa Sennett’ın, genel bir kamu kuramı zemini oluşturmak ya da olanı eleştirmek ve geliştirmek gibi bir projesi olmadığı anlaşılıyor. Üstelik “Kamusal İnsanın Çöküşü” bütünden hareket etmiyor; şehir hayatını öne taşıyarak sokaktan, parktan, bahçelerden, AVM’lerden -topladığı fragmanlardan- bir bütün oluşturmaya, onların ardındaki benzerlikleri okumaya çalışıyor. Önemli olan da, insan yaşamında ıvır zıvır olarak görülebilecek bir sürü olayın geniş bir kamu anlayışıyla derlenmesi ve toparlanması. Bu bakış, kitabın tarihten sosyolojiye, psikolojiden sosyolojiye kadar geniş bir açılım getirmesini sağlıyor.
Sennett’in yazmış olduğu kitap, salt insanlara atfedilen kamusal rollerle ilgili değil; özellikle 18. yüzyıl Avrupa burjuvazisinin yaşamlarını sürdürdükleri iki büyük şehirde, Londra ve Paris’teki kamusal yaşamın, 19. yüzyıldan itibaren özel yaşamın artan baskınlığı içinde nasıl ezildiğini açıklıyor. Böylece ortaya modernliğin trajedisi de çıkıyor. Tabii önemli olan da, bu serüvenin içinde bireyin “eylemi” ve “hissettiği”. Bütün bunların arkasında ise modern insanın, 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren sadece sınırsızca genişleme eğilimi gösteren bir piyasaya ve meta üretimine maruz kalmadığı, aynı zamanda da ‘eylemi’ ile ‘duygusu’, ‘yaptığı’ ile ‘hissettiği’ arasındaki mesafeyi kaybettiği savını detaylandırması yatıyor.
Gerçekten de şehir yaşamında insan sokağa çıktığı andan itibaren kentin ağırlığını üstünde taşımaya başlayıp, ulaşımdan, sosyal alanlara, iş merkezlerine kadar birçok sıkıntının içinde hemhal oluyor. Çağdaş belediyeciliğin önemi işte tam da burada netleşiyor. Bu yükü olabildiğince hafifletecek araçlar sunularak yaşamın zenginliği, mutlu bireyler ve verim sağlamak çağdaş belediyeciliğin esas görev alanı olarak karşımıza çıkıyor. Kentler artık bireyin özel hayatıyla bütünleşir bir boyutla geliyor karşımıza. Birey için özgünlükle sunulan temel ihtiyaç ve hizmetlerin yanısıra duygusal ve kişisel gereksinimlere de yer açan bir anlayış belirleyici ve kalıcı olabiliyor. Bunun için Sennett zaman zaman genelgeçer davranış kodlarına da değiniyor. Modernlikle birlikte özel yaşama tutsak olan insanların kamudaki sessizliğini, yalnızlığını, yaşayan değil de salt seyreden bir insan haline gelme tarihini inceliyor. Bütün bunların sonucunda da günümüz insanının nasıl güdükleştiğinin altını çizmeden edemiyor!
Kaçış…
Geçtiğimiz günlerde Konda ve New York Times iki ayrı konuda çarpıcı veriler paylaştı. Konda araştırmasının verileri mutsuzluğun arttığını işaret ediyor. NYT ise Türkiye’den dış ülkelere özellikle yetenekli ve varlıklı kesimden ciddi oranda göç artışından söz ediyor. Sadece son bir yıl içinde yurt dışına göç artışı %42. Bu iki veri birbirini doğrulayan çok önemli kodlar içeriyor kanımca. Bireysel hak ve özgürlüklerin bu denli kısıtlandığı, baskının her geçen gün arttığı bir ülkede yanlış iç ve dış politikaların sonucu olarak giderek kötüleşen ekonomik koşullar göz önüne alındığında hiç düşünmediğimiz bir başka açıdan da bakalım isterim duruma.
Yaşadığımız kent ve bize yaşattıkları bu anlamda çok önemli. Gurbet en varlıklı, en korunaklı koşullarda bile zordur. İşin içine alışkanlıklar ve özlem girer. Yeni Türkiye’de yaşadığımız kentler bizi alışkanlıklarımızdan da kopartıyor. Çocukluğumuzun izleri olmayan, anılarımızın yok olduğu kentlere sıkışıp kalıyor, renksiz ve mutsuz hayatlara mahkum ediliyoruz. Uşak’ta, İzmir’in Aliağa veya Torbalı ilçelerinde, Manisa’da, Adana’da ve daha nice kent meydanlarında zevksiz, hiçbir estetiği olmayan ancak “milli ve yerli” kodları yaşamın içinde önümüze getirmekle görevli fabrikasyon çelik tuğralar yükseliyor. Ankara’da meclis girişinden, lağvedilen Cumhurbaşkanlığı konutunun önüne birçok köşeye koyulan dev pleksi harflerle “15 Temmuz Destanı” yazıları başka kentlerde de karşımıza çıkıyor. Gerici zihniyetin heykellere tüküren ve bunu marifet sayan, cehaletten beslenen yerel yönetim anlayışının neoosmanlı heykelleri onlar. Sanat eserlerine düşmanlıkta sınır tanımayanlar mahalle çocuğu edasıyla “kimsin sen ya?” diyerek küçümsedikleri usta sanatçıların kente bir bellek sunan, toplumsal olaylara odaklı eserlerini hunharca kaldırarak yerlerine meşhurluk ve büyüklük ölçütü ile sergilenen dev kirazlar, kayısılar, gravyer peynirleri, çaydanlık ve kedi heykelleri yerleştiriyorlar.
Birbirleri ile yükseklik ve büyüklük yarışında mega ve ultra
mega alışveriş merkezleri; pardon shopping mall’larla donatılmış caddelerden
meydanlardan geçerken Güngören’de mi, Bayraklı’da mı, Kayseri’de mi olduğunuzu
şaşırdığınız kentlerin hizmet ve övünç ölçütü kaç metrekare beton, asfalt
döküldüğü ile tanımlanıyor. Yerel olan tüm kültürel zenginlikler eriyor,
bunları yaşatan el emeğini, göz nurunu, otantik ya da dalından, taze olanı
yaşatmaya çalışan üretici, esnaf fakirleşiyor, yok oluyor. Sokak satıcısıyla
selamlaşılan; bakkalla, kasapla sohbet edilen; kahvelerinde hemşehriler ile
söyleşilen mekanlar yok edildikçe her anlamda yoksullaşıyoruz. Geçmiş, gerçek,
yaşam, güzellik, heyecan yok oluyor. Paylaşmak ve bir arada yaşama kültürü,
dayanışmanın yok edilişi hissiz ve sorgulamayan bir toplum yaratıyor. Bu
toplumun sokakta yürürken yanından geçtiği insanlar yaşamı daha da zorlaştıran
ve kalabalıklaştıran, iki lokmanın birine ortak görülen potansiyel düşmanlara
dönüşüyor. Her anlamda hoyrat ve bencil, düşünmeyen bir toplum özenle
yaratılıyor.
“içinden görmek istiyorum seni
dinlemek daha da bir güze doğru
çimenlerinden geçen serin esintiyi
yıkanmak derin saatlerinde denizinin
yarı aydınlık sokaklarından geçmek ve eski
bir balıkçının uslanmaz merakıyla
ağ atmak akşama karşı sularına
yanan alnımı su mermerinin
karnına koymak ve uyumak
yorgun savaşçının
tütün ve barut kokusuyla uyumak bir
hayvanın
karlı sınırlarını aşmak bir yaza doğru”*
Oysa bir düşünün 100 yıl evvel büyükbabanızın
müdavimi olduğu bir mekanda yemek yiyebildiğiniz, köşede tariflerini nesillere
aktaran pastaneler, şekerciler; parklarında beton zeminde çirkin havuzlara ya
da saksılara hapsedilmemiş asırlık ağaçların gölgesinde yürüdüğünüz, asfalt
dökülerek otomobillere terk edilmemiş tarihi köprülerin olduğu bir kentte
yaşayan ve birbirinin farkında insanlar arasında olsanız çeşitli nedenlerle göç
ettiğiniz bir ülkeden geri dönmek için değil o kenti terk etmemek ve kuşatılmış
olduğu durumdan hepimizi kendi evimizde tutsak eden anlayıştan kurtarmak için
ne çok sebebiniz olurdu?
Çağdaş belediyecilik tanımı yaparken biraz da buradan bakmak
gerek. Belki de o kentin sakinlerine kendi istek ve talepleri doğrultusunda
hizmet sunan, onları mutlu edecek somut ve soyut yaşamsal zenginlik ve
olanaklar sunan bir hizmet biçimi, mutluluk vaadi olmalı yerel yönetimler.
Kenti, dolayısıyla da kentlinin geçmiş ve geleceğini koruyup iyileştiren bir
anlayış aynı zamanda sosyal bir bilinç ve kolektif bir hak talebi getirecektir.
Bugün en çok ihtiyacımız olan farkındalık, eğitim, bilinç ve dönüşüme olanak
tanıyacak kişisel ve bireysel yolculuklar için sunulacak çeşitliliği, deneyim
ve alışkanlık ile vücut bulan zenginlikler sağlamak esasına dayalı bir yönetim.
Duyan, gören, dinleyen ve kendisini yönetici değil ev sahibi olarak gören bir
anlayış mutlu bireyler demektir. Nitekim İnsani Gelişme Vakfı’nın raporuna göre
insanların en iyi yaşadığı, en iyi hizmeti aldığı yani insani gelişmenin en
yüksek olduğu 30 ilçe belediyesinden 19’u sosyal demokrat anlaşıyla yönetilen
CHP belediyeleri. Listeye bu sene giren 14 belediyenin 9’u yine CHP’si
belediyesi olarak karşımıza çıkıyor. Belediyelerin yönetişim, saydamlık, sosyal
kapsama, sosyal yaşam ve çevresel performans kriterlerinin yüksek olduğu bu
kentlerde mutluluk oranı da buna paralel olarak yüksek.
*Daha iyi yaşamak için çabalayan insanların vazgeçilebilir ama ufak ihtiyaçları ile vazgeçilemez temel ihtiyaçlara erişiminin azımsanmaksızın eşitlenebilmesi için çalışan yerel yönetimler aracılığı ile günlük yaşam rutininin uygar ve çeşitlilik gösteren bir deneyime evrilmesi “görünmez kentlerden” görünen hatta kendini gösteren katılım sağlayan insanlara dönüşen bir nefes olacaktır. Özetle, üretim döngüsü olmayan beton ekonomisinde “iş bitirici belediyelerin” merkezi yönetime katkı sağlayan “rantsal dönüşüm” odaklı “kentsel yok oluş” anlayışının karşısına kent sakinlerini duyan, onların ve kentin haklarını tanımlayan ve koruyan, katılımcı ve demokratik bir yerel yönetim koymak gerekli. Tarihi ve kültürel mirasa, çevreye ve doğaya, insana saygı duyan eşitlikçi yönetimin kentine ve haklarına sahip çıkan bireylerle yakın teması yitirmeksizin hizmet sağladığı yerel demokrasi ve özgürlüklerinin bilincinde bir toplum için çalışması, mutluluk ve en az o kadar önemli bir başka geri dönüş getirecektir;:Güven.
Bugün hepimizi kuşatan ve içine çeken baskı girdabının içinden çıkabilme yolunda ana muhalefet partisinin son derece başarılı program ve çözüm önerilerini iktidara taşımak için yakalayamadığı güven, ancak mevcut katılımcı ve demokratik yerel başarı öykülerinin ve sosyal demokrat belediyeciliğin iktidarın yok ettikleri karşısında vatandaşa sunduklarının bilinmesi ve yaygınlaşması ile mümkün olabilir. Kamusal alanın halka açılması; o alanda üretimden tüketime, sanattan eğlenceye ortaklaşan ve çeşitlenen yaşam; kişisel özgürlüklerin üretim ve esere, katkıya dönüştüğü ve bu katkının tüm kent sakinleriyle paylaşıldığı anlayış, kesif sis içinde görüş alanımızı tanımlayacak “yazılmış kuşatma günlüklerinden” çıkışımızı sağlayacak ışıktır.
*Zeynep ALTIOK AKATLI
25. ve 26. Dönem İzmir Milletvekili
z.altiok@gmail.com
**Cevat Çapan / Surlar ve Deniz