Amed şehrim benim
Sende saklı tüm düşlerim
Amed yaram benim
Sende kaldı tüm düşlerim*
Kimbilir kaç kez gittim Diyarbakır’a?
İlk görüşte aşk bizimkisi…
İlk gidişim Efes Pilsen Blues Festival için. Bir reklam ajansında yöneticiydim. Diyarbakır’da bir beyaz yakalı yani. Markam Efes Pilsen’in ülkemize kazandırdığı kültür-sanat buluşmalarından biri için 2009 yılında tanıştım Diyarbakır’la. Şimdi hemen “hah işte çözüm süreci başladığı için” diyenler olur. 2004’te de vardı festival. 23 yıl boyunca Anadolu’nun her köşesine blues müziğini götüren Türkiye’nin ilk ve tek blues festivali ne yazık ki artık yok. Bunca yok edildiğimiz günlerde bu festivalin eksikliğinden bahsetmek abes gibi gözükse de Türkiye’deki gerici, yıkıcı, yok edici anlayışı tüm boyutlarıyla kavramak için, iç içe geçmiş engellemeler sarmalından ve ruhumdaki çarpışmalardan başlamak o kadar da abes olmasa gerek. Yani öyle bize ısrarla enjekte edildiği gibi yıllardır “kopmuş”, başkaldırmış, bölünmek isteyenlerin yaşadığı bir coğrafyada değildik. İnsanların bir arada olabildiği, hayatı paylaşabildiği günlerdeydik. Evet, yılların acıları olanca ağırlığı ve çözümsüzlüğüyle orada öylece duruyordu. Evet, umutsuzluk, isyan, öfke, serzeniş hepsi vardı. Ama çözümsüzlük asla orada değildi.
Sokaklarında blues’un ağıtlarla, türkülerle buluşabildiği günlerden sokaklarında top, tüfek sesleri ve çığlıkların yankılandığı Diyarbakır’a nasıl geldik? Diyarbakır kanıyor! Tüm düşlerimle birlikte kanıyor.
Sonraki yıllarda, anlamak, tanımak, yüzleşebilmek için defalarca gittim Diyarbakır’a. Jitem zindanlarının “restore” edildiği, restorasyon kazıları sırasında insan kemikleri bulunan meşhur karargahın cicili biçili boyandığı günlerde oradaydım. Düşünceleri ve yazıları nedeniyle yaşamının 11 yılını hapishanelerde geçirmek zorunda bırakılan ve 1992 yılında öldürülen gazeteci, yazar Musa Anter’in insanlarını, yaşadığı yerleri ziyaret ettim. Onun canını alan devletin 2011 yılında kendi savaş uçaklarıyla bombalayarak katlettiği insanların, çocukların yanına gitmek için yola çıktığımda yine Diyarbakır’dan geçti yolum. Çözüm sürecindeydi bölge, Roboski Katliamı yaşandığında. “Barış” diyordu savaş uçaklarına emri veren. Herkesin çözüm sürecine inandığı günlerde barış buluşmalarına, toplantılarına gittim. 7 Haziran’da iktidar partisinin yaşadığı hezimetin ardından şiddet ve korku, adeta tercih edilen çözümsüzlüğün harcı oldu. Tüm hukuk kuralları ihlal edilerek zorla sürüklendiğimiz 1 Kasım seçimlerine yönelik bir malzeme olarak şiddetin kullanıldığı günlerin ilk bombası Diyarbakır’a düştüğünde ne Suruç’u, ne Ankara’yı öngörebilirdik. İnsanlıktan bu kadar uzaklaşılabileceği, her türlü siyasi ahlaksızlığı beklediğimiz halde aklımıza gelemezdi. Seçim öncesi yaratılan çatışma ortamında “istikrar” diye kükreyenlerin, halkı beyaz Toros’larla tehdit edişi de -seçim sonrası istikrar sağlamak şöyle dursun- Hitler Almanya’sının soykırım anlayışını ve şiddetin her türlüsünü bir rejime dönüştüreceklerinin habercisi gibiydi. Diyarbakır’a son gidişim, hiçbir yasal dayanağı olmaksızın valilikler tarafından Güneydoğu’da ilan edilen sokağa çıkma yasaklarının yarattığı hak ihlallerini incelemek üzere CHP’nin görevlendirdiği kadın vekillerden oluşan 6 kişilik heyetle birlikte oldu.
Hiçbir acısıyla yüzleşmemiş bir ülkenin en derin acılarından biri yaşatılmıştı bana. Fark edişim bundan değil. Farkında olan, söz söylemekten çekinmeyen, hesap sormak için ses veren ve bu nedenle yaşamına son verilenlerin yetiştirdiği nesildendim. Bilerek büyüdüm, başıma geldi, yaşadım. Kendi yaşadıklarımdan sıyrılıp başkalarının yaşadıklarına kulak vermek istedim. Bizim yetiştirdiğimiz nesil de bilsin ama yaşamasın isterdim. 25 Aralık 2015 günü Diyarbakır’da sokağa çıkma yasağının 23. gününde beni en çok çarpan cümlelerden biri şuydu: Bugün hendeklerde, dağda dediğiniz çocuklar 90’larda işkence edilen, öldürülen insanların çocukları. İşte önümüzde üzerinde çok düşünülmesi gereken şu soruyu da biz sormalıyız o zaman: Peki ya bunların çocukları ne yapacak?
Koca adamların gözyaşlarını tutamadığı görüşmelerde benim de boğazım düğümlendi. Döndüğümden beri kalbimin üzerine çöreklenen sıkıntıyı dağıtamadım. Elim kaleme anca varabildi. Diyarbakır kan ağlıyor. Diyarbakır yok oluyor. Muhtarlardan biri “Beyaz Toros’lar dediler ranger’larla geldiler. Bizi öldürmek istiyorlar. Onu başkan yapmaktan başka çaremiz yok. Yoksa bizi öldürecekler.” diyor ve ekliyor “O iş öyle kolay değil. O zaman atsınlar kimyasalı kökümüzü kazısınlar! Yeter ki işkence etmesinler artık! “ Gelen yardımı dağıtmak için güvenlik güçleri tarafından çağırılarak ekmek dağıtmak üzere mahalleye gönderilen bir başka muhtar 50 ekmekle mahalleye girdiğinde güvenlik güçlerinin sokakta bekleyenlere ateş açtığını, 20-25 kez ateş edildiğini ve geri döndüğünde 45 saat çıplak şekilde gözaltında tutulduğunu aktarıyor. Terör örgütüne ekmek vermekle suçlandığını, mahkemeye çıkarıldığını ve döndüğünde gidecek evi kalmadığını anlatıyor. Bir başka muhtar “sen hendeğin muhtarısın” denerek gözaltına alındığını ve “sana örgüt kıyafeti giydirip sokağa yatıracağız, öyle fotoğrafını çekeceğiz” diye tehdit edildiğini anlatıyor. Aileler korku içinde. Çocukların can güvenliği yok. 4 yaşındaki kız çocuğunun, babasının vücudunda silah yarası var mı diye akşamları bedenini kontrol ettiği; babası gelene kadar titrediği günler yaşanıyor. Travmalar içinde yoğrulan bu çocuklar nasıl yetişecek?
Bölgede görüştüğümüz insanlar birbirlerinden habersizce Türkçeyi yarım yamalak konuşan, göbeğine kadar sakallı, resmi elbiseli, kim olduğu bilinemeyen timlerden söz ediyor. Kendi aralarında yabancı bir dil konuşan bu tim tarafından sokaklarda tam bir terör estirildiği anlatılıyor. “Çocukları dövüyor, işkence ediyor, yoldan geçen hayvanları bile zevk için öldürüyorlar. Öldürülen insanların cenazeleri at ve eşek ölüleriyle birlikte oracıkta kalıyor. Bunca soğuk günlerde elektrik, su yok. Çöpler toplanmıyor. Eğitim ve sağlık görevlileri devlet tarafından bölgeden çekildiği için salgın hastalık tehdidine karşı önlem alınamıyor. Okullar zaten bombalanmış, yanmış. Esnaf kepenk açamıyor. Yaşam durmuş vaziyette. Sokağa çıkma yasağı uygulanan 6 mahalle var. Bu mahallelerin çeperinde resmi yasak olmayan mahallelerde de durum farklı değil; fiili olarak yasak var. Kimse sokağa çıkamıyor. Daimi çatışma hattındalar. Sokakta kimse yokken bile gün boyu helikopterlerle gaz sıkılıyor. Batıda bizlerin gazla tanışmasından çok önceleri sıklıkla gazla sınanan “tecrübeli” insanlar var karşımızda. “Bu gaz çok başka. Çok yakıcı. Evlerimizin içine siniyor. Gaz yüzünden ölen insanlar oluyor” diyorlar.
Selin Sayek Böke, Gamze İlgezdi, Nurhayat Altaca, Melike Basmacı ve Elif Doğan Türkmen’le birlikte polis barikatı ile çevrelenmiş yasağın olduğu bölgeye gittiğimizde Darkapı meydanında çok sayıda polis yaktıkları ateşin çevresinde bekliyor. Sadece gözlerini görebildiğim bir polis, barikatın arkasına geçemeyeceğimizi; can güvenliğimizi sağlayamayacaklarını söylüyor. Yeri gelmişken hatırlatmakta fayda var. Biz Diyarbakır’dan ayrıldıktan birkaç gün sonra CHP milletvekillerinin sokulmadığı Sur’da Hürriyet gazetesi yazarı İsmet Berkan bölgede kendisine tahsis edilen “makam panzeri” ile dolaşabildi. ‘Sorunu Erdoğan çözer’ temalı yazı dizisinde bolca turistik mekan tanıtımı ve elektronik cihaz merakı olanlar için zırhlı araçta bulunan ışıklı, bol düğmeli oyuncaklarla ilgili faydalı bilgiler yer alıyor!
Barikatın önünde mahalleye giriş yapmak istediğimizi tekrar aktarıyoruz. Elif hanım barikatın hemen arkasında kepenkleri yarı açık bir dükkan görünce ısrar ediyorum. Oraya kadar geçeceğiz, insanlarla konuşmak istiyoruz diyoruz. Daha önce bölge vekillerini şiddetle engelleyen polis bize karşı daha anlayışlı. Her nasılsa o kadarına ses etmiyorlar. Erzak bulmak için yollara dökülmüş yaşlı teyzeler, kadınlar sarıyor etrafımızı. Bozulmasın diye kuruyemişlerini havalandırmak için özel izin alarak kepengini aralamış esnafı dinliyoruz. Hemen yanındaki berber dükkanına girdiğimizde Tahir Elçi ile göz göze geliyorum. Tezgahın üzerindeki günlük gazetenin ilk sayfasından gülümseyerek bakıyor bana. Çok değil birkaç ay önce, Suruç Katliamı’nın hemen ardından olağanüstü toplanmaya çağırdığımız mecliste katliamın araştırılması için teklifimiz reddedildiğinde yine CHP heyetiyle bölgeye incelemeler yapmak üzere geldiğimde STK ve meslek örgütleriyle buluştuğumuz masada birlikte oturmuştuk. Onu son görüşüm oldu!
Bir süre sokakta rastladığımız insanlarla konuşuyoruz. Gözlerinde keder ve dehşet var. Bir arka sokağa dahi geçmemize izin verilmiyor. Basın açıklamamızı Tahir Elçi’yi yitirdiğimiz yerde onu da anarak yapmak istiyoruz. Bu da mümkün değil. Hasar gören sokakları ve Kurşunlu Camii’ni görme talebimiz de reddediliyor. Basın açıklamamızı kurşun sesleri eşliğinde tamamladıktan sonra evlerini eşyalarını bırakıp mahalleden çıkmak zorunda kalan ailelerle buluşmak üzere yola çıkıyoruz. Herkes akraba evlerinde. Bir evde çoluk çocuk 27 nüfusla 23 gündür yaşayan aile gelişimizden umutlu. Kiminin evi artık yok. Eşyaları da öyle! Kucağıma yerleşiveren küçük Bahar’ın suskunluğu kalbimi acıtıyor. Bahar başını yaslıyor göğsüme, çıtı çıkmıyor. Konuşmuyormuş hiç. 10 yaşlarında ağabeyi bize yardımcı olmak için göç etmek zorunda kalan, esnaf ve babalarla karşılaşabileceğimiz kahveleri tarif ediyor. İnsanlar yılgın, insanlar yorgun, kederli ve acılı.
Onlardan ayrılıp esnafa kulak vermek üzere buluşma mekanına geçiyoruz. Bütün acıların ortasında ekonomi ile ilgili sorunları konuşmaya sıra gelmiyor. Her söz alan arkadaş “önce can” diyerek biraz da mahcup yanıtlıyor sorularımızı. Diyarbakır’ın Sur ilçesi; İzmir’in Kemeraltı’sı, İstanbul’un Taksim’i Mahmutpaşa’sı Kadıköy’ü. Hem ticaretin hem kentin merkezi. Zarar gören mallar, ödenemeyen kiralar, krediler, çekler bireysel olarak iş sahiplerini değil bütün kentin hatta bölgenin ekonomisini zorluyor. Bir iş sahibi sitem ve isyanla “Bizi bitirmek istiyorlar. Canımızı kurtarırsak bile barınamayalım, karnımızı doyuramayalım istiyorlar. Bakın Keçiören’de yangın çıktıktan saatler sonra kredi ertelemeleri, yardım ve teşvik paketleri açıklandı. Burada bizi görmüyorlar” diyerek çözümsüzlüğü vurguluyor.
Çözüm için atacağımız adımları değerlendireceğimiz, gözlemlerimizi, dinlediklerimizi aktaracağımız bir rapor hazırlığı için çalışmamızı sürdürmek üzere yola çıkıyoruz.
Aklım Diyarbakır’dan kopmuyor. İlk görüşte vurulduğum kentin acıları benim de yaram oluyor. Can kayıplarının olduğu yerde, bunca acı yaşanırken tarihi mirastan söz etmek de blues’dan bahsetmek kadar abes olsa gerek. Oysa bölge insanının geçmişi ve yaşanmışlıkları ile bağını kopararak tamir edilmez bir tahribat yaratacak olan tarih ve kültürel miras talanı yaşanıyor Diyarbakır’da. Unesco korumasında olan Sur ilçesinde taş taş üzerinde bırakılmaması, hem tarihi/kültürel mirasın yok edilmesi açısından suç teşkil ediyor. Üstelik geçmiş ile gelecek arasında köprü görevi olan aidiyet duygusunun yok edilmesi, kültürün kuşaklara aktarımını, devamlılığını sağlayan bağın yok edilmesi açısından kabul edilemez.
Bölgede, başta can güvenliği ve yaşama hakkı olmak üzere, barınma, korunma, sağlık, eğitim hakkı, fiziksel ve duygusal şiddetin yaratacağı psikolojik etkiler, geçmişin ve kültürlerin devamlılığı dahil olmak üzere tüm yaşananlar hukuki bakımdan iktidarı sorumlu kılmakta ve son derece sorunlu. Devletin, -terörle mücadele adı altında- sivil, asker, polis, kadın, çocuk ayrım gözetmeksizin bölgeyi yoğun çatışma hattı olarak konumlayıp orantısız şiddet uygulaması uluslararası hukuka göre suç. Çatışma ve savaş ortamında uygulanması gereken kurallar evrensel savaş hukuku ve insan hakları beyannameleri ile tanımlanmıştır. “Ülke içindeki silahlı çatışmalar 1949 Cenevre Protokollerine ek olarak 1977 tarihli 2 nolu ek protokol ile de düzenlenmiş durumda. Bu protokol devletin silahlı güçleri ile muhalif ya da başka örgütlü sorumlu ve kumanda altındaki silahlı güçler arasındaki silahlı çatışmaları net olarak tanımlıyor. Protokol çatışmanın tarafları açısından somut yükümlülükler içeriyor. Sivillerin korunması, kültürel varlıkların ve kutsal mekanların korunması, işkence ve insan onuruyla bağdaşmayan muamelelerin önlenmesi ve yasaklanması gibi hususlara yer veriyor. Öte yandan insan hakları hukukuna göre devletin zorunlu olmadıkça adam öldürmeme yükümlülüğü de net olarak tanımlı. Silah kullanmayı haklı gösteren nedenler olsa bile devlet güçlerinin elde edilmek istenen amaçla orantılı biçimde silah kullanması sağlanmalı deniyor. Valiliklerin talimatı ile uygulanan sokağa çıkma yasakları kişi özgürlüğünün kısıtlanması anlamına gelir. Hukuki yasal dayanağı bulunmayan bu yasakların kabul edilemez uzunlukta olması da bir diğer sorundur.” (İtalik satırlar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargıçlığı görevi de yapmış olan uluslararası hukuk uzmanı CHP 24. Dönem İzmir Milletvekili Rıza Türmen’in değinilerinden derlenmiştir.)
İncelemelerimizi tamamlayıp kentten ayrılırken Diyarbakır’ı ilk görüşüm ve son görüşüm arasındaki tezat yüzüme inen bir tokat gibi. Vicdanım, insanlığım, acılarım, anılarım, umutlarım ve düşlerim Diyarbakır’da kaldı. Diyarbakır’da bir gün, bir ömürlük yara, bir ömürlük sorumluluk, bir ömürlük kırgınlık…
Amed şehrim benim!
*Söz ve müziği Mehtap Meral’e ait Bir Şehri Düşlemek şarkısından alınmıştır.
*Zeynep Altıok Akatlı
CHP Genel Başkan Yardımcısı,
z.altiok@gmail.com