“Ey benim umudumu
Bölük bölük
Eden hızarlar,
Oluklu hançer,
Güle narh koyanlar;
Şahmaranın başı için
Payımıza düşen ne?
Birgün sorarlar.”*
Eflatun diyor ki; ‘’demokrasi halkın eğitimi meselesidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi, az sayıda ve ayrıcalıklı kişinin iktidarı elinde bulundurduğu düzen oluşur, demagoglar otorite kurar. Yönetim otokrasiye yani tek bir kişinin mutlak, sınırsız biçimde iktidarı elinde tuttuğu bir siyasal sisteme dönüşür.” Bugün yaşadığımız aslında tam da bu.
Tepetakla gidiş
Ülkemiz toplumsal barış, huzur ve refahın ağır tehdit altında olduğu zor günlerden geçiyor. 14 yıllık AKP iktidarının yanlış iç ve dış politikasının sonucu olarak karşımıza gelen darbe girişiminin ardından, doğrudan demokrasiye yönelik saldırı niteliğinde bir OHAL fırsatçılığıyla en temel hak ve hürriyetleri hiçe sayarak, “terörle mücadele” adı altında üreten, düşünen, sorgulayan her kesimi hedef alan bir kıyımla karşı karşıyayız. Yaşanan, 14 yıllık AKP iktidarının eseridir elbet; ancak, AKP’yi iktidara taşıyan süreci irdeleyen daha geniş bir değerlendirmeye ihtiyaç var. AKP’nin temkinli çıraklık ve palazlandıkça arsızlaşan, fütursuz kalfalık dönemlerinin ardından artık açıkça dayatılan “ılımlı İslam” sosuyla kullanışlı aptallar üzerinden propagandası yapılarak güçlendirilen ve hiç de ılımlı olmayan bir baskı rejimi ve o rejimin kandan, kinden beslenen demagojiden güç alan diktatörünün “Yeni Türkiye”si için kollar sıvandı.
Eğitim sisteminin, içinin boşaltıldığı; kadrolarının ele geçirildiği; cemaatlere, tarikatlere, İslamcı yandaş vakıflara teslim edildiği sürecin miladı sağ iktidarların kolaylaştırıcı rolü ve tanımladığı ihtiyaç sayesinde Süleyman Demirel, Turgut Özal gibi isimlerin yol açmasıyla 1980 Kenan Evren diktasında İmam Hatip’leşme sürecinin ivme almasıdır. YÖK’ten 4+4+4”e varan ve bugünleri ören gerici akımın payandası olan kullanışlı aydınların “yetmez ama evet” tutumu da bir anlamda eğitimsizliğin, donanımsızlığın farklı bir boyutuna, hak edilmemiş toplumsal popülerliğe işaret ediyor.
En hafif tanımla niteliksiz, derinliksiz değerlendirmelerle buzdağının ucuna bakarak ahkam kesen “aldanmış”, aldanabilmiş toplum önderleri ya da daha kötüsü, farkında olarak çıkar uman, etikten ve aydın sorumluluğundan uzak omurgasız işbirlikçiler üzerinden meşrulaştırılan sistem bugün açık bir diktatörlüğe dönüştü. 2010 referandum sonucuna yön vermek adına “özgürlük” propagandaları ile Cumhuriyet karşıtlarını güçlendirenleri, 2. Cumhuriyet safsataları ile Cumhuriyetin kendilerine sağladığı konfor üzerinden ülkeyi uçuruma sürükleyenlere koltuk çıkanları yeni bir sınav, yeni bir referandum bekliyor şimdilerde.
Aydınlanma devriminin gelişimi ve yenilenerek güçlenmesi için adım atmak yerine kolaycı ve kibirli bir üstten söylemle tutum alan bu bilirkişilerin şimdi bizleri, çocuklarımızı sürükledikleri kara günlerde mücadele edeceklerini düşünmek de safdillik olur. Onların önceliği yine kendi konforlarını sağlamak, bugünlerde popüler olduğu üzere bu “yaşanmaz” ülkeden gitmek olabilir. Ya da mutat tercihle, onları hiçbir zaman “kendilerinden” görmeyenlerin, gözlerinin yaşına bakmadan kapılarına dayanacağı güne kadar sisteme uyum göstermek üzere yeni pozisyonlar alacaklardır. Ahmet Altan’a cezaevinde her zamanki kibiriyle “Atatürk’ü arar hale geldik” cümlesini kurduran süreç, elbet kapıları çalmaya işi bitenleri de çarkın dişlilerine kurban etmeye devam edecek.
Cumhuriyet’e, değerini bilerek sahip çıkanları “laikçi”, jakoben, faşist ilan edip onca yoksulluk ve imkansızlıkta devrimler yapan bir büyük önderin bıraktığı yerden eksik varsa tamamlamak yanlış varsa evriltmek yerine, kolaycı ve içeriksiz bir eleştirel bakışla itiraz edenler bugünün karanlığına su taşımıştır. Zira yıkıcı, karmaşık ve üstten bir dil kurarak içeriksiz sistem demagojisi yapmak eğitimsiz kesim karşısında etkilidir. Demagoji, tabela “aydın”lığı için koşul şarttır. Diyanet’in kuruluş ihtiyacını görmezden gelerek Atatürk’ün laiklik anlayışını sorgulayanların, aradan geçen onlarca yılda Diyanet’in çarpık işleyişine karşı bir akıl ve eylem koymayanların, Diyanet İşleri Başkanlığı’na 11 bakanlıktan fazla bütçe tanımlayanları, abuk sabuk fetvalarla gericiliği yaygınlaştıranları demokrat ilan etmesi nasıl bir çelişkidir bilinmez. Zaten sorgulayacak olan da yoktur. Sorgulayan ise zaten sorguladığı için işsizdir, tutukludur.
Bakanlıklara, başkanlıklara, kurumlara ayrılan bütçeleri, nitelik ve ihtiyaçlardan bağımsız sadece “Yeni Türkiye” ülküsüne hizmet edecek düzenlemelerle planlayan, özgürlük kavramını “mezhepçi ve milliyetçi” bir anlayışla sadece taraftarlarına olanak sağlamak olarak tanımlayan bir zihniyet ve gerçek faşistlere olanak sağlayan bir düzen karşısında baş cahilin “aydın” bildiği zümre yozlaşmanın, kültürsüzleşmenin, geri gitmenin tuğlası, harcı oluyor.
Bazı rakamlara dikkat çekerek açıklayalım
2017 bütçe tasarısında en fazla pay 171 milyar 692 milyon TL ile Maliye Bakanlığına ayrılırken, 1 milyonun üzerinde eğitim emekçisi, öğretmen ve 18 milyona yakın öğrenciye hizmet veren Milli Eğitim Bakanlığı’na 85 milyar 49 milyon TL bütçe ayrılmış. Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Sınavı yani PİSA’da aldığımız sonuçları işte bu bütçeleme mantığına ve eğitimin sistemli dönüşüm politikalarına borçluyuz.
Türkiye’de dini devlet tekeline alan ve kuruluşundan itibaren “tek din, tek mezhep” anlayışının resmi temsilcisi olarak hareket eden Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesi ise 2017’de 6 milyar 867 milyon TL ile çok sayıda bakanlığı geride bırakıyor. Bu başkanlığın, -dikkat “başkanlığın”- bütçesi, Sağlık Bakanlığı’ndan, (5 milyar 834 milyon 124 bin TL), İki ayrı bakanlık olması gereken Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan, (3 milyar 459 milyon 754 bin TL), İçişleri Bakanlığı’ndan, (5 milyar 834 milyon 586 bin), Dışişleri Bakanlığı’ndan, (2 milyar 963 milyon 645 bin TL), Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndan (1 milyar 823 milyon 914 bin TL), toplamda 11 bakanlığın bütçesinden fazla. 2016’da OECD’nin Uluslararası Öğrenci Performansı Değerlendirme yani PISA raporunda Türkiye’nin 72 ülke arasında 50. sırada yer alması bu yüzden.
Bir başka çarpıcı veri, Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinin, bütçe sıralamasında ilk sekizi oluşturan İstanbul Üniversitesi, Ankara Üniversitesi, Hacettepe, ODTÜ gibi 16 üniversitenin toplam bütçesinden fazla olması.
Bugün Türkiye’de 61.203 okul, toplamda 6.558 hastane ve sağlık ocağı varken 85.000 cami var. 82.589 doktor varken, 71.816 imam var. 51.363 kişiye 1 hastane, 953 kişiye 1 doktor düşerken; 907 kişiye 1 cami, 1096 kişiye 1 din görevlisi düşüyor. Öğretmen maaşı 2.980 TL iken; İmam maaşı 3.156 TL*
Bu sayılar çok şey anlatıyor. İktidarın “ılımlı islam” ideolojisi, ılımsız ve yanlı bütçeler ve kadrolaşma ile çıkar odaklı sistem içinde yerini daha da sağlamlaştırmak için kendine vatandaşın cebinden kaynak sağlayarak yola devam ediyor. Gericilik ve karanlık teşvik ediliyor. Bombalarla paramparça edilmiş gencecik çocukların bedenleri üzerinden şehit edebiyatı ile siyaset kurarak şiddetten güç alan, korkuyla sindiren iktidar, eğitimsiz ve biat eden kindar nesiller yetiştiriyor. Kefen giyenlerin eyleme teşvik edildiği sistemli bir nefret kültürü inşa ediliyor. Bu nesil yeni rejimin inşası için kimi zaman şehit, kimi zaman kurban, kimi zaman muhbir-tetikçi, kimi zaman suikastçi, kimi zaman linç timi olarak kullanılıyor.
Eğitim sistemi sağlam değilse, bilime, düşünceye, kültüre, sanata yatırım yapılmıyorsa bu ülkenin şimdisinden ve geleceğinden ne beklenebilir? Özenle ve bilinçle eğitimsizleştirilen, sorgulamayan, biat eden bir halk isteniyor. Sarayın saltanatına, eril ve paraya dayalı güce kurban edilerek yoksul ve yoksunlaştırılan bir halk bu. Bilimsel eğitimle gelişen, ilerleyen ve üreten bir toplum yerine üretmeyen, tüm kaynakları tüketilen bir ülkede ekonomi nasıl gelişir, büyüme nasıl sağlanır, gelecek nasıl güvence altına alınır?
Cumhuriyetin aydınlık Türkiye’sinde köy enstitülerinin yetiştirdiği aydınlar, öğretmenler, sanatçılar, toplum önderleri bir bir katledildiği, faili meçhul siyasi cinayetlere kurban edildiği için; çocuklarımız Anadolu liselerinin bilimsel eğitime dayalı müfredatından İmam-hatiplere, Ensar Vakıflarına, Süleymancıların yurtlarına, cemaatlere emanet edildiği için bugünün karanlığında boğuluyoruz. Çocuklar, örgün eğitimden çekilerek hafız okullarına, medreselere gönderiliyor. Çocuk gelin sayısı hızla artıyor. TUİK verilerine göre 2015’te toplam 602 bin 982 resmi evlilikten 31 bin 337’sinde 16-17 yaşındaki kız çocukları gelin oldu. Bu sayı, toplam evliliklerin yüzde 5,2’sine denk geliyor. Çocuklarımızın hayatlarına, bedenlerine, akıllarına göz diken tecavüzcüleri aklayacak yasalar da bu yoz ve yobaz akıllardan çıkıyor. Üstelik “Bir kereden bir şey olmaz” diyen bakanlarla savunulup korunuyor.
Eflatun ile başladık Montesquieu ile bitirelim
“Demokrasi iki farklı aşırılığa sahiptir. Aristokrasiye dönüşen eşitsizlik ruhu ve despotizme dönüşen aşırı eşitlik ruhu…” der Montesquieu. Sanırım biz bunu bugün saltanata dönüşen eşitsizlik ruhu şeklinde söyleyebilir ve despotizme dönüşen aşırı eşitlik ruhunu da Recep Tayyip Erdoğan’ın “Türkiye hiç bu kadar özgür olmadı” sözleriyle okuyabiliriz. Bu öyle aşırı bir özgürlük ruhu ki kendi inancında düşüncesinde olmayanı “dini duygularımı rencide etti” diyerek yakmanın, katletmenin; kısa etek giydi diye tecavüz etmenin; hamile haliyle parka gitti diye tekmelemenin; ramazanda sigara içti diye bıçaklamanın; Kürtçe konuştu diye linç etmenin cezasızlığı demek. Dünyada en fazla tutuklu gazeteci sahibi ülke olmak demek. Akademisyenlerin, öğretmenlerin, sanatçıların, emekçilerin, solcuların kısacası düşünen ve tepki koyan herkesin özgürlüğünü kısıtlamak demek.
Bugün ilkokullarda ellerine idam ipi verilen, tekbir getirtilen, medreselerde 4 yaşında tesettürle şeriat propagandası yaptırılan çocuklarımızın haberleri yapılıyor. Çocuk gelinler, fıtrat gereği kapanması zorunlu görülen kız çocukları, 8 yaşında evlenmesi caiz olan, babası tarafından bile cinsel meta olarak görülebileceği fetva ile duyurulan çocuklar gibi haberlere yansımayan neler var kim bilir? Küçücük çocukları istismar edenlerin, onlara din kisvesi altında kem gözle bakarak eğitim verenlerin sınırsız özgürlüğü karşısında bir yanda katliam çağrısı yapan sözde akademisyen Abdülkadir Şen gibiler; rektör yardımcısıyken “okuma yazma oranı arttıkça bana afakanlar basıyor. Cahil halkın ferasetine güveniyorum.” diyen ve YÖK denetleme kurulu üyeliği ile ödüllendirilen profesör(!) Bülent Arı gibiler; diğer yanda barış istediği için cezalandırılan akademisyenler, laik demokratik eğitim hakkını savunan, greve katıldığı için KHK ile ihraç edilen Eğitim-Sen üyesi öğretmenler var.
Kısacası, azınlıkta olanın haklarını koruyarak özgürlüğünü savunan demokrasiyi ve Cumhuriyet rejimini tek adamın sanrılı ve sancılı iktidarına teslim etme uğruna eğitimi, hukuku, hak ve özgürlükleri kısıtlama özgürlüğünün ucu bucağı yok! Nasıl bir demagoji ve paradoks ama…
*Metin Altıok’un Hahçerin Sapı şiirinden alıntı
**Veriler: 2015 Sağlık Bakanlığı İstatistikleri – 2015 Diyanet İşleri Başkanlığı İstatistikleri – 2016 Milli Eğitim Bakanlığı İstatislikleri
Zeynep ALTIOK AKATLI
CHP Genel Başkan Yardımcısı
z.altiok@gmail.com