Yunus Sözen -24 Haziran Seçimleri ve Otoriter Popülizmin Yeni Kurumsal Mimarisi

24 Haziran’da Türkiye’de hiper-başkanlık sistemi olarak adlandırılabilecek yeni hükümet sisteminin ilk seçimleri gerçekleşti. Seçmenler sandıkta cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri olmak üzere iki ayrı seçim için oy verdi. Meclis seçimlerinde, Türkiye’yi 2002 yılından itibaren yöneten AKP’nin ana  gövdesini oluşturduğu cumhur ittifakı %53.7 oy oranı ve 295’i AKP’nin olmak üzere toplam 344 milletvekiliyle 600 sandalyeli mecliste çoğunluğu elde etti. Yeni sistemin asıl büyük siyasal ödülü olan cumhurbaşkanlığını da, yine bu ittifakın adayı Erdoğan, %52.6 oy oranıyla ilk turda kazandı. Bu güç dağılımının, yeni hükümet sisteminin uygulanma şekli ve halihazırada var olan rekabetçi seçimlerin var olduğu otoriter rejimin sürdürülebilirliği üzerinde önemli etkileri olacak.

Siyasal Rejim ve Seçimler

Türkiye’nin siyasal rejimi, AKP’nin ilk iktidara geldiği yıllardan itibaren sorunlu demokrasi ve otoriterlik arasında salınım göstermiştir. Ancak 2007 yılından itibaren, Türkiye, muhalefetin ifade, basın-yayın, örgütlenme gibi özgürlüklerle iktidarı sarsabildiği ve yöneticilerin bu özgürlükleri yok etmesini engellemek için gücün kendi içinde bölündüğü modern demokrasiden, hızla uzaklaşmıştır. Bu siyasal bir aktörün elinde gücün yoğunlaşması ve muhalefetin boğulması yollarıyla sağlanan otoriterleşme, hem 12 Eylül anayasasının kurumsal çerçevesinden hem de yönetici partinin ideolojisinden kaynaklanmıştır.

12 Eylül 1982 anayasal çerçevesinin parlamenter yapısı içinde iki başlı yürütme – bakanlar kurulu ve cumhurbaşkanı – diğer erklere göre çok güçlü ve kolayca denetlemez bir yapı olarak tasarlanmıştır ve sistemdeki yürütmeye karşı tek denge unsuru anti-demokratiktir: askerin sivil siyasete müdahalesi. Bundan dolayı, AKP iki defa üst üste tek başına meclis çoğunluğunu kazanıp hem başbakanlığı hem cumhurbaşkanlığı kontrolüne aldıktan ve askeri de veto gücü olmaktan çıkardıktan sonra önünde ne demokratik ne de otoriter bir sınır kalmıştır. Kalan tek kısmı kurumsal sınır olan yüksek yargı da 12 Eylül 2010 referandumu sonrası bu vasfını kaybetmiştir. Kısaca, AKP bir yandan sisteme otoriter etki eden bir aktör olan askerin etkisini ortadan kaldırırken, diğer yandan da kendi otoriter yönetiminin altyapısını oluşturmuş olmuştur. Ancak, bir partinin böyle bir gücü elde etmesine izin veren bir sistem, rejimin otoriterleşmesinin önünü açsa da, illa ki de otoriter rejimin oluşmasını gerektirmez. Bunun olabilmesi için, yöneticilerin de ellerindeki gücü muhalefeti güçsüzleştirmek ve sessizleştirmek, dolayısıyla da seçim yarışmasını dengesizleştirmek için kullanması gerekmektedir. AKP’nin, seçimleri milli iradeyi yansıtan mekanizma olarak kutsayan ve seçilmişlerin önündeki engellerin -denge-fren mekanizmaları ve muhalefet- kalktığı bir rejimin demokrasi olduğunu savunan popülist ideolojik öğesi de, bu gücün otoriterleşme yönünde kullanılmasının gerekçesi ve itici gücü olmuştur. Bir başka ifadeyle, bu ideoloji, iktidar partisinin lehine önemli adaletsizlikler olduğu seçimlere dayanarak var olan otoriter rejimin kurucu ve destekleyici öğesi olmuştur.

Bunlardan dolayı, 2010 referandumu sonrası, gücün tekrar bölünerek rejime de demokratikleştirici etki etmesi için esasen iki sistem içi anayol kalmıştır: cumhurbaşkanlığı ve meclis çoğunluğunun aynı partiden olmaması veya tek partili bir meclis çoğunluğunun yerini koalisyona bırakması.  Bir başka ifadeyle, 2011 seçimlerinden itibaren, eşitsiz koşullarda yapılan genel seçimlerde, seçmenler, sadece yöneticileri değil, aynı zamanda siyasal rejimi de belirler hale gelmiştir.  Örneğin, 7 Haziran 2015 seçim sonuçları, kısmen de olsa bu demokratikleşme için bir fırsat penceresi oluşturmuş olsa da, tam da halihazırda otoriter bir rejim var olduğu için, iktidar seçimleri iptal etmeden,  kurumsal pratikleri esneterek ve Türkiye siyasetini yeniden karararak, kısmı demokratikleşme “tehlikesini” bertaraf etmeyi başarabilmiştir. Aslında, bu rekabetçi otoriter rejimin sürdürülebilirliğini zayıflatacak tali bir yol daha vardı: 2014 sonrası düzendeki seçilmiş cumhurbaşkanıyla başbakan arasında, bu ikisi aynı partiden bile olsalar, anlaşmazlıklar çıkması. Ancak, bu yol da 2017 referandumunda oluşturulan -ve tam anlamıyla uygulamaya bu seçimlerle geçilmiş olan- Erdoğan’ın ifadesiyle güçler uyumuna dayanan yeni başkanlık sistemi ile ortadan kalkmıştır. Bu yeni sistem aynı zamanda, dengesiz de olsa varlığını sürdüren parlamenter yapıya göre, ‘milli iradenin temsilcisini’ de somutlaştırmış ve iyice kişiselleştirmiştir. Yani yeni hükümet sistemi, hem popülizmin ideolojik önceliklerine daha uygun bir kurumsal mimarı oluşturmuş, hem de 2014-2017 arasındaki yapının ortaya çıkardığı çatlak ihtimalini tek kişinin lehine yok etmiştir. 24 Haziran seçimlerine de, seçim rekabetinin iktidar lehine adaletsiz olduğu, muhalefetin hareket alanının çok dar olduğu bu otoriter rejim koşullarında girilmiştir.

Seçim Sistemi ve Kuralları

Seçmenler, 24 Haziran seçimlerinde, dünyanın hiçbir demokratik başkanlık sisteminde olmayan yetkilere sahip bir cumhurbaşkanı ve göreli olarak zayıf bir meclisin dağılımını belirlemek üzere, iki oy kullandı. Bu yeni sistemde, cumhurbaşkanının partisi mecliste de çoğunluğu kazanırsa meclis iyice güçsüzleşecekti, ancak başkanın partisi böyle bir çoğunluğu elde edemezse, belli koşullar gerçekleştiği sürece meclisin cumhurbaşkanını arada bir frenleyebilecek gücü olacaktı. Ancak, seçim sistemi mecliste başkanın partisinin çoğunluğu sağlamasına uygun şekilde düzenlendi.

Başkanlık seçimleri, iki turlu, meclis seçimleriyse tek turlu olarak düzenlendi ve meclis seçimleri cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turuyla beraber yapıldı. Meclis seçim sisteminde, hükümet sistemi değişikliğine rağmen, yani hükümet artık meclisten çıkmamasına rağmen, iktidar bileşenlerinin -AKP ve MHP- çıkarlarına uygun ittifak sistemi hariç -her ne kadar ittifak sistemi temsiliyet açısından olumlu sonuçlar doğurmuş olsa da-  bir değişiklik yapılmadı. Seçim sisteminin devam eden özelliklerinden en önemlisi, hükümet artık meclisten çıkmadığı için demokratik bir gerekçesi kalmamış olan, dünyanın en yüksek seçim barajıydı (%10 barajı). %10 barajı dışında da, sistemde temsiliyeti olumsuz etkileyen büyük partilerin lehine, küçük partilerin aleyhine- çok sayıda düzenleme devam etti: küçük seçim bölgelerinin varlığı ve büyük partilere avantaj sağlayan d’hondt hesap yöntemi gibi. Bu hesap yöntemi ittifak içi milletvekili dağılımlarında da kullanıldığı için büyük partilerin aşkın temsili arttı. Ayrıca, meclis ve başkanlık seçimleri aynı anda yapıldı, ki bu meclis seçimlerinde de başta başkanın partisi olmak üzere, başkanlık için yarışan partilerin lehine sonuçlar yaratabilecek bir durumdu. Sonuçta, seçim sisteminin bütün mekanik avantajlarından yararlanan AKP % 42.6 oy oranıyla, meclisin  % 49.2’sini, hatta kendi ittifakının içindeki en büyük parti olduğu için sistemin avantajlarından kısmen yararlanan CHP ise % 22.7 oy oranıyla, meclisin % 24.3’unu elde etti.

Seçim Süreci ve Sonuçlar

AKP-MHP ittifakı tarafından, 24 Haziran seçimlerinin kararı, 1 Kasım 2015 seçimlerinin üzerinden 2,5 yıl dahi geçmeden ve seçimler OHAL süresinde yapılacak şekilde verildi. İktidarın meclis çoğunluğu ve bütün erkler üzerinde kontrolü mevcutken, bu şekilde baskın bir erken seçim kararı vermesi konusunda çeşitli iddialar öne sürülebilir. Öncelikle, iktidar, fiili kişisel yönetimi bir an önce anayasallaştırmak istemiş olabilir. Ayrıca muhalefeti hazırlıksız yakalamak istemiş de olabilir. Bu hazırlıksız yakalama isteğinin de iki ayağı olduğu düşünülebilir: birincisi, İYİ Partinin seçime girmesini engellemek, ikincisi de, muhalefetin de ittifak kurarak, yeni düzenlemenin iktidar ittifakı lehine yaratacağı avantajları azaltmasının önüne geçmek. Ancak, bu baskın seçimlerin en önemli sebebi, ekonomik göstergelerdeki bozulma çok fazla derinleşmeden, sürdürülebilirliği şüpheli ekonomik büyüme koşullarında seçime gitme isteği olsa gerektir.

İktidar bileşenlerinin bu hamlesi, ilk başta seçim sonuçlarının tahmin edilebilir olacağı tehlikesi oluşturacak gibi görünse de, muhalefetin çeşitli hamleleri seçim rekabetinin canlanmasına sebep olmuştur. Bu hamlelerden en önemlileri olarak, CHP’den milletvekili transferiyle sağdaki en büyük muhalefet partisi İYİ Partiyi seçime sokmayı başarabilmesi, CHP, İYİ Parti ve Saadet Partisi arasında bir seçim ittifakı kurulabilmesi ve muhalefetin kendi tabanlarında karşılık bulabilecek cumhurbaşkanı adayları belirlemeleri sayılabilir.

Bu hamlelere rağmen hem meclis hem başkanlık seçimlerini iktidardaki Cumhur İttifakı kazandı. Yukarıda belirtmeye çalıştığım gibi, her seçimin aynı zamanda rejimi de belirlemesinden dolayı ve bu seçimlerin ayrıca bu rejimin kurumsal yapısını da bir kişi üzerine bina edecek olmasından dolayı, seçim sonuçları muhalefet açısından mutlak bir yenilgidir. Ancak, sadece oy oranlarına odaklanırsak, cumhur ittifakını oluşturan partilerin -AKP, MHP ve BBP – 2007 genel seçimlerinden 1 Kasım seçimlerine kadar, altı genel ve mahalli seçimde toplam oy oranı % 57 ile % 64 arası değişmiştir. Bu seçimdeyse, rejimden kaynaklanan avantajlarına rağmen % 53.7 oy oranında kalmışlardır. Öte yandan, 2014 cumhurbaşkanlığı seçiminde, Erdoğan, AKP dışında önemli oy oranı olan bir partiden destek almadan, % 51.8 oranında bir oy almıştır. Bu seçimlerdeyse, 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde karşısında yer alan MHP’nin desteğine rağmen, % 52.6 oranında kalmıştır. Ayrıca, 24 Haziran seçimlerini yorumlarken sıkça kullanılan, 2017 referandumundaki % 51,4 oranındaki ‘Evet’, aslında bu seçimdeki oy verme davranışını anlamak açısından doğru bir ölçü değildir. Çünkü referandumda ‘Hayır’ demekle bu seçimde muhalefete oy vermek arasında farklı durumlardır. Referandumda ‘Evet’ diyen seçmen, bir kişinin -özelde Erdoğan- bütün rejim üstünde hakimiyetini onayladı, ama hayır diyen özellikle AKP ve AKP-MHP arası seçmenlerse, tek adamlık olmasın dedi. Muhalefet de, özellikle AKP seçmenlerine, -ve AKP-MHP arası seçmenlere- tek kişiye bu gücü vermeyin şeklinde propaganda yaptı. Bu seçimdeyse, artık sistem değişti ve rejim üzerindeki hakimiyet Erdoğan’ın mı olsun, yoksa diğer adayların mı diye soruldu.  Kısaca, iktidar bloğunun oyları hem cumhurbaşkanlığı hem de meclis seçimleri açısından, esasen gerilemiştir. Bu gerilemenin en büyük sebebi de İYİ partinin özellikle iktidar bloğunun MHP kanadından önemli miktarda oy devşirebilmiş olması olarak görülmektedir. MHP ise, İYİ partiye özellikle gelişmiş bölgelerdeki seçmenlerinin önemli kısmını kaybetmiş görünmesine rağmen, 1 Kasım seçimlerindeki oy oranını, iktidar bileşeni de olmasının etkisiyle, 1 Kasım’da AKP’ye oy vermiş ve AKP-MHP arasında hareket ettiği görünen seçmenlerin oyuyla koruyabilmiştir.

Muhalefet ve iktidar blokları olarak değil de sağ ve sol bloklar açısından sonuçlara bakarsak, dağılım %35 sol, % 65 sağ oranlarına yakın çıkmıştır. ‘Sol’ oylar, 1980 sonrası mahalli ve genel seçimlerdeki en yüksek oranına, 7 Haziran 2015 seçimlerindeki %38 ile ulaşmıştır – 1 Kasım seçimlerindeyse bu oran %36’ya düşmüştür. 1980 sonrası diğer en yüksek oranlarsa, 1989 mahalli seçimlerinin il genel meclisindeki %38’in biraz altı oy oranı (SHP + DSP) ve DSP’nin oyunu çok yükselttiği 1999 seçimlerindeki toplam %37 oy oranıydı (DSP+CHP+HADEP+ÖDP ve diğerleri).  Diğer genel seçim ve yerel seçimlerdeki il genel meclisi oranlarına göre sol partiler 8 defa %30-35 arası, 5 defa da %25-30 arası oy almışlardır. 7 Haziran seçimlerinden bugüne toplam sol oylarda yaşanan düşüşünse iki sebebi var gibi gözükmektedir, birincisi, HDP’nin 7 Haziran seçimlerinde daha önce AKP’ye oy verme eğiliminde olan seçmenden aldığı oyları kısmen kaybetmesi ve CHP’nin de İYİ Partiye, yıllar içinde kazandığı sağ seçmenin bir kısmını kaybetmesi.

Son olarak, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin bir ilginç bir sonucuysa, Muharrem İnce’nin, %30.6 oranına, hem daha önce MHP’ye oy vermiş olan İYİ parti seçmeninden, hem de HDP seçmeninden, daha ilk turdan anlamlı bir miktar oy alarak ulaşmış olmasıdır. Erdoğan’ın ve AKP’nin iktidar pozisyonundan gerçekleştirdiği bu karşıt bloklardan oy alabilme kabiliyetini, İnce’nin muhalefet pozisyonundan yapabilmiş olması bir başarı olarak kabul edilebilir.

Sonuçlar ve Rejim

Her ne kadar muhalefet 24 Haziran’da seçim rekabetini bir siyasal mücadele haline getirmeyi başarmış olsa da, seçim sonuçları, yeni hükümet sistemininin, böyle bir sistemi kendileri için dizayn eden ve rejimi yıllardır otoriterleştiren aktörler tarafından şekillendirileceğini göstermektedir. İktidar bileşenlerinin oy oranındaki kısmı gerilemeye rağmen, yenilginin büyük olması, sekiz ay içinde gerçekleşecek mahalli seçimlerin de muhalefet açısından çok zor geçeceğini işaret etmektedir. Her ne kadar ekonomik bozulmanın devam etmesi beklense de. Muhalefetin almak zorunda kalacağı alışıldık kalıpların dışında kararlara seçmenlerini razı etme olanakları kısıtlı, mahalli seçimlerin büyük ödülleri olan büyükşehir başkanlık seçimleri de tek turlu seçimler olduğu için, bu seçimlerde ideolojik olarak birbirine benzemez muhalefetin kendi arasında anlaşması daha da zor olacaktır. Yine de, muhalif siyasal aktörlerin tamamının ortak çıkarları asgari demokrasiden yana olduğu için, güçlü bir demokratik iradenin bir şekilde ortaya çıkması imkansız olmayabilir.

*Yunus SÖZEN
Siyaset Bilimi, Dr.
yunus.sozen@gmail.com