Türkiye örneği için siyasal partilerin ve parti sisteminin gelişiminde en önemli belirleyici, siyasal partilerle ilgili mevzuat olmuştur. 1982 Anayasası’nın, 1983 yılında kabul edilen 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun ve 1986-1987’de Turgut Özal’ın başbakanlığı sırasında gerçekleştirilen siyasi partiler ve seçim yasaları değişikliklerinin oluşturduğu rejim, Türkiye’de siyasal partilerin sivil toplumun içinde aktörler olarak gelişmesini ve evrilmesini engellemiştir. Bu nedenle de, ülkemizde demokrasinin pekişmesinin önünde ciddi bir engel olagelmiştir.
Mevzuatın geçirdiği evreler
Mevzuatın etkilerinin açıklıkla görüldüğü alanların başında, parti politikalarının oluşumunda ve aday tespitinde parti tabanının etkisinin zayıf olmasına neden olan düzenlemeler yer almaktadır. 12 Eylül sonrası rejimin en önemli değişimlerinden biri bu alandadır. Türk seçim sisteminde önseçimin partilerin aday tespitinin temel kuralı haline gelmesi, 1965 yılında kabul edilen 648 sayılı kanunla gerçekleştirilmiştir. Bu kanunun 29. maddesi siyasal partilerin milletvekili adaylarını tespit yöntemini şöyle açıklamıştır: “Siyasi partilerin Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği için yapılacak seçimlerde gösterecekleri adaylar, her seçim çevresinde parti seçmen kütüğüne kayıtlı bulunan bütün parti üyelerinin katılabilecekleri bir önseçimle tesbit edilir.” Ancak 1973 yılında bu hüküm şöyle değiştirilmiştir: “Siyasi partilerin Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği seçimlerinde gösterecekleri adaylar, her seçim çevresi için, siyasi partilerin kendi tüzük ve yönetmeliklerinde belli edilen esaslara göre tespit edilir.” Böylelikle önseçim dışında aday belirleme yöntemleri de partiler tarafından kullanılabilecektir. Ancak 1980 darbesine kadar yapılan seçimlerde partiler adaylarını büyük bir oranda önseçimle belirlemişlerdir.
1983 yılında Milli Güvenlik Konseyi tarafından kabul edilen Siyasi Partiler Kanunu, bilinenin aksine, önseçime engel olmamıştır. 1965’te kabul edilen düzenlemeye yeni Siyasi Partiler Kanunu’yla geri dönülmüştür. Yeni kanunun 37. maddesi şöyledir: “Milletvekilliği için yapılacak seçimlerde, siyasi partilerin bir seçim çevresindeki adaylarının listesi ve bunların listedeki sırası, o seçim çevresinde o siyasi parti üye kayıt defterine göre düzenlenen parti seçmen listesinde yer alan bütün üyelerin ilçe seçim kurullarının yönetiminde serbestçe oy kullanacakları bir önseçim ile o seçim çevresinden çıkacak milletvekili sayısının iki katı olarak, aday adaylığını koymuş olanlar arasından tespit edilir.” Ancak bütün siyasal partiler askeri rejim tarafından kapatıldığından ve yeni kurulan partiler tam olarak örgütlenemediğinden, 1983 seçimlerinde adaylar partilerin kurucuları tarafından tespit edilmiştir. 1987’de baskın seçimlere giden Turgut Özal gerek Siyasi Partiler Kanunu’nda gerek Seçim Kanunu’nda kapsamlı değişiklikler yapmıştır. Bu değişiklikler bağlamında eski düzenlemeye dönülerek, parti yönetimleri aday tespit yöntemini belirlemekte serbest bırakılmıştır. Ayrıca, 1987 seçimleri için önseçim de, ilgili kanuna eklenen bir maddeyle yasaklanmıştır. Bu maddeyi Anayasa Mahkemesi iptal etmiştir, ancak önseçimin kural olmaktan çıkarılması uygun bulunmuştur. Bu değişiklikle getirilen düzenleme günümüze kadar korunmuştur. Bu düzenlemenin verdiği imkanla da Türkiye’de siyasal partiler, kimi istisnalar dışında, adaylarını önseçimle değil parti yönetiminin -çoğu durumda da genel başkanın- tercihlerine göre belirlemektedir.
Siyasi parti-sivil toplum kopukluğu
1982 Anayasası ile kurulan rejimin siyasi partilerle ilgili ikinci uygulaması örgütlenme sınırlarıyla ilgilidir. Anayasa ve ardından kabul edilen yeni Siyasi Partiler Kanunu’yla partilerin; kadın, gençlik kolu ve benzeri yan kuruluşlar, dernek ve vakıflar kurması ve yurtdışında örgütlenmesi yasaklanmıştır. İlgili hükümler şöyledir: “Siyasi partiler, kadın kolu, gençlik kolu ve benzeri şekilde ayrıcalık yaratan yan kuruluşlar meydana getiremezler, dernek ve vakıf kuramazlar… Siyasi partiler, kendi siyasetlerini yürütmek ve güçlendirmek amacıyla, dernekler, sendikalar, vakıflar, kooperatifler ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları veya bunların üst kuruluşları ile siyasi ilişki veya işbirliği içinde bulunamazlar; bunlardan maddî yardım alamazlar veya bu kuruluşlara maddî vardım yapamazlar; bunlara destek olamazlar ve bu amaçlarla ortak hareket edemezler.” Bu engeller 1995’de yapılan anayasa değişikliğiyle kaldırıldı. Ancak bu hükümlerle konulan sınırlamalar 1995’e kadar geçen sürede siyasi kültür üzerinde kalıcı etkiler bırakmıştır. Türkiye’de halen kitle partileri döneminin kadın ya da gençlik kollarına benzer yan kollar oluşturulamamıştır. Bunun yanında Batı Avrupa’da görüldüğü gibi siyasi partilerle organik olarak ilişkili vakıf ve dernekler Türkiye’de bulunmamaktadır. Türkiye’de siyasal partiler önceki bölümde ABD örneğinde görülen siyasal partilerin sivil toplum kuruluşlarını seçim dönemlerinde seferber edebilme kapasitesinden uzaktır. Bu sonucun oluşmasında ilgili örgütlenme sınırlarının büyük bir etkisi olmuştur. Bunun yanında Siyasi Partiler Kanunu’nda siyasi partilere üye olamayacak gruplar şöyle belirlenmiştir: “Hakimler ve savcılar, Sayıştay dahil yüksek yargı organları mensupları, kamu kurum ve kuruluşlarının memur statüsündeki görevlileri, yaptıkları hizmet bakımından işçi niteliği taşımayan diğer kamu görevlileri, Silahlı Kuvvetler mensupları ile yükseköğretim öncesi öğrenciler siyasi partilere üye olamazlar.” Getirilen bu üye olma kısıtı özellikle kamu çalışanlarının siyasi partilere üye olmalarını yasaklaması nedeniyle belirli meslek gruplarına (özellikle kendi hesabına çalışanlar) siyasi faaliyetlere katılma konunda bir avantaj sağlamaktadır.
Finansman sorunu ve sakıncalar
Siyasi parti mevzuatının ülkemizde demokrasinin gelişmesine engel teşkil eden bir diğer sorunu ise siyasal partilerin gelirleri ve hazine yardımlarıdır. Siyasal partilere devlet yardımı, 1965 yılında kabul edilen 648 sayılı yasayla hukuk sistemimize girmiştir. 1980’e kadar geçen dönemde, devlet yardımıyla ilgili bir dizi yasal düzenleme ve değişiklik yapılmıştır. Bunlar arasında devlet yardımının anayasaya aykırılığını gidermeye dönük bir değişiklik de bulunmaktadır. 1982 Anayasası ve 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu hazırlanırken siyasi partilere hazine yardımı konusu özellikle Danışma Meclisi tartışmalarında gündeme gelmiştir. Ancak bu düzenleme askeri rejim tarafından kabul görmemiş ve mevzuatta siyasi partilerin gelir kalemleri sıralanırken devlet yardımlarına yer verilmediğinden yeni rejimde hazine yardımları yer almamıştır.
Demokrasiye geçişten bir yıl sonra, 3032 Sayılı Yasa ile hazine yardımları tekrar hukuk sistemimize girmiştir. Bu alanda günümüze kadar birçok değişiklik yapılmıştır; ancak parlamentoda temsil edilen büyük partiler için başlıca gelir kaynağı hazine yardımlarıdır. Siyasetin finansmanı konusu hesap verebilirlik, şeffaflık, iyi yönetim gibi ilkeler bakımından önemli olmakla birlikte hazine yardımları sorununun uzun erimli ve siyasi kültüre ilişkin önemli sonuçları vardır. Bu sonuçların başlıcaları, siyasi partilerin sivil toplum alanından devlet alanına doğru kaymasıyla ilgilidir. Uzun bir süre siyasal partilerin üye katkıları oluşturmak zorunda kalmamaları parti-üye ilişkisinin anlamı üzerinde kalıcı tahribat yaratmaktadır. Ayrıca maddi olarak katkıda bulunmadığı bir siyasi parti üzerinde üyenin hesap sorabilme imkanı ve aidiyet duyma ihtimali azalmaktadır. Siyasi partilerin mali raporları üzerine kısa bir inceleme, büyük siyasi partilerin gelirlerinin en önemli kısmının hazine yardımı olduğunu; buna karşılık bu gelirlerin de çok büyük oranda parti merkezi tarafından harcandığını göstermektedir. Sürdürülebilir Yönetişim Verileri (Sustainable Governance Indicators) Türkiye Raporuna göre Türkiye’de siyasi partilerin gelirlerinin neredeyse %90’ı hazine yardımlarından oluşmaktadır (2011). Özetle, siyasetin hazine yardımı yoluyla finanse edilmesi, hem siyasi partilerin devlet alanına daha yakın olmasını hem de parti merkezlerini taban karşısında çok daha güçlü olmasını beraberinde getirmiştir.
Demokratikleşmeye engel diğer hükümler
Siyasi partilerde merkezin örgütler üzerinde denetim sahibi olmasına yardımcı olan en önemli imkan Siyasi Partiler Kanunu’nun 20. ve 21. maddelerinde görevden alma-el çektirme usulünün ve kapsamının partilerin tercihlerine bırakılmasıdır. Bu maddeler şöyledir: “İl başkanı ile il yönetim kurulu il kongresince seçilir. İl başkanı ile yönetim kurulunun, seçim şekli ve merkez karar ve yönetim kurulunca hangi hallerde ve nasıl işten el çektirileceği ve geçici yönetim kurulunun nasıl oluşturulacağı parti tüzüğünde gösterilir…. İlçe başkanı ile ilçe yönetim kurulu ilçe kongresince seçilir. İlçe başkanı ile ilçe yönetim kurulunun; seçim şekli ve il yönetim kurulunca veya merkez karar ve yönetim kurulunca hangi hallerde ve nasıl işten el çektirileceği ve geçici yönetim kurulunun nasıl oluşturulacağı parti tüzüğünde gösterilir.” Bu maddelere dayalı olarak siyasal partiler tüzüklerinde görevden alma hükümlerini oldukça geniş tutmaktadır. Parti merkez yönetiminin tercihleri dışındaki politikaları destekleyen ya da merkeze muhalif olduğu düşünülen örgüt birimleri kolaylıkla görevden alınabilmektedir. Bu görevden alma uygulamalarının ve aday tespitlerinin, önseçim değil de merkez yoklaması yoluyla yapılıyor oluşu siyasi partilerin merkezlerini taban karşısında çok güçlü kılmaktadır. Bu durumun doğal sonucu olarak da, parti politikalarının oluşumunda parti tabanının etkisi çok sınırlı düzeyde kalmaktadır. Bir sivil toplum unsuru olarak tabanın gerilemesi ve devlet alanına daha yakın olan parti merkezlerinin güçlenmesi, tam da bu yazıda üzerinde durduğumuz problemle ilgilidir. Siyasi partiler ve demokrasinin gelişmesi konusunda bir diğer sorun ise üyelikle ilgilidir. Üyelik kurumu, geçirdiği evrim sonucu partilerin eski kitle partisi tipi üyelikten tamamen kopmuştur. Bugün Türkiye’de siyasal parti üyeliği, birkaç hareket partisi dışında ideoloji ya da parti aidiyetinden bağımsız olarak kamusal ayrıcalıkların dağıtılması için oluşturulan ağlara dönüşmüş durumdadır. Bu ağların da temel işlevi parti yönetim kademesinin yeniden seçilmesinden fazlası değildir.
Sonuç olarak ülkemizde partilerin örgütlenmeleri ve parti sisteminin oluşumunda mevzuatın belirleyici bir önemi haiz olduğu açıktır. Böyle anti-demokratik bir mevzuatla da ancak böyle bir demokrasi mümkündür.