Capitalism

Yasemin Ahi – Korona “Mesafeler”i ve Dayanışma Ağları

Tüm dünya bir virüs nedeniyle aylardır altüst olmuş durumda. Çok fazla insan ölmese ve pandeminin getirdiği zorluklar yine en çok toplumların dezavantajlı kesimlerini vurmamış olsa; belki de “iyi oldu”,“biraz durup düşünmemize ve dünyayı ne hale getirdiğimize bir bakmamıza neden oldu” diyebilirdik. Çünkü aslında hepimizin bildiği gibi krizler ve bu tarz virüsler hiç de beklenmedik şeyler değildi. Covid-19’un “kardeşleri”, belki de uyarı niteliğinde daha önceleri de ortaya çıkmıştı; ama dünya antroposen çağı yaşıyordu ve doğayı hoyratça kullanmaya devam ediyordu. Ayrıca özellikle son yıllarda neoliberal kapitalizmin –ki buna da bir çeşit “virüs” denebilir- insanı ve doğayı hiçe sayan, herkesi ve her şeyi kar maksimizasyonunun bir parçası olarak gören ve bu durumu meşrulaştıran gidişi, böyle bir krizin habercisi ve yaşadığımız krizin de bu denli ağır yaşanmasının önemli nedenlerinden biriydi.

Ülkeler ve kıtalar arası mesafelerin azaldığından bahsediyorduk; herkes her yere gidebiliyordu artık… Ama bunun yan -belki de artık doğrudan etkileri demek gereken- etkilerini, örneğin çok fazla uçuşla hava kirliğine neden olduğumuzu, ozona zarar verdiğimizi; çok fazla alışveriş yoluyla doğal kaynakların zarar görmesine dolaylı da olsa katkı verdiğimizi; daha fazla şehirleşerek doğayı katlettiğimizi vs. düşünmemeyi, görmemeyi tercih ediyorduk. Sosyal mesafelerimiz de sandığımızdan çok daha fazlaydı aslında: Çevremizde onca yoksulluk, işsizlik, haksızlık varken pek çoğumuz bunları görmezlikten gelip hayata devam etmeyi alışkanlık haline getirmeye başlamıştık.

Covid-19 tüm bu “normal” gidişata bir dur dedi sanki! Bu süreç, sosyalliğimiz üzerine, insani mesafelerimiz ve toplumsal dayanışmamız üzerine şöyle bir durup düşünmemize ve kendimizi sorgulamamıza yol açtı. Bu durup düşünme ve sorgulama fırsatını insanlık olarak nasıl değerlendirmiş olacağımızı ileride göreceğiz. Devletlerin ve hükümetlerin pandemi sürecindeki tavırları ve sonrası için aldıkları önlemler, kararlar pek de umutlu olmamıza olanak vermiyor maalesef. Ne yazık ki, tüm insanların refahını ve doğanın korunmasını hedefleyen kararlar yerine yine günü kurtarmaya çalışan, kısa vadeli, mevcut ekonomik yapıyı kurtarma odaklı kararların alındığına tanık oluyoruz.

“Sosyal”sözcüğünü de çok duyuyoruz bu günlerde; ama “sosyal mesafe” olarak. Oysa tam da sosyal yakınlaşmanın, dayanışmanın çok gerekli olduğu zamanlarındayız. Bunun için pandeminin ilk günlerinden itibaren kullanılan “sosyal mesafe” kavramına pek çok duyarlı insan karşı çıktı ve “fiziksel mesafe-sosyal dayanışma” mottosunun kullanılmasının daha yerinde olduğunu vurguladı. Gerçekten de, aslında virüsün bulaşmaması için önerilen ve insanlar arasında 1,5 ya da 2 metre mesafe bırakılması fiziksel mesafe anlamındaydı. Sosyal ilişkilerin de bu süreçte zarar gördüğü aslında bir gerçek tabii ki. Eskisi gibi arkadaşlarımızla, yakınlarımızla buluşup hasbıhal edemiyor; büyüklerimizi ziyaret edip hal hatır soramıyor; birbirimize gidip gelemiyor; beraber kafelere gidemiyor ya da dostlarla birlikte demlenemiyoruz. Evet, sosyal yaşamımız çok kısıtlandı. Ama bunlar “sosyal”in sadece bir yönü. Sosyalin dayanışma yönü için önümüzde hiçbir engel yok.

Virüsün “eşitliği”

Covid-19 pandemi sürecinde ülkemizde ve dünyada birçok yazarın, yorumcunun ya da kişinin, virüsün “herkesi eşitlediği” yönünde yorumları oldu. Bu yaklaşımın nedeni, daha çok virüsün hiçbir sınır ve ülke ayrımı yapmadan dünyanın her yerinde ve ırk, din, dil, cinsiyet vb. farklılıkları tanımadan herkese bulaşabiliyor, hastalığa yol açabiliyor ve öldürebiliyor olmasıydı. Oysa daha yakından baktığımızda virüsün de var olan eşitsizlikleri daha fazla derinleştirdiğine tanık olabiliyoruz. Ülkeler ve bölgeler arası eşitsizlikler pandemi ile mücadele sürecinde de devam ederken, toplumsal gruplar ve sınıflar arasındaki eşitsizliklerin ise daha derinleştiğinden söz edebiliriz. Kadın erkek arasındaki eşitsizliklerin de bu süreçte sürdüğü hatta bazı durumlarda derinleştiği de aşikar. Sonuçta pandemi sürecinde eve kapanmalarda ev içi şiddetin arttığı ve kadınların evdeki iş yükünün misliyle katlandığı yönünde haberleri her gün okuyoruz; kendimiz tanık oluyoruz veya bizzat yaşıyoruz. Ama ben bu yazıda daha çok iş yaşamındaki eşitsizlikler üzerinde durmaya çalışacağım. Beyaz yakalı dediğimiz ve orta sınıfın bel kemiği olan çalışan kesim büyük oranda evden çalışarak doğrudan bir bulaşma tehlikesine maruz kalmadan çalışmaya ve maaşlarını da almaya devam edebiliyor. Oysa, birçok ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de ücretli çalışan diğer kesimler her gün toplu taşıma araçlarıyla, kalabalık ortamlarda işe gitmek ve çoğu zaman da yine diğer çalışanlarla aralarına mesafe koyma olanakları olmadan gün boyu çalışmak mecburiyetinde kalmaktalar.

Fabrikalarda, atölyelerde, inşaatlarda, marketlerde, kargo ve telefon hizmetlerinde çalışanlar bunlara örnek gösterilebilir. Bu gruplar için, virüsten korunma anlamında, ilk grıpla eşit koşullardan söz etmek herhalde mümkün değil. “Evde kal” sloganının her gün işe gitmek zorunda olan bu kesim için kulağa nasıl geldiğini tahmin edebiliriz sanıyorum. Yine de bu grup ücretli çalışanların en azından ekonomik olarak yaşamlarını sürdürebilecekleri bir işleri olması anlamında kısmen “avantajlı” olduklarından söz edebiliriz. Pandemi sürecinde işini kaybeden, gündelik yevmiye ile enformel sektörde çalıştığından dolayı şu an çalışamayan ya da çöp toplayarak geçimini sağlayıp şu günlerde sokaklar boş olduğundan işini devam ettiremeyen insanları düşündüğümüzde eşitlik sözcüğü dağarcığımızdan biraz daha uzaklaşmaya başlıyor.

Sosyal devlet?

Aslında sosyal devletin, bu gibi süreçlerde yurttaşlarına destek olarak süreci en az zararla atlatmasına olanak sağlaması beklenir. Nitekim özellikle Avrupa’da kimi ülkelerde hükümetler, parlamentolarından milyarlarca avroluk destek paketleri çıkarttılar. Bu süreçte çalışamayanlara, az çalışmak zorunda kalanlara, dükkanını açamayan serbest meslek sahiplerine yönelik değişik destek programları oluşturuldu. Türkiye’de de ufak tefek destek paketleri çıkartıldı; ama bunların, ihtiyacı karşılamaktan çok uzak olduğunu söyleyebiliriz. Hatta hükümet, bu kadarını bile daha fazla sürdüremeyeceğinin bilinci ile erken bir “yeni normale” dönüş süreci başlattı ki, bunun ne kadar tehlikeli ve riskli olduğunu ancak tahmin edebiliyoruz. Umarım tahminlerimiz bizi yanıltır. Ama bu ayrı bir tartışma konusu. 

Bunun dışında, aslında büyük rakamlar ve iyi düşünülmüş destek paketleri çıkaran ülkelerde bile yurttaşların ihtiyaçlarının büyük bölümünün karşılandığından ve her kesime ulaşıldığından söz edilemez. Her zaman bu koruma ve destek kapsamlarının dışında kalan daha dezavantajlı kesimler vardır. Özellikle evsizler ve mülteciler bunlara örnek verilebilir. Yaşadığımız sistemde hükümetler de genellikle kendi seçmenlerine ya da potansiyel seçmenlerine yönelik politikalar geliştirdiklerinden dezavantajlı kesimler kolaylıkla göz ardı edilebilir ya da geri plana atılabilir oluyorlar. Dayanışma kavramı, sosyal kavramının önemli bir bileşeni olmasına rağmen, çoğu durumda bunun unutulduğuna tanık oluyoruz. 

Türkiye gibi sosyal devletin zayıf olduğu ülkelerde ise bu tarz kriz süreçlerinden etkilenen kesimlerin daha da geniş olduğunu biliyoruz. Bu, daha önce bahsettiğimiz ağırlıklı olarak gündelik, enformel işler yaparak geçinen ve bugünlerde işlerini sürdüremeyen insanların yanı sıra önceleri kendi işini kurmuş ve sürdürmüş ama artık işyerini kapatmak zorunda kalmış – tamirci, kahveci, lokantacı gibi- küçük esnaf da olabilmektedir. Yani bu süreçten ekonomik olarak etkilenen ve evine düzenli bir gelir girmeyen kesimlerin Türkiye’de epey fazla olduğundan bahsedebiliriz. Kayıtlı çalışma zaten düşük düzeydeyken ve devletin koruma ve destek programları yetersiz kalırken, diğer yandan başka bir toplumsal olgu, yurttaşların kendi aralarındaki dayanışma mekanizmaları önem kazanıyor.

Dayanışma ağları

“Dayanışma halkların hassaslığıdır!”

Che Guevera

“Sosyal devlet”in başarısızlığa uğradığı veya yetersiz kaldığı yerlerde sivil toplum ve yurttaş dayanışması devreye giriyor. Bu pandemi günlerinde ne güzel ki, sosyal dayanışmayı yükselten pek çok girişime tanık oluyoruz. Bu girişimler, kısmen devletin parçası olan yerel yönetimlerden kaynaklansa da, büyük çoğunluğu tabandan gelen ve partilerden, kurumlardan bağımsız ve yerelde oluşan yurttaş inisiyatifleri aracılığıyla gerçekleşiyor. Komşuluğun geleneksel biçiminin bir dayanışmayı da içerdiği topraklarda yaşıyoruz sonuçta. Sosyal kontrolün ama aynı zamanda sosyal dayanışmanın pek çok örneğini görmüşüzdür komşuluk ilişkilerimizde. Ancak bugünlerdeki dayanışmanın bir başka ve oldukça önemli bir yönü daha var: Bu süreçlerde insanların birbirlerine tutunarak, güvenerek birer özne olarak hareket etmesi ve örgütlenmesi. İşte burada dayanışma ağlarının pek çok insan gibi benim açımdan da gelecek vadeden yönünü görmek mümkün.

Pandeminin ortaya çıkması ile birlikte salgının yoğun yaşandığı tüm ülkelerden yurttaşlar tarafından örgütlenen çeşitli dayanışma gruplarının, ağlarının oluştuğu haberleri de gelmeye başladı. Okuduğumuzda hepimizin içini ısıtan ve destek olma duygusu veren bu gibi girişimler, tabii ki Türkiye’de de, pandeminin ortaya çıkmasından çok kısa bir süre sonra yayılmaya başladı. “Dayanışma yaşatır” temel sloganı etrafında yerelde sokak, mahalle ya da ilçe bazında Dayanışma Ağları oluşturulmaya başlandı. Ben burada İstanbul özelinden giderek ve tüm girişimleri kapsama iddiasında olmadan birkaç örneği vurgulamak istiyorum. Kadıköy’de, bildiğim kadarıyla ilk kurulan Kadıköy Dayanışma Ağı’ından sonra özellikle İstanbul’un pek çok ilçesinde bu tarz yurttaş girişimleri, örgütlenmeleri hızla oluşmaya başladı. Kimileri bu girişimleri -örneğin Sendika.org- Gezi forumlarının devamı olarak gördü, kimileri de bambaşka yeni oluşumlar olarak.

Dayanışma ağları hızla, özellikle sosyal medya kanallarını kullanarak yaygınlaştı ve bulunulan yerelin ihtiyaçlarını orada yaşayan insanların doğrudan sürece katılımını sağlayarak tespit edip hızlıca çözümler üretmeye ve bunları da hızlıca hayata geçirmeye başladı: Kimileri, özellikle bu süreçte çalışmak zorunda olan hizmet sektörü çalışanları için yetersiz kalan maske ve siperlik dağıtımını görerek -dayanışma ağı gönüllüleri olarak- maske dikti ya da siperlik üretti; kimileri, dışarı çıkamayan komşularının alışverişlerini organize etti veya ihtiyaca göre erzak paketleriyle destekte bulundu; kimileri, sokakta yaşayanlar ya da kendisi sıcak yemek yapamayanlar için yemek pişirip dağıttı; kimileri ise, okulları kapanmış olan ve evden çıkamayan çocukları düşünerek online ders verdi veya müzikli egzersizler yaptırdı; diğer bazıları da, dayanışmanın daha da kalıcı bir versiyonu olarak, örneğin Fatih Dayanışma Ağı gibi, ortak bahçeler kurup yerel tarımsal üretim yapılmasının önünü açtı. Tüm bunların yanı sıra Dayanışma Ağları, katılımcı karar alma ve uygulama süreçlerini hayata geçirmeye çalışarak da örnek oldu. Benim de yaşadığım Adalar’da kurulan Adalar Acil Dayanışma Ağı, örneğin Adalar için katılımcı bir pandemi kurulu oluşturulmasına öncülük etti. Sokak ve mahalle bazında kurulan WhatsApp grupları üzerinden Adalıların doğrudan görüşleri alınarak öneriler geliştirildi ve karar mercilerine iletildi vs. vs. 

Yaşadığımız şu zor günlerde Dayanışma Ağları geleceğe dair bir umut, bir model olmaya aday. Bu deneyimlerin, en azından sadece İstanbul ya da Türkiye bazında bile olsa, kapsamlı ve kapsayıcı bir değerlendirmesi henüz önümüzde duran bir görev; ama, dayanışma ağlarının dayanışma kültürü ve belleği için önemli katkılar yaptıklarını şimdiden söyleyebiliriz. İnsanlar arasına “sosyal mesafe” koymak için her şeyi yapan her türden neoliberal politikaya karşı sosyal dayanışmayı, sosyal hassasiyeti başka bir dünyanın yapı taşları olarak döşemeye çalışan Dayanışma Ağları hepimizin ilgisini ve katkısını hak ediyor.

*Yasemin AHİ
Siyaset Bilimci, FES Türkiye Koordinatörü
yasemin.ahi@festr.org