Yakup Kepenek – “Başkanın” Seçimi

METU Economics-7

 

 

 

 

 

Neden Bu Başlık?

Çünkü Türkiye 30 Mart 2014’de belediye başkanlarını seçmeyecekle kalmayacak, ülkenin başkanını da seçecek.

Yerel seçimlerde alınacak sonuç, hemen sonrasında yapılacak cumhurbaşkanlığı ve onu izleyecek genel seçimlerin sonuçlarını belirleyici olacağı için çok önemlidir. Ancak, ülke siyasetinde son bir yıl içinde yaşanan gelişmeler, 30 Mart’a giden sürece bu belirleyici olmanın çok ötesinde bir niteliksel önem kazandırıyor.

Başbakanın, Gezi olaylarıyla başlayan toplumsal hareketliliği, dış odaklı bir siyasal başkaldırının başlangıcı sayması; 17 Aralık sonrasında da rüşvet ve yolsuzluk soruşturmalarını devlet içinde kendisine karşı cemaatçi paralel bir yapılanmaya bağlaması; bu gelişmelere karşı savaşımı iş edinerek hukuk düzenini ve kamu bürokrasisini özgürlükçü değil baskıcı bir anlayışla yeniden düzenlemeye girişmesi, tüm ağırlığıyla siyasetin gündemini belirliyor. Sonuçta yerel seçimler, başbakanın seçimi niteliği kazanıyor. Toplum, belediye başkanlarını ve diğer yerel yöneticileri değil, şu andaki başbakanı seçmek zorunda bırakılıyor.

Merkezi siyasetteki depremler, kaçınılmaz olarak yerele de yansıyor. Hemen her yerde, Başbakanın ve AKP’li başkan adayının büyük boy fotoğrafları yan yana asılıyor ve altına “benim başbakanım, benim başkanım” tamlamaları birlikte yazılıyor. Seçmenin zihninde AKP’nin yerel adayı, başbakan ile özdeşleştiriliyor. Doğal olarak seçmen yerel adaya, başbakanı seçiyormuşçasına oy verecektir.

Gelişmeler ışığında bu yılın Ağustos ayında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçiminde aday olacağına da kesin gözüyle bakılan Başbakanın, yerel seçimleri kendisi için bir var olma-yok olma noktasına taşımasına şaşırmamak ve 30 Mart’ın başkanın seçimi olduğunu görmek gerekiyor.

Yerele yer yok!

Yapılacak yerel seçimlerin başkanın seçimi özelliği kazanması, kaçınılmaz olarak, yerel siyaseti önemsizleştiriyor. Ülkemizde, tarihsel olarak, yerel yönetimlerin, çağdaş bir demokraside olması gereken ölçüde gelişemediği; yerel toplumsal etkenlerin belirleyici olduğu bir yapılanma ve değişim gösteremediği ve merkezi yönetimin güdümünden kurtulamadığı bir gerçektir.

Kentlerde gecekondudan apartmana geçilmesi sürecinin neredeyse tamamlanmış olması; nüfusun dörtte üçünün kentlerde yaşaması; doğal ve tarihsel çevrenin -tamamıyla serbest bırakılan- sermayenin saldırısına artan oranda uğraması; özellikle HES yapımı; altın aramalarının yaygınlaşması; kıyıların yağmalanması; her ilde en az bir üniversitenin varlığı siyasetin de yerelleşmesinin nesnel alt yapısını oluşturacak gelişmelerdir. Tüm bu toplumsal ve ekonomik değişim ve gelişmelere karşın, bu ülkede siyaset yerelleşmiyor; yönetim yönünden tam tersine bir gidiş; yani merkezileşme yaşanıyor.

O kadar ki, Türkiye, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Sözleşmesi’nin çekince koymadığı yerel yönetim birimlerinin coğrafi sınırlarının belirlenmesinde halkoylamasına başvurulmasını öngören 5. maddesini bile uygulamıyor; buna gerek bile duymuyor. On binlerce seçmen -isteyip istemedikleri sorulmadan- bir başka yerel yönetim çevresine aktarılabiliyor. Ek olarak büyükşehir kavramının kırsal kesimi de içerecek biçimde değiştirilmesinin oralarda yaşayan halka sorulmaması, AKP iktidarının yerel yönetimlere hiç önem vermediğinin somut kanıtıdır.

Siyasal katılımın yetersizliği, Türkiye siyasetinin geleneksel hastalığıdır. Bu hastalık, 2014 yerel seçimlerinde, gerçek bir demokraside olması gerektiği gibi iyileşecek yani hiç olmazsa yerel seçimlerde katılımı arttıracak yerde hiç de öyle olmuyor.

Yerel seçim adaylarının saptanmasında, partilerin üyelerinin ve örgütlerinin katılımı, partilere göre değişmekle birlikte, çok sınırlı kalıyor; adayları, kural olarak, genel merkez yönetimleri saptıyor. Partilerin yerel örgütleri ile genel merkezlerinin saptadığı adaylar arasında kaçınılmaz olarak bir uyumsuzluk kopukluk yaşanıyor. Bu kopukluk yerel seçimleri daha da sorunlu kılıyor. Sorunlar üç başlık altında toplanabilir.

Birincisi, yerel sorunların tartışılması ya tamamıyla bir yana bırakılmış bulunuyor ya da ikincil duruma düşüyor. Oy vermesine çok kısa bir süre kalmış olmasına karşın seçmen, belediye başkanı adaylarının neler yapacağını bilmiyor Bu yıl, yerel sorunların hemen hiç tartışılmadığı bir yerel seçim süreci yaşanıyor.

İkincisi, seçim süreci yerel sorun-çözüm tartışmalarından uzaklaştıkça, ülkemizde gerçekten çok ama çok sınırlı kalan siyasal katılım, şimdiye dek olduğundan çok daha zayıf bir noktaya gidiyor. Katılım olmadığından, toplum, kendi sorunlarına daha da duyarsız kalıyor; yabancılaşıyor.

Üçüncüsü, her ilde bir üniversite, en küçük yerleşim birimlerinde bile eğitimli bireyler var. Yerel sorunların çözümü amacıyla katılımcı bir anlayışla projeler yapılması ve bunun için nitelikli yerel işgücünden yararlanılması yoluna gidilemiyor. Siyasal katılım eksikliği, teknik katılım eksikliğiyle tamamlanıyor.

Sonuçta, kendi sorunlarına tamamıyla yabancı yerel yerleşim toplulukları oluşuyor.

Çözüm: başkana değil, yerele dayalı demokratikleşme!

Türkiye’nin merkezi yönetimi özellikle son aylarda, tam bir kurumsal çöküntü yaşıyor. Hukukun etkin ve bağımsız işlemediği görülüyor; bağımsız düzenleme ve denetleme kurulları tamamıyla hükümete bağımlı kılınmış bulunuyor; üniversite özerkliği unutuluyor; basın-yayın özgürlüğünün -sanal ya da internet bölümü dahil- yerinde yeller esiyor.

Bu durumda, yerel yönetimler konusu, öncelikle, özgürlükçü, eşitlikçi, hukukun üstünlüğünü ilke edinen; bireyin hakları ile toplumsal yararı dengeleyen yeni bir anayasa ile biçimlenebilir. Ancak, , yerel düzeyde özellikle sosyal demokrat görüşü benimsemiş olan yönetimlerin -böyle bir anayasanın yokluğuna karşın- yapabileceği çok şey vardır.

AKP’nin merkezi yönetimde giderek daha baskıcı bir özellik kazanmış olması, toplumun özgürlük isteğini güçlendirdi; yer yer özgürlük özlemleri eyleme dönüştü. Hopa’daki HES karşıtlığından Gezi Parkı’na, Mersin’deki nükleer santral eylemlerinden ODTÜ’de belediyenin ve hükümetin uygulamalarına karşı çıkışlara kadar uzanan özgürlük istemleri; yerel, özellikle sosyal demokrat yerel yönetimler için -eğer doğru değerlendirilirse- demokrasinin güçlenmesine katkı yapacak gizilgücü de içinde taşıyor.

Bu nedenle, CHP üst yönetiminin, kimi yerlerde belediye başkanı adaylarının saptanmasında sergilediği çok büyük yönetim yetersizliklerinin açtığı yaralar hızla sarılmalı ve sosyal demokrat belediyelerde yerel demokrasinin yeşermesine çalışılmalıdır.

Söylemeye gerek yok ki sosyal demokrat belediyelerin rüşvet ve yolsuzluğa karışması düşünülemez; düşünülmemelidir. Hizmet sunumuna gelince, eşgüdüm ve dayanışma içinde çalışacak sosyal demokrat belediyeler, ilke olarak, katılımcı olmalıdır. Alınacak kararlara, hiçbir ayırım yapmaksızın, hizmet sunulan tüm halkın etkin katılımı sağlanmalı; önemli konularda halkoylamasına başvurma yoluna gidilmelidir.

Sosyal demokrat belediyeler, daha özelde, çevre, kadın, genç, işsiz ve engelli konularında çok daha duyarlı olmalı; kültür ve sanata ayrı bir önem vermelidir. Günümüz Türkiye’sinde gerek üniversite ve yüksekokulların yaygınlaşması nedeniyle nitelikli işgücü sağlanması; gerekse belirli düzeyde sermaye birikiminin varlığı ve özellikle de yerel TV kanallarının etkinliği, sosyal demokrat belediyelere –yerel demokrasiyi güçlendirmede- olağanüstü olanaklar sunabilir.

Sosyal demokrat belediyeler; halkı yanlarına aldıkları, karar süreçlerine katarak sorunlara duyarlı kıldıkları ölçüde -başta TV’ler olmak üzere- yerel güç odaklarını da yanlarında bulacaklardır. Eğer bir ilçede HES kurulması söz konusuysa ve belediye yönetimi bunun olası zararları konusunda halkı bilgilendirir, olasılıkları halkla paylaşır ve halkı yanına alırsa; yerel TV istasyonu bu konuyu geçiştirerek penguen belgeseli yayınlayamaz. Halkın gücü buna izin vermez.

Yerelde yeşerecek demokratikleşme sürecinin çok daha sağlıklı ve kalıcı olacağı ise kuşkusuzdur.
*Prof.Dr. Yakup Kepenek
Ekonomist
yakupkepenek06@hotmail.com

Bir cevap yazın