Wolfgang Merkel ile röportaj: “Demokrasinin problemi kriz değil kapitalizmin egemenliğidir“

Wolfgang Merkel; Berlin Bilim Merkezi’nde Sosyal Araştırmalar Bölümü’nün „Demokrasi ve Demokratikleşme“ departmanında müdür, aynı zamanda Berlin’de Humboldt Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi alanında profesördür. Merkel,  2015 yılında „Demokrasi ve Kriz. Teori ve Pratik Arasındaki Zor İlişki“ başlıklı bir derleme yayınladı. (Springer Yayınevi).

Aşağıdaki röportajda soruları Neue Gesellschaft (NG) / Frankfurter Hefte (FH) adına Genel Yayın Yönetmeni Thomas Meyer sordu.

NH/FH: Son yıllarda „demokrasinin krizi“ saptaması oldukça sık duyulur hale geldi. Hatta OECD’nin çekirdek ülkelerinde gerçekten bir demokrasi olup olmadığı bile tartışılır hale geldi. Özellikle ülkelerimizin ekonomik güç konusunda temel sorunlara ilişkin reformları yerine getirememesi ve gelecekte devlet dışı ekonomi çevrelerinin oyuncağı konumuna düşeceğine dair algı, kriz konusunun zirve yapmasına neden oldu. Demokrasinin krizinden söz etmek ve bu krizin şiddetini değerlendirmek için elimizde ne gibi ölçüler var? Bugünkü durum için değerlendirmeniz nedir?

W. Merkel: Teşhisi koymak sanıldığı kadar kolay değil. Saptamaların çoğu, krize dair bir ölçek sunabilmeyi başarmış değil. Örneğin kuramsal bir demokrasi mi referansımız? Demokrasinin bitmiş tükenmiş bir altın çağından mı bahsediyoruz? Bence ikisi de yanlış. Gerçek bir demokrasi zaten yok. Temsili ya da direkt demokrasi olabilir mi? Daha fazla uzlaşma ve katılım mı dileyeceğiz yoksa çoğunluk kuralına mı güveneceğiz? İsviçre’nin konsensüs kuralını mı isteyeceğiz, yoksa Westminster modelindeki gibi çoğunluk prensibini mi? Demokrasinin eskiden daha iyi durumda olduğu düşüncesi tarihi unutmakla ilgili. Hangi dönem daha iyiydi? Kadınlara, etnik azınlıklara soralım; Amerika Birleşik Devletleri’ndeki, Almanya’daki, İsviçre’deki veya herhangi bir yerdeki  homoseksüellere onların da böyle düşünüp düşünmediklerini soralım. Demokrasinin problemlerinin arttığını söyleyebiliriz, fakat hiç bir zaman geçmişteki bir dönemden daha kötü durumda olduğunu söyleyemeyiz.

NG/FH: Demokrasinin şu anda gündemdeki en önemli sorunları nedir kendi ülkelerimizde? Globalleşen ve gittikçe kuralsızlaşan kapitalizm, demokrasiyi gerçekten kendini savunmaya zorlamadı mı?

W. Merkel: Bu düşünceye kesinlikle katılırım. Demokrasi ilk olarak kapitalizmi, ABD’nin öncülüğünde ve baskısı altında, hem bilinçli hem de belli belirsiz sınırlardan muaf tuttu. Bahsettiğim şey nesnel anlamda ve mekana ilişkin. Piyasanın, özellikle de mali piyasanın kuralsızlaşması demokrasiyi oldukça zayıflattı. Demokrasi zamanla gerçekten piyasanın konforunu sağlamaya yöneldi. Aslında eğer daha fazla demokrasi isteniyorsa, yön tersine çevrilmeli ve piyasa demokrasinin rahatına göre düzenlenmeli. Sonuçta demokrasinin; azınlık hakları, cinsiyet eşitliği ve farklı olana hoşgörü gibi gibi konularda ilerleme kaydettiğini görebiliyoruz.  Ne var ki ekonominin genel anlamda yönetimi ve alt gelir gruplarındakilerin sayısında patlama yaşanması gibi konularda demokrasinin kötüye gittiğini de görüyoruz.

NH/HF: Avrupa demokrasilerinde son 30 yılda kapitalizm anlayışında tam olarak sizce ne değişti; ve bu değişimlerin nedenleri neler?

W. Merkel: 1970’lerin stagflasyonu ile Keynesyen paradigmadaki, devletin sorumluluk taşıdığı görüşü önemini kaybetti.  Monetarizm, arza dayalı ekonomi, mali muhafazakarlık dizginleri ilk önce ekonomide, ardından politikada ele aldı. Ancak piyasa üreticiliği yok eden ve düzeni bozan politikalardan kurtulmalıydı. Daha sonra bu, yerini yeni potansiyellere açmalı ve arz-talep dengesi kendi dinamiği içinde oluşmalıydı. Genel kanı bu yöndeydi. Vatandaş ve firmalar vergi yükünden kurtulmalıydı. Bununla birlikte yeni ekonomi dinamiği alt gelir grubunu da kapsayacak şekilde düzenlenecek, bunun ardından ekonomide en alt sınıftan başlayarak refah toplumu oluşturulacaktı. OECD ülkelerinin tamamı bu senaryoyu takip etti. Hatta sosyal demokrat hükümetler de bu düzenden etkilendiler.

NG/FH: Uzun zamandır ülkelerimizde kaygı verici bir eğilim görüyoruz. Alt gelir seviyesindekilerde ve yoksul kesimde demokratik katılım kaybolmaya yüz tutuyor; önemli politik gelişmelere karşı İlgisizlik artıyor ve yine toplumsal katılım bir çok ayrımcılık nedeniyle düşüyor. Bu faktörler arasındaki bağlantı sizce nasıl şekilleniyor?

W. Merkel: Kesin olan şu; son 30 yılda gelişmiş ülkelerde politik katılım devamlı olarak aşağıya doğru gitti. Seçimlere olan katılım, parti üyelikleri ve sendikalar bunun en önemli göstergeleri. Demokrasinin yaşadığı problem özellikle sosyal seçilimde yatıyor. Toplumda alt kesim politik katılımdan gün geçtikçe çekiliyor. Orta kesim ve üst kesim katılım düzleminde kalıyor veya kendilerine yeni organizasyon formları arıyor. Bir kesimi sivil toplum kuruluşlarına gidiyor, ekolojik projelere katılıyor veya bulundukları yerleşim birimlerinde yeni yapılanmalara katılıyor. Bir „üçte-iki-çoğunluk-demokrasisine“ doğru ilerliyoruz. Bu eşitsiz gidiş sonunda da „üst tabakadan“ kişilerin lehine işliyor.

1950’li ve 1960’lı yıllarla bugün arasındaki fark; düşük eğitimli çevrelerin güvendikleri partnerlerin ve sendikalar, kitle partileri gibi kurumlarının bir tür „erozyona“, yani adeta bir yök olma sürecine uğramaları. Halkla ve emekçilerle iç içe girmiş kurumların düşüşe geçmesi bu çevrelerin aynı zamanda siyasetten de uzak olmalarına yol açıyor.

NG/FH: Bu kısır döngü sizce nasıl durdurabilir ve ters yöne çevrilebilir? Yeni toplumsal katılım formları bu konuda yardımcı olabilir mi? Referandumlar, siyasi partiler bünyesinde yapılabilecek reformlar, İnternet’in oynayacağı daha büyük bir rol yardım edebilir mi? Veya bambaşka bişey mi yapmalıyız?

W. Merkel: Bu çok büyük bir problem. Tüm bu yeni ve eski dolaysız siyasal katılım için biçimleri, örneğin halkoylamaları, çeşitli toplumsal tartışmalar, halk meclisleri veya dijital demokrasi, vb. hepsinin ortak bir noktası var. Hepsi de demokrasinin kazanımı için her zaman söz veriyorlar, fakat uygulamada üst ve orta kesime uygun bir demokrasi anlayışını güçlendiriyorlar. Bu sosyal seçilim oldukça güçlü. Alt kesim dışarıda kalıyor. Bu, paradoksal bir biçimde sol siyasetin öne çıkardığı halkoylamaları için de geçerli. Ancak halkoylamalarının sonuçları genellikle daha iyi durumda olan kesimin istediği gibi oluyor. İsviçre örneğindeki gibi referandum demokrasilerinin  azınlıklara karşı ayrımcılığı azalttığından söz edemiyoruz. İsviçre’de yasaların sadece %10’u halk oylamaları sonucunda kararlaştırılıyor. Demokratik yenilikler mutlaka temsili demokrasi içerisinde genişletilerek, ama kesinlikle elitist ve ayrımcı etkilerden kurtulmuş bir şekilde uygulanmaya koyulmalı,. Karar verme organları ve yetkilileri akllıca düşünülerek oluşturulmalı. Çünkü güzel bir netice hasıl olsa bile, bu tür reformların demokratik karar mekanizması içinde ağırlığı ne yazık ki pek hissedilmiyor.

NG/FH: Eğer demokrasinin önemini kaybetmesini bir kader olarak görmek istemiyorsak, kendimizi nasıl adapte etmeliyiz?

W. Merkel: Temsili demokrasinin kurumları ve organizasyonları, politik bir toplum için tekrar taşıyıcı güç olmak zorunda. Bu durum 20. yüzyılda en güçlü konumuna ulaşmış siyasi partiler için tekrar görebileceğimiz bir durum değil. Siyasi partiler daha güçlü bir şekilde açılımlar yapmalı ve birbirlerinden farklarını daha net ortaya koymalılar. Bu durum özellikle sol kitle partileri için geçerli. OECD dünyasında siyasi partilerin durumunu „Demokrasi ve Kriz“ kitabımızda, parti programları açısından teori ve pratik bağlamında, özellikle –birbirinden pek de farklı olmayan- finans ve vergi programları bağlamında gösteriyoruz. Sol partiler 1970li yıllardan beri savundukları değerleri devam ettirmeliler. Eğer karar verilmesi gereken değişiklikler varsa, eğer politik İhtilaflar açık bir alana sahipse, eğer zenginlerin ve süper zenginlerin ayrıcalıkları toplum içinde tartışmalara neden oluyorsa, eğer ABD farklı demokratik ülkeler tarafından eleştirilir duruma gelmişse, eğer politik tartışma alanından sözde dış etkenlerle veya işin tabiatını öne sürdürerek izah edilen engeller kavramı kaybolmuşsa, eğer insanlar bankaların devletleşmesini tartışabiliyorsa, apolitik vatandaşlar elbette tekrar politikaya ilgili hale getirilebilmeli.

NG/HF: Dünyanın küresel ekonomik kriz tehlikesi altında olduğu günümüzde şirketler, sendikalar ve demokratik devletler arasındaki „tarihi sosyaldemokrat uzlaşma“ fikrinin kapitalist ekonomiler ve sosyal bir demokrasi arasında üretici bir ilişkiyi sağlayacağına dair düşünce önemini kaybetti. Bu bağlamda günümüzde bu uzlaşının yeniden kurulması düşünülebilir mi? Bunun yerini yeni bir şey mi temsil edebilir yoksa yeniden bir demokratik karar verme gücü kazanımı mümkün mü? Ayrıca daha güçlü politik ve sosyal bir kapitalizmin oluşturulabilmesi düşünülebilir mi?

W. Merkel: Açıkçası bunun için biraz karamsarım. „Sosyaldemokrat uzlaşı“ veya „sosyal-liberal bir korparatizm“ ,aktörler arasında güç dengesi gerektiriyor. Çünkü son 10 yıldaki neo-liberal dönemde demokratik devletler ve sendikalar aleyhine bir kırılma yaşandı ve bu yüzden bugün güç politikasına dayalı bir yapı var. Demokratik devletlere daha fazla güç alanı oluşturabilecek çalışmaların içine girilmesi gerekiyor. Bu, maalesef kuralsız kapitalizmin daha fazla güç kazanma sürecini tersine çevirmeden mümkün değil. Demokratik devlet belki herşey demek değildir; ama, güçlü bir demokrasinin olmadığı yerde adil bir toplumdan söz etmek de mümkün değildir.

NG/FH: Sivil toplum bir çok gözlemci tarafından en önemli umut kaynağı olarak görülüyor. Onun rolü küçümsenebilir mi?

W. Merkel: Asla. Fakat sivil toplumun bize sağlayabileceği olanakları unutmuş gibiyiz. Sivil toplumun nerelere erişebileceği, sınırının nerede olduğunu unuttuğumuz gibi.  Aynı şekilde devleti unuttuk. Devletin bir nevi modası geçmiş bir kurum olarak görür olduk. Kkapitalizmin neden olduğu gelir dağılımı eşitsizliği gibi konular, herşeye karşın yalnızca devlete ait enstrümanlarla düzenlenebilir. Bununla birlikte unutulmamalı ki, sivil toplum öncelikle bir orta sınıf organizasyonudur.

NG/FH: Wolfgang Streeck kapitalizm ve demokrasi arasında yeniden bir denge kurulmasına ilişkin umutların tükenmekte olduğuna dair oldukça ilgi uyandıran bir tespitte bulundu. Buna göre, finans piyasasına dayalı bir kapitalizm ile parlamenter demokrasi arasındaki problem aynı kaynaktan besleniyor. Aynı ekonomik ve toplumsal kaynaktan beslenen bu iki kavram, başarılı bir yeni oluşumun mümkün olmadığını gözler önüne seriyor.

W. Merkel: Wolfgang Streeck’in bazı ekonomik analizlerine katılıyorum; kendisinin AB’ye yaptığı sol eleştirilere de. Özellikle AB’nin, kapitalizmin düzensizleşmesindeki hızlandırıcı katkısına ve içeride demokratik değil de daha teknokratik olduğuna dönük görüşlerine katılırım. 1970’lerde biz aramızda kapitalizmin yaşlanması konusunu işlediğimizden beri aslında tam tersi bir gelişme vuku buldu ve bir nevi „gençleşme“ sürecinden geçildi. Demokrasinin problemi kriz değildir, tam tersine kapitalizmin zaferidir.  Yine de demokrasi hala bitmiş durumda değil. 21. yüzyılın en büyük hastalığı, politikanın piyasa üzerindeki hakimiyetini kaybetmesi ve alt gelir grubunun katılım ve temsil konularında her geçen gün daha da geriye gitmesidir. Bu iki olgu da demokrasinin post-modern bir örtü altında kaybolmaması için  değiştirilebilir ve değiştirilmelidir.

NG/FH: Mükemmel bir demokrasinin ekonomi ile ilgili bir başarı elde edebilmesi ve kapitalizmin daha uysal bir hale getirilerek düzene girmesi  için, nasıl bir strateji belirlemeliyiz? Finanz piyasasına dayalı kapitalizm ve parlamenter demokrasi arasında bugünkü şartlar altında, hem tek tek ülkeler için hem de AB için, gerçekçi bir ilişki kurulabilir mi?

W. Merkel: İlk olarak şunun açıklıkla söylenmesi gerek. Düzensiz işleyen piyasa uzun dönemde hem kendini hem de toplumun uyumunu zarara uğratıyor. AB fikrinin ruhu, piyasa rekabetini birincil hedef alarak oluşmadı. Ulusal devletler, kıyaslanabilir demokrasi standartlarının mevcut olmadığı düşünülürse, AB’ye karşı kendi yetki alanlarından vazgeçmemelidirler. Bu görüş, AB’ye uygun olmayabilir, ama demokratiktir. Finans piyasası daha sıkı kontrol altına alınmak zorunda. Fakat ABD’nin veya Birleşik Krallık’ın bunun için bir şey yapmasını beklemek, umutsuz bir girişim olur. Ulusal ve aynı şekilde Avrupa düzleminde yapılabilecekleri görmeliyiz. Almanya kendini alt seviyedeki çocukların eğitimine daha fazla dikkat etmeli. Zenginlerin ve süper zenginlerin ekstra vergilendirmesi ile gayet legal yapılabilir bir durum bu. Güçlü ve adil bir devlet vergilendirmesinden söz edemiyorsak, adil bir toplumdan da söz edemeyiz.  Çözümsüz  sınıf problemleri büyümeden önce, sosyal  demokrasi daha cesaretli olmalı ve paylaşım sorununda daha aktif olabilmeli.

Sosyal Demokrat Dergi İçin Çeviren: Aydın Cıngı