Bu topraklarda yaşayan insanlar, pek çok ülkeye nasip olmayan bir zenginliğe sahip. Orta Asya’dan Balkanlara, Kafkaslardan Orta Doğu’ya uzanan nice kültürün izlerini taşıyoruz çünkü. Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkezi, Arabı, Arnavutu, Ermenisi, Yahudisi ile gerçek bir kültür sentezine sahibiz. Kimimizin ataları, bu ülkede doğdu; kimimizinki ise göçlerle geldi.
Göç olgusu ile bizim kadar haşır neşir olan Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Belçika, İsviçre gibi ülkelerde çokkültürlülük siyasetin ve gündelik yaşamın temel değerleri arasında. Ancak günümüzde yaşanan göç dalgaları toplumlardaki ayrımcı duyguları körüklüyor; pek çok ülkede göçmen karşıtlığı ve ‘zenofobi’-yabancı nefreti- hızla artıyor, faşist partiler güçleniyor. Elbette, farklılıkların yarattığı zenginliğin farkına varanlar da var. En başta, bilim insanları ve sanatçılar…
Tarih boyunca göçlerin temel nedenleri, iklim koşullarındaki değişim, barınma ve yiyecek ihtiyacı ya da savaşlar olmuş. Şimdilerde ise, emperyalist savaşlar, iç savaşlar, işlemeyen adalet mekanizmaları, faşist darbeler ve ekonomik sorunlar… Göçmenler, yoksul ülkelerden gelişmiş Batı ülkelerine yöneliyor. Oraların da cennet olmadığını, gittikleri ülkelerde ırkçılıkla, ayrımcılıkla karşı karşıya kalacaklarını bile bile…
Sanatçı ve yersiz yurtsuzluk
Böylesine karmaşık sorunlarla boğuşan bir dünyada, yaşananlara duyarsız kalamayan sanatçıların başkaldırmasından daha doğal ne olabilir? Kimi, ülkesini terk edip, görece daha özgür dünyalara yelken açıyor, kimi de ülkede kalıp, yaşananları sanat yoluyla dünyaya anlatmaya çabalıyor. Günümüzde sanatçının ana temalarından birini oluşturuyor yersiz yurtsuzluk. İster gittiği yabancı diyarlardan, ister içerden baksın ülkesine, sanatçının yersiz yurtsuz kimliği öne çıkıyor.
Ülkesi dışında yaşamak zorunda kalan sanatçılar, ister sığınmacı olarak adlandırılsın, ister göçmen, yaşadığı ‘gelişmiş’ ülkeyi eleştirmekten geri durmuyor; hoşgörü kavramının yanlışlığını sergiliyor, birlikte yaşamanın mümkün olduğunu söylüyor. Elbette, sığındığı ülkenin değerlerine uyum sağlamak, kabul görmek adına kendisinden beklenen türde eserler verenler de var. Batının uygar düzenine ayak uyduramayan, feodal değerlerinden sıyrılamamış göçmen tipolojisini tekrar tekrar üreterek, kendilerine yaşam alanı açanlar… Konumuz onlar değil… Nazi zulmümden kaçan nice sanatçının, göç ettikleri ülkelere kazandırdıklarının altını çizmek daha önemli. Atatürk’ün ülkemize davet ettiği Bruno Taut, Carl Ebert, Paul Hindemith, Bela Bartok gibi usta sanatçıların ülkemizde modern sanat anlayışının yerleşmesi adına katkılarından söz açmak… Yalnızca Cumhuriyet döneminde değil, Osmanlı döneminde de, İspanya’dan kovulan Sefarad Yahudilerine ve aralarında devlet adamları ve sanatçıların da olduğu pek çok sığınmacıya kucak açmış bir ülkenin anlatacağı nice öykü olmalı… Tabi, bu arada sürgüne gönderilen ya da gitmek zorunda bırakılan kendi aydınlarının -Cem Sultan’dan Namık Kemal’e, Nazım Hikmet’ten Yılmaz Güney’e o kadar çok isim var ki, sıralasam yazının sınırlarını aşar- öyküleri de…
Sınırdaki hayatlar
Göç konusunu, üç alt başlıkta ele alabiliriz: İç göç, Dış Göç ve Yabancı Göçmenler… Üç başlık da, tüm sanat dallarında çokça işlenmiş. Bunlar içinde, yabancı göçmen sorunu üstüne yapıtlar, günümüzün en can alıcı sorunlarından birini, ‘öteki’ne duyulan düşmanlık ve ayrımcılık meselesini ele aldıkları için yaşamsal öneme sahip. İçinde yaşadığı toplumdaki ayrımcılığı sergileyen bir sanatçının çabası, bu konuda yazılmış nice bilimsel makaleden daha etkili olabiliyor. Çünkü okurun/izleyicinin bilincine olduğu kadar yüreğine de seslenebiliyor…
Göç sorunu, edebiyatçılar için vazgeçilmez bir tema olmuştur. Arthur Schnitzler’den Bertolt Brecht’e nice yazar göç olgusunu bizzat yaşamış, yapıtlarına yansıtmış. Irkçılık karşıtı romanlarıyla tanıdığımız Güney Afrikalı Nadine Gordiner, Nazilerin egemenliği altındaki Almanya’yı terk edip İsveç’e yerleşen Nelly Sachs, ülkesi Romanya’yı terk edip Almanya’ya giden Herta Müller, Rus Ivan Bunin, hepsi de göçmen yazarlar ve hepsi de Nobel kazanmış. Günümüzün en ünlü göçmen yazarları arasında, Hindistan’da Müslüman bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen, ailesiyle birlikte Pakistan’a göç eden, sonra da İngiltere’ye yerleşen Salman Rüşdi ve İranlı kadın yazar-sinemacı Marjane Satrapi’yi sayabiliriz. Hepsinin yapıtlarında, göç sorunsalı ön planda. Yaşadıklarından yola çıkarak insanlığın bu devasa sorununa ışık tutuyorlar.
Görsel sanatçılar açısından da aynı saptamayı yapabiliriz. Dünyanın dört bir yanındaki müzelerde yer alan yapıtlarında göçün yarattığı travmayı konu alıyorlar. Öteki sorunsalı ve empati yoksunluğu sıkça işlenen temalar arasında. Farklı bir ülkede yaşamak ve üretmek zorunda kalan sanatçılar, bunun sıkıntısını yaşarken, bir yandan da bu durumun yeni açılımlara, sanatlarında yeni ‘füzyon’lara yol açabileceğinin farkındalar… Kimliğini deşifre etmeyen Banksy adlı ünlü sanatçının Mülteci Teknesi adlı yerleştirmesi –enstalasyonu- ve Filistin’deki duvar resimleri, Çinli sanatçı Ai Wei Wei’nin binlerce can yeleğinden oluşan yerleştirmesi ve Human Flow adlı filmi, Iraklı müzisyen Hüseyin Rasim’in Migration (Göç) albümü ve The Way Back (Geri Dönüş Yolu) adlı belgeseli, Tammam Azzam’ın Matisse’in Dansı adlı çalışması() son zamanların öne çıkan ‘iş’leri arasında. Türkiye’den sanatçı göçlerinin en yoğun olduğu zamanların darbe dönemleri -12 Mart ve 12 Eylül sonrası- olduğunu biliyoruz. Ne yazık ki, son yıllarda yeni bir göç dalgası yaşadık; yaşamaya da devam ediyoruz. Yaratma özgürlüğünün tehdit altında olması, haklarında açılan siyasal nitelikli davalar ve ekonomik koşullar pek çok sanat insanımızın Avrupa ülkelerine göç etmesine neden oldu. Gittikleri ülkelerde, verimli bir üretim süreci içine girmeleri tek tesellimiz.
Beyazperdede göç
Sınır tanımayan sanatlar arasında en etkili olanı, yaygınlığı ve popülerliği nedeniyle, hiç kuşkusuz sinema sanatı. Charlie Chaplin’in Immigrant (Göçmen)’inden bu yana göç temalı filmler yapan yönetmenlerin önemli bir kısmı, ülkelerini terk edip Amerika’ya ya da Avrupa’ya gelen göçmenler ya da göçmen ailelerin çocukları… Chaplin’in yanı sıra, Elia Kazan, Billy Wilder, Francis Ford Coppola, Martin Scorsese, Atom Egoyan, Costa-Gavras, Abdellatif Kechiche, Mohammed Zemmouri, Andrey Tarkovski, Tony Gatlif, Alejandro Jodorowsi, Otar Joseliani, Levan Akin, Perviz Kimyavi, Emir Nadari, Ali Abbasi, Bahman Ghobadi bu isimlerden yalnızca birkaçı. Oyuncular arasında da, Marlene Dietrich’den Greta Garbo’ya, Natalie Portman’dan Charlize Theron’a sayısız göçmen var.
Göç Sinemasının ülkemizdeki ilk örnekleri İç Göç’ü konu alan filmler: Lütfi Akad’ın Gelin, Düğün, Diyet üçlemesi, Halit Refiğ’in Gurbet Kuşları, Duygu Sağıroğlu’nun Bitmeyen Yol ilk akla gelenler… 60’larda başlayan Almanya’ya işçi göçü sonrası, Dış Göç’ün yarattığı sorunlar Yeşilçam’ın pek çok yapımında ele alınmıştır. Şerif Gören’in Almanya Acı Vatan, Politzei, Türkan Şoray’ın Dönüş, Tunç Okan’ın Otobüs ve Sarı Mersedes, Tevfik Başer’in 40 M2 Almanya ve Sahte Cennete Elveda filmlerinin yanı sıra, Türk asıllı Alman yönetmen Fatih Akın’ın Kısa ve Acısız, Solino, Duvara Karşı, Paramparça filmleri, Yüksel Yazıcı, Yılmaz Arslan, Thomas Arslan, Neco Çelik, Ayşe Polat gibi çok sayıda genç yönetmenin Almanya’da yaptıkları filmler, dış göçün yönetmenlerimiz için cazip bir tema olduğunu gösteriyor. Yeşim Ustaoğlu’nun Güneşe Yolculuk filmi ise iç göç ve dış göçü birlikte ele alan bir yapım. Büyük kente göç eden bir köy delikanlısı ile Almanya’dan kesin dönüş yapan bir ailenin kızını buluşturan film, bu temada yapılmış en başarılı yapımlar arasındadır.
Dünya sinemalarına gelince, Jean Renoir’ın Toni’sinden Elia Kazan’ın Amerika, Amerika’sına, Meksikalı Alfonso Cuaron’un Son Umut/Children of Men’inden A. G. Inarritu’nun Bituful’una, Senegalli Osman Sembene’nin Black Girl’ünden Danimarkalı Lars von Trier’in Dogville’ine nice başyapıt var. İtalyan ve Latino göçmenlerin öyküleri Amerikan sinemasına, Hintli ve Pakistanlı göçmenlerin öyküleri Britanya sinemasına yansımış… İskandinav (Bille August’ün Fatih Pelle, Aki Kaurismaki’nin Le Havre ve Umudun Öte Yanı), Alman (Rainer Werner Fassbinder’in Ali: Korku Ruhu Yer Bitirir), Fransız (Tony Gatlif’in Latcho Drom, Jacques Audiard’ın Dheepan) ve İtalyan (Pietro Germi’nin Umut Yolu, Gianfranco Rosi’nin Denizdeki Ateş) sinemalarında sayısız film var göçmen sorunlarına değinen… Yunan yönetmen Costas Ferris’in Rembetiko adlı filmi Anadolu’dan Yunanistan’a göç etmek zorunda bırakılan insanların iki kültür arasındaki dramını anlatır. Yalnızca Yunan sinemasının değil, dünya sinemasının büyük ustası Theo Angelopoulos’un her biri birer başyapıt niteliğinde olan Sonsuzluk ve Bir Gün, Leyleğin Geciken Adımı filmlerinde, sinema dünyasının ustalarından Belçikalı Dardenne Kardeşler (Söz/La Promesse, Rosetta, Lorna’nın Sessizliği, Çocuk) ve İngiliz Ken Loach’un (Riff-Raff, Ladybird Ladybird, Carlanın Şarkısı, Bread and Roses, Özgür Dünya) filmlerinde ana tema ‘göç’tür. İsviçreli Xavier Koller’in Türk göçmenlerin öyküsünü anlattığı Umuda Yolculuk yabancı film Oscar’ı almıştır. Son Cannes Festivali’nde izlediğim Burası Cennet Olmalı’da, Filistinli yönetmen Elia Suleiman kendi öyküsünü anlatır. Ülkesinde de, Avrupada da, Amerikada da hep göçmen kalan bir insanın öyküsünü… Sinemamız ise, bizim çok yakınımızdaki bu can alıcı soruna fazla ilgi göstermiyor ne yazık ki; Reis Çelik’in “Mülteci”, Maryna Er Gorbach ve Mehmet Bahadır Er’in “Omar ve Biz”, Onur Saylak’ın Daha ve Barış Atay’ın Aden adlı yapıtları dışında kayda değer bir film yok… Hepimizin göçmen olduğunu anlayana dek de böyle sürecek galiba… () Figen Girgin’in Gerçeklikten Sanata:Göç adlı yazısından (Kontrast dergi, Sayı:54)
*Vecdi SAYAR
Sanat Yönetmeni,Eleştirmen
vecdisayar@yahoo.com