İlk çağ filozoflarının kafa yorduğu sorunsallardan biri, ‘ideal toplum’un nasıl bir yapıya/düzene sahip olması gerektiğiydi. ‘İyi’ yöneticilerin başında olduğu disiplinli toplum modelleri üstüne düşünceler geliştirdi pek çoğu. Platon’un “Devlet”i, bu alandaki en temel yapıt olarak kabul ediliyor. Ardından Plutarkhos’un “Lykurgos’un Hayatı” ve ideal toplum için ahireti işaret eden Aziz Augustinus’un “Tanrının Şehri” geliyor. Ama ‘Ütopya’nın kavram olarak ortaya çıkması için Rönesans’ı beklemek gerekiyor. Yani, Ortaçağ’ın karanlığından sıyrılan insanın kendi geleceğini var edebilme olanağının bulunduğunu düşünmeye başladığı günleri.
Devlet adamlığının yanı sıra bir düşünür olarak da tanıdığımız Thomas More, “Utopia” adlı yapıtında, 16. yüzyıl İngiltere’sinde yaşanan sorunlardan yola çıkarak ideal bir toplum düzeni tasarlıyor. Ütopya, More’un kitabında anlattığı bir adanın adı olmakla kalmıyor, bir edebi türün adı oluyor. Roman, günce, seyahat edebiyatı gibi türlerden yararlanan ‘ütopya edebiyatı’, bilim-kurgu türünün de atası oluyor.
17. Yüzyılda Tommaso Campanella “Güneş Ülkesi”, Francis Bacon “Yeni Atlantis”, François Rabelais “Gargantua ve Pantagruel”, James Harrington “Oceana Uluslar Birliği”, Margaret Cavendish “Alevli Dünya Adındaki Yeni Bir Dünyanın Tasviri” adlı yapıtlarıyla bu türde ürün veren pek çok yazar arasında öne çıkan isimler oluyor.
18.yüzyıl ise, Daniel Defoe’nun “Robinson Crusoe”, Jonathan Swift’in “Gulliver’in Seyahatleri” gibi yapıtlarıyla doğal bir yaşam özleminin vurgulandığı bir dönem oldu. Elbette, adil bir yönetim biçimi arayışları bu yüzyılda da sürdü, çeşitli yazar ve düşünürlerin yapıtları aracılığı ile. Amerikan ve Fransız devrimlerinin çıkış noktasında özgür ve adil bir dünya özlemi yatıyordu. Bu dönemde, felsefenin temel sorunsalı, ‘daha iyi’ bir toplum arayışı oldu. Ütopya’dan çok gerçeklere yaslanan bir arayıştı bu.
Ütopyadan distopyaya
Bilim alanındaki gelişmelerin ve sanayileşmenin doruğa ulaştığı 19. yüzyıl ise, bir yanda bu gelişmelerin yol açabileceği felaketlere dikkat çeken yapıtların, öte yanda yeni bir toplum düzeni arayışında edebiyatın yerini sosyoekonomik analizlerin ve yeni toplumsal modellemelerin aldığı bir yüzyıl oldu. Mary Shelley “Frankeştayn” ve “Son İnsan” adlı yapıtlarında bilimsel gelişmenin sonucu olarak ortaya çıkabilecek tehlikelere işaret ederken, ‘distopya’ edebiyatının belki de ilk örneğini veriyordu.
Robert Owen “Yeni Ahlaki Dünyanın Kitabı”nda, değişen koşulların sonucu olan yeni ihtiyaçları tanımlarken, yeni bir toplumsal sözleşmenin gereğine işaret ediyor; Karl Marx ve Friedrich Engels “Komünist Manifesto” ile yepyeni bir toplum ideali ortaya koyuyordu: işçi sınıfının egemenliği ve sömürünün olmadığı bir dünya… Kuşkusuz, emekçi sınıflar için bir ‘Ütopya’ olan bu toplumsal düzen, egemen sınıf için tam bir ‘distopya’ tasavvuruydu.
19. yüzyıl, yalnızca toplumbilim ve siyaset bilimi açısından değil, edebiyat sanatı açısından da devrimci atılımlara tanıklık etti. Jules Verne, emsalsiz düş gücüyle bilim-kurgu edebiyatının temellerini oluştururken, H.G. Wells, “Zaman Makinesi”, “Ay’daki İlk İnsanlar” gibi yapıtlarında bilimin insanlığın önüne serdiği uçsuz bucaksız ufuklara yelken açarken, gelişmenin yaratabileceği sakıncalara işaret ediyor; “Dünyaların Savaşı”nda uzaydan gelebilecek tehlikelerden söz açıyordu. Gerek Jules Verne, gerekse Wells’in yapıtları 20. yüzyılda yüzlerce sinema yapıtına ilham kaynağı oldu.
20. yüzyıl edebiyatı, ütopya ve distopya kavramlarının geniş kitlelerle buluşmasını sağladı. ABD’de oligarşik tiranlığın yükselişini konu alan Jack London’un “Demir Ökçe”, bürokratik hegemonyayı gerçeküstü bir anlatımla sergileyen Franz Kafka’nın “Dava”, totaliter-teknokratik bir devletteki kast sistemini anlatan Margaret Atwood’un “Damızlık Kızın Öyküsü”nün yanı sıra, Charlotte Perkins Gilman’ın “Kadınlar Ülkesi”, Yevgeni Zamyatin’in “Biz”, Hillary Jordan’ın “Uyandığında”, Ursula Le Guin’in “Mülksüzler”, Ernest Callenbach’ın “Ekotopya”, Jose Saramago’nun “Körlük” adlı yapıtları gibi ütopya/distopya edebiyatına anarşizm, feminizm, insanın doğadan kopması, ekolojik felaket gibi yeni temalar, yeni kavramlar kazandıran nice roman ve film var.
Şiddet, pek çok edebiyatçının -ve onlardan etkilenen sinemacıların- ana temalarından birini oluşturdu, savaşı izleyen yıllarda. William Golding “Sineklerin Tanrısı”nda, Anthony Burgess “Otomatik Portakal” da insan doğasındaki kötülüğü yorumladı.
Bir distopya olarak faşizm
Birilerinin ütopyası, ötekilerin distopyası olabiliyor demiştik. İşte, 20. yüzyıl Avrupa’sında yaşanan Nazizm ve Faşizm felaketleri bu ideolojilerin kurucu ve savunucuları tarafından bir ütopya olarak algılanırken, özgür dünya için tam bir distopya idi. Adolf Hitler’in “Kavgam”ı ve faşist ideallere inanmış yazarların toplum tahayyülleri, liberalizm idealine bağlı toplumlar için distopyadan farklı bir şey değildi. Tabii, iki tarafın da kapitalist sistemin farklı cepheleri olduğunu vurgulamaya gerek yok herhalde!
Avrupa’da yükselen faşist ideoloji karşısında, duyarlı yazarlar eli kolu bağlı kalmadı. Kimi kendi ülkelerinde, kimi sürgünde direnişe destek verirken, yaklaşan felaketi alegorik bir anlatımla yansıtmaya çalıştı. Doğal olarak, hepsi de birer distopyaydı bu yapıtların. Hem de bu türün başyapıtları… Aldous Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”sı, H.G. Wells’in “Olacakların Habercisi”, Katharine Burdekin’in “Swastika Geceleri”…
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, edebiyatçılar dünyanın geleceğine ilişkin pek umutlu olamıyordu. George Orwell’in savaşın son yıllarında kaleme aldığı ve otoriter bir toplum düzenini eleştirdiği “Hayvan Çiftliği”nden sonra yazdığı kabus senaryosu “1984” ve Ray Bradbury’nin “Fahrenheit 451”i, totaliter rejimlere karşı çıkan ve distopyanın başyapıtları olarak anılmayı hak eden yapıtlardı. Beyazperdeye yansımaları gecikmedi ve farklı yönetmenlerin yorumlarıyla düşünce özgürlüğünü savunan mesajları geniş kitlelerce paylaşıldı.
Beyazperdede yansımalar
Fritz Lang’ın 1927 tarihli “Metropolis” adlı yapıtı sinemada distopik bir dünya tasavvurunun ilk örneği. Daha sonraları, distopik romanlardan yapılmış pek çok uyarlama var; “Sineklerin Tanrısı”, “Zaman Makinesi”, Nevil Shute’un muhayyel bir nükleer savaş sonrasını anlattığı romanından Stanley Kramer’in uyarlayıp, yönettiği “Kumsalda”, Jean-Luc Godard’ın uzaydaki bir kenti diktatörlükten kurtarmaya giden bir ajanın öyküsünü anlattığı “Alphaville”, François Truffaut’nun “Fahrenheit 451’, Stanley Kubrick’in “Otomatik Portakal” ve “2001 Uzay Yolu Macerası”, Pierre Boulle’ün romanından Franklin Schaffner’in yaptığı “Maymunlar Gezegeni”, Michael Radford’un yönettiği “1984” v.b.
Richard Fleischer’in “Soylent Green”, Ridley Scott’un “Blade Runner”, Terry Gilliam’ın “Brazil”, George Miller’in “Mad Max”, Andrew Niccol’ün “Gattaca”, Wachowski kardeşlerin “Matrix”, Steven Spielberg’in “Yapay Zeka” ve “Azınlık Raporu” filmleri genellikle bilim-kurgu olarak nitelendirilse de, aslında birer distopik dünya tasavvuru.
Bu filmlerin kiminde totaliter bir toplum düzeni betimlenirken, bazılarında kaosun ve şiddetin hüküm sürdüğü bir gelecek tasavvuru var. Alan Moore’un çizgi romanından serisinden James Mc Teigue’nin uyarladığı “V for Vendetta”, nükleer savaş sonrası İngiltere’de geçen, baskıcı bir yönetime başkaldırıyı anlatan bir yapım. Bir direniş sembolü… John Hillcoat’ün “The Road”u, Corman McCarthy’nin apokaliptik romanından uyarlanmış bir film. Danny Boyle’ün “28 Gün Sonra”sı, bilim ve teknolojideki gelişmelerin insanlığın sonunu getirebileceğini anlatıyor.
Tek adam ve cemaati
Karamsar bir gelecek tasavvuru olan Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”sında betimlenen toplumun değerleri arasında sanat, felsefe, savaş, ırkçılık, din, fakirlik yer alıyor… Ve, hikayenin ana mekanlarından ‘Londra Merkez Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi’nin kapısında şunlar yazıyor: “Cemaat, Özdeşlik, İstikrar”. Bilmem, bu sözcükler sizde bir çağrışım yapıyor mu?
Artık ütopya yazana pek rastlanmıyor. “Beyaz Zambaklar Ülkesi” hayalleri pek demode. Devrimci manifestolar da … Köy Enstitüleri, Sinema Trenleri, Devrim için Hareket Tiyatrosu unutuldu sanki… Ha, az kalsın unutuyordum, “Kızıl Elma” ütopyasının peşindekileri…
Siyasette ütopyaların unutulduğu, oportünizmin en geçerli politika sayıldığı bir ortamda, edebiyat da ütopya yerine distopya üretiyor. Elbette, yaşanan gerçeklerden kaynaklanıyor bu distopyalar. Baskıcı devletler, her gün biraz daha sınırlanan bireysel özgürlükler, teknolojinin mutlak egemenliği…. Askeri güce ya da dine dayalı tek adam yönetimleri… Zamyatin’in “Biz” romanında öngördüğü totaliter düzen, günümüz dünyasında gerçekleşti bile. Doğadan koparılmış, teknolojiye teslim olmuş bir toplum ve bu toplumu yöneten ‘Büyük Birader’…
Distopyalar yazmayı/çekmeyi sürdüren sanatçıların sayısı hiç azalmadı. Onlar, Zamyatin’in dediği gibi “Gerçek edebiyatın güvenilir ve gayretkeş görevliler tarafından değil, ancak aykırı ve asi ruhlular, çılgınlar ve hayalciler tarafından gerçekleştirilebileceğine” inanan cesur insanlar… Cemaatin bir parçası olmak ve itaat etmek yerine başkaldıranlar… Daha konforlu bir hayat sürebilmek için düşünce özgürlüklerinden vazgeçmeyenler…
Kimi zaman, ‘çok satan’ filmlerde bu temanın işlendiğini görüyoruz. Kapitalizm, kazanç getirecek her alana girer. Hele, ‘başkaldırı’ gibi tehlikeli bir kavramı ‘evcilleştirme’ şansı da elinin altındaysa. Totaliter bir düzene isyan öyküsü olan “Açlık Oyunları” gibi yapımlara şaşırmamak, hatta keyfini çıkarmak lazım.
Türkiye edebiyatı da, sineması da mayınlı alanlarda dolaşmaktan pek hoşlanmıyor. Bu alanda pek az ürün verilmiş. Dönemin hakim ideolojisini ideal olan gören propagandist nitelikli ürünleri bir yana koyarsak, ütopyadan yana da fakiriz. Distopya türünde Bilge Karasu’nun “Gece”, Zülfü Livaneli’nin “Son Ada” romanlarını, Emin Alper’in “Abluka”, Semih Kaplanoğlu’nun “Buğday”, Emre Yeksan’ın “Körfez”, Tayfun Pirselimoğlu’nun “Yol Kenarı” filmlerini sayabiliriz. Yani, bir elin parmakları kadar bile ürün yok bu alanda. Galiba, içinde yaşarken distopyayı fark edemiyoruz…
*Vecdi SAYAR
Sanat Eleştirmeni
vecdisayar@yahoo.com