“…Türkülerimizi söyletmiyorlar bize, / Korkuyorlar Robson / Şafaktan korkuyorlar, / Görmekten, / Duymaktan, / Dokunmaktan korkuyorlar…” diye seslenmişti Nazım Hikmet, Amerikalı siyah şarkıcı Paul Robson’a… Sanatçıların yazgısı çağlar boyu sürdü gitti. İktidar sahiplerinin sanata bakışı hep aynı kaldı. Sanatçılardan yalnızca övgüler dinlemek istedi muktedirler. Kiliseden orduya, tüm iktidar sahiplerinin sanatçıdan beklentisi itaat oldu. Sahte demokrasilerde de değişmedi bu yazgı. Boyun eğmeyenler öldürüldü, sürüldü, zindanlara atıldı…
Ülkemizin sanatçıları da bu zulümden paylarını aldı, almaya devam ediyor. Kimi sanatçı ülkesini terk etmek zorunda kaldı, gitmeyi seçmeyenlerin üretimleri engellendi. Müzisyenler ve sinemacılar, kitleleri etkileme gücüne en fazla sahip sanatçılar oldukları için iktidarlar en çok onlardan korkuyor olmalı ki, yasaklar bu iki sanat dalı üzerinde yoğunlaşıyor. Günümüzde, her yeni güne yeni bir konser yasağı ile uyanııyoruz. Ekranlar bazı sanatçılara ve müzik gruplarına –başta Grup Yorum ve pek çok Kürt müzisyen olmak üzere- kapalı. Sinemacılar arasında, suçsuz yere hapiste tutulan, yapıtlarına ekran yasağı getirilen sanatçıların yanı sıra, devlet desteğinden mahrum bırakılıp, ekonomik sansürle boğuşanlar epeyce fazla. Tiyatro toplulukları da turnelerinde pek çok kentten geri çevriliyor. Gerekçe hep aynı: güvenlik… Herhalde halkın değil, iktidarın güvenliği söz konusu.
İnsan hakkı olarak sanat
Oysa sanatın yeşerebilmesi için özgür bir ortam gerekli. Kısıtlamalar, yasaklar içinde bunalan bir sanatçının özgün yapıtlar verebilmesi çok zor. Ayetullahların İran’ından Putin’in Rusya’sına sanatçılar aynı özlemi dile getiriyor: yaratma özgürlüğümüzün önündeki engelleri kaldırın! Ülkemizin sanatçılarının beklentisi de onların beklentisinden farklı değil. Devletin sanat üzerindeki tehditleri kaldırmasını istiyor sanatçılar ve yorumcular.
Tabi, devletin sanatla ilişkisi yalnızca yasak koymakla sınırlı kalmıyor. Sanat yapıtları ve etkinliklerinin tabi olduğu vergi ve rüsumlar sanatsal üretimi üzerinde yıkıcı bir etki yapıyor. Sanatçıların ürettiği sanat yapıtları (edebi eserler, besteler, görsel sanat ürünleri, filmler, tiyatro oyunları, v.b.) vergi muafiyeti ile desteklenmeli. Sanat etkinliklerine destek veren kuruluşların bu harcamalarını vergiden muaf tutabilmelerinin önündeki engeller kaldırılmalı.
Ama, bu da yetmez. Sanatsal üretim, toplumu aydınlatma, zenginleştirme işlevi ile kamu yararına bir hizmet olduğu için, devlet kurumlarının maddi desteğine ihtiyaç duyar. Sanatsal etkinlikler, bir insan hakkı olarak tanımlanmıştır Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi’nde: ‘Kültüre ve Sanata Ulaşma Hakkı’… Bu hakkın bir gereği olarak, devlet sanatsal üretime ve bu üretimin dağıtımı ve tüketimine -yayınevleri, sanat alanlarındaki yarışmalar, sanat merkezleri, tiyatrolar, festivaller, v.b.- destek vermekle görevlidir. Bu görev, devletin farklı organları eliyle yerine getirilir; merkezi hükümet, -elbette Turizm’den yakasını kurtarmış haliyle- Kültür Bakanlığı ve yerel yönetimler.
Sözünü ettiğim işlevin -yasak savma biçiminde değil, gereğince- yerine getirilmesi çok sayıda kurum, kuruluşun el ele vermesi, uyum içinde çalışmasına bağlı. Bunun için de, ülkenin bir Kültür-Sanat politikasına sahip olması gerekir. Ülkemizde böyle bir politikanın Cumhuriyetin ilk dönemlerinde var olduğunu biliyoruz. Dönemin koşulları gereği merkezden kurgulanan bu politika sonucu önemli adımlar atılmıştı. Din devletinden laik devlete dönüşüm, dilimizi Arap ve Fars dilleri etkisinden kurtarma çabası, saraya dönük sanat ortamının yüzünü halka dönmesi, çağdaş sanat kurumlarının oluşturulması, dünya klasiklerinin Milli Eğitim Bakanlığı’nca yayınlanabilmesi için çeviri seferberliği, Halkevleri ve Köy Enstitülerinin birer sanat yuvası olarak faaliyete geçirilmesi, v.b. Ama ne yazık ki, bu çabalar 1950 Demokrat Parti iktidarında sürdürülememiş, pek çok konuda geri adımlar atılmıştır. Kapılar ardına kadar Amerika kültürüne açılırken, kültür-sanat alanında kamucu anlayışın yerini liberal ekonominin kurum ve kuralları almış; yıllar içinde sanat halkın eşit koşullarda yararlanabildiği bir hizmet olmaktan çıkarılıp, özel teşebbüsün eline bırakılmıştır. Halkevleri ve Köy Enstitüleri kapatılmış, kamunun sanat-kültür kurumları olarak Devlet Tiyatroları, Devlet Opera ve Balesi, Devlet Konservatuvarı ile TRT kalmıştır. 1950’de başlayan süreç askeri darbeler ve Özal’ın serbest piyasa politikası sonucu iyice hız kazanmış, AKP iktidarında, TRT, Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu, RTÜK, TÜBİTAK, TÜBA, Yunus Emre Enstitüsü v.b. kurumlar sahip oldukları görece özerkliği de yitirerek, ‘sahibinin sesi’ yani iktidarın propaganda araçları haline gelmiştir.
20 yıllık AKP iktidarı, her alanda kurduğu egemenliği sanat alanına taşımayı başaramadı. Kültürel iktidarını kuramadığını, kuramayacağını gördüğünde de, sertliğin / yasakların dozunu artırmaktan başka çare göremedi. Ülkeyi bir din devletine doğru götürme hedeflerinin önünde engel gördükleri bağımsız kurumları ve özgür sesleri susturmak için hamle üstüne hamle yapılıyor. Sanatçılarımız içinde küçük bir grup ‘Sarayın sanatçısı’ olarak konumlanırken, önemli bir kesim iktidarın yasakçı politikalarına karşı sesini yükseltiyor. Ortada bir de suskun kalanlar var. Ya korkularından, ya da bir iktidar değişikliğinde hemen kulvar değiştirmek üzere pusuya yatmış bekliyorlar. Yazık ediyorlar kendilerine. Sanatçı dediğin cesur olmalı; toplumun çıkarını kendi çıkarının önünde görebilmeli.
Parayı veren düdüğü çalar mı?
Siyasal iktidarın ayrımcı ve yasakçı politikalarına karşı olanlar, bugünlerde umutlu bir bekleyiş içinde. Bu dönemin artık sona ermekte olduğunu görebiliyorlar. Ama gene de içlerinde bir tedirginlik var. Acaba, halkın oyları ile iktidarı alacak muhalefetin sanata, kültüre bakışı ne olacak? Farklı kültürlere adil, eşitlikçi bir tavırla yaklaşılabilecek mi? Cinsiyetçi ve ayrımcı uygulamalara son verilebilecek mi? Ekonomik sorunlardan en çok etkilenen gene sanat alanı mı olacak? Devlet destekleri gene siyasal partilere yakınlık ölçütü ile mi verilecek? 6’lı Masa’da yer alan ‘sağ’ partilerin sanata bakışı yasakları kaldırmakla mı sınırlı kalacak? Sanat alanına ilişkin düzenlemeler, bu partilerin ekonomiye bakışı doğrultusunda mı yapılacak? Yani, bu alan özel sektöre mi teslim edilecek?
Bu kuşkuların giderilmesi için ‘6’lı Masa’nın kültür politikasına ilişkin görüşlerinin -ana hatları ile de olsa- netleşmesi gerekiyor. Kültür ve sanat alanındaki yasakların kaldırılması ile yetinmeyeceklerini, bu alandaki düzenlemeleri, karma ekonomi çerçevesinde ama kamucu ve kültürel çeşitliliğe saygı duyan bir anlayışla yapacaklarına ilişkin bir açık tavır bekliyor sanat alanı. Somut bir örnek vermek gerekirse, Atatürk Kültür Merkezi’nin yüksek gelir grubundan bireylerin yararlanacağı -PSM benzeri- ticari bir işletmeye dönüşmeyeceğinden emin olmak istiyor sanat alanı. Toplumun tüm kesimlerinin rahatlıkla ulaşabileceği, gerek kamu sanat kurumlarının, gerekse bağımsız sanat kurumlarının nitelikli sanat ürünlerinin / etkinliklerinin sergilendiği, popüler kültürün / tüketim kültürünün oyuncağı olmayacak bir mekan tasavvur ediyor. Elbette, sanat politikasına müdahil olmayacak ve böyle bir yetkisi olmayan çağdaş bir işletme anlayışına engel değil bu söylediklerim.
Özetle, sanat alanı parayı verenin düdüğü çaldığı bir alan olamaz, olmamalı. ‘Düdüğü çalmanın’ meraklısı çoktur. Eğlence sektörünün patronları da olabilir bu meraklılar, ‘hevesli’ bürokratlar da… Sanat alanına siyasi iktidarın müdahalesini engelleyecek yasal ve kurumsal düzenlemeler bekliyoruz yeni bir iktidardan. Bunu gerçekleştirmenin yolu da, Batı dünyasında başarıyla uygulanan ‘özerk sanat’ anlayışından geçer.
Yasakların panzehiri özerklik
İki temel uygulama ile hayata geçirilebilir bu ilke: Kamu kültür ve sanat kurumlarının idari ve sanatsal özerkliğinin sağlanması ve kamu sanat kurumları dışındaki bağımsız sanat topluluklarına ya da bireylere sağlanan destek; örneğin, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca tiyatrolara ve filmlere verilen destek ve mekanizmasının özerkleştirilmesi yani siyasetin ve bürokrasinin sultasından kurtarılması. Sanırım, sosyal demokrat çizgideki partilerin de, liberal partilerin de, sosyalistlerin de benimseyebileceği bir ilke bu. Elbette, kamunun mali denetimi içinde ve demokratiklik ilkesine bağlı kalınarak hayata geçirilecek bir özerklikten söz ediyorum.
Diyeceksiniz ki, Kültür Bakanlığı ne işe yarayacak? Elbette, ilk iş olarak turizmi sırtından atması gereken Kültür Bakanlığı, devletin sanat kurumlarının bütçesini sağlarken, somut ve somut olmayan kültürel mirasımızın korunması ve geliştirilmesini temel hizmet alanı olarak benimseyecek, Cumhuriyetin 100. Yılı gibi büyük projelerde koordinasyonu sağlayacak, sanatçıların sosyal haklarını ve telif haklarını güvence altına alacak, sanatımızın ve sanatçılarımızın uluslararası alandaki etkinliklerini ve tanıtımını ‘Özerk Sanat Kurumu’ işbirliği ile hayata geçirecek, yaşayan sanatlara verilecek destekleri belirleyecek bu kurumun bütçesini sağlayacaktır.
Bu anlayışın benimsenmesi, sanat alanını siyasi iktidarların oyuncağı olmaktan çıkaracağı gibi, sanat kurumlarının çok ihtiyaç duyduğu ‘liyakat’ ilkesinin uygulanabilirliğini güvence altına alacaktır.