black-lives-matter-concept-view

Vecdi SAYAR – Bilim Yetmez… Sanat da Lazım

Vecdi SAYAR
Sanat Yönetmeni, Eleştirmen
vecdisayar@yahoo.com

Kalkınmanın motoru bilim olacak hiç kuşkusuz. Bilimin ve adaletin yol göstericiliğinde sistemin yeniden yapılandırılması, yeni bir toplumsal sözleşmenin hayata geçirilmesi sürecinde kültür ve sanatın rolü göz ardı edilmemeli.

14 Mayıs’ta Cumhurbaşkanlığının yanı sıra, Meclis çoğunluğunu da alacağına inandığımız ‘Millet İttifakı’ ve aday listelerinde yer verdikleri sanat emekçileri ile bu alana verdikleri önemi vurgulayan ‘Emek ve Özgürlük İttifakı’nın, sistemin yeniden yapılandırılması sürecinde sanat ve kültürü öncelikli alanlar arasında değerlendireceği inancıyla bu yazıyı yazıyorum. ‘Millet İttifakı’nın, aylar önce açıkladığı ilkeler çerçevesinde kalkınmanın anahtarı olarak bilimi işaret ettiğini biliyoruz. Kuşkusuz doğru bir saptama bu. Ama yeterli değil kanımca. Yalnızca belirli bir kesimin kalkındığı, toplumun yüzde doksanının yoksulluk sınırı altında yaşamaya mahkum edildiği günlerden toplumsal barışın sağlandığı eşitlikçi bir düzene geçmek istiyorsak, bu süreçte kültür ve sanat alanlarını güçlü kılmak zorundayız.

Nedenini açıklamaya çalışayım. Toplumsal kalkınmayı maddiyat alanındaki güçlenme olarak gören kapitalist sistemde doğup büyüyen bireyler, geleceklerini elde ettikleri/edecekleri maddi güce bağlar. Bu sistemde, ‘her koyun kendi bacağından asılır’, ‘gemisini kurtaran kaptan’dır. Bu sistemde yetişen bireyin değerleri giderek yozlaşır, çürür. Komşularının yoksulluğu onu ilgilendirmez, maddi çıkarı için satmayacağı şey yoktur; dostlarını, ideallerini, hayallerini terk etmeye çoktan razıdır. Maddi imkanları ölçüsünde yaşam standartlarını geliştirmeye çalışır. Kimi aracının modelini, kimi telefonun modelini yenilemeyi hayatının amacı haline getirir. Böylesi hedefler doğrultusunda kurgulanan hayatları idame edebilmek için tavizler art arda gelir. Dürüstlük, doğruluk, vicdan gibi kavramlar geçerliğini yitirmiştir. Kimi rüşvet vererek gemisini yürütmeye çalışır, kimi rüşvet alarak zenginliğine zenginlik katmayı hedefler…

Yeniden insan

Bu talancı sistemi değiştirmek istiyorsak, yargı sistemini düzgün çalıştırmak, cezalarla bireysel hırsları dizginlemeye çalışmak yetmez. Değişmesi gereken ‘insan’dır çünkü. Unuttukları geleneksel değerlerine sahip çıkan, barış idealine, eşitliğe, dayanışmaya inanan bireylerle kurulabilir bu yeni toplumsal düzen. Peki, nasıl yaratacağız bu yeni insanı ve değerlerini. Aslında yeni bir şey keşfetmek gerekmiyor. Toplumsal tarihimize dönüp bakarsak bu değerlerin çoğunun bir zamanlar geçerli olduğunu, ama zaman içinde tüketildiğini görebiliriz. Tabii, eşitlik kavramı için bunu söylemek zor. ‘Kul’lardan oluşan bir toplumsal yapıda eşitlikten söz edilemez çünkü.

Değiştiririz sistemi; yeni kurallar, kurumlar getiririz diyebilirsiniz. Ama yapının yukardan aşağıya talimatla değişmesi, kulları ‘birey’ yapmaya yetmez. Oysa, demokratik bir cumhuriyeti hedefliyorsak, yurttaşlık bilincine ve ahlakına sahip bireylere ihtiyacımız var. Bir ülkenin kalkınması, o toplumu oluşturan bireylerde demokrasi bilincinin yerleşmesi ile sağlanabilir. Bu da, toplumun kültürel gelişmesinin yaratacağı zihinsel değişime bağlıdır. Ve ancak özgür bir sanat ortamı ve özgün sanat yapıtlarının katkısı ile hayata geçirebiliriz bu zihinsel değişimi.  

Kısacası, uygar insanın niteliklerine sahip bireylerle değişir düzen. Yeniden inşa sürecine giren bir toplumsal yapıda insanlarımıza bir zamanlar sahip oldukları hasletlerin, değerlerin hatırlatılması, yeni kuşaklara bu değerlerin benimsetilmesi gerekiyor. Nasıl yapacağız? Propagandayla mı? Sosyal medya aracılığı ile mi? Yeterince etkili olacağını sanmam. Akla hitap etmek yetmez, duygulara da hitap etmemiz gerekecek. Eğitim sürecinin eksik yanlarını tamamlayacak, duygularımızı ve bilincimizi geliştirerek, olağan gördüğümüz şeylere başka bir gözle bakmamızı sağlayacak sanata ihtiyacımız var…

İnsanlığımızı hatırlatacak, bireysel hırsın zavallılığını, toplumsal dayanışmanın gücünü gösterecek, bireyin ufkunu açacak bir sanat… Dünyada olup bitenleri, tarihten alınacak dersleri, yeni düşünceleri insanlara sunarak onların duygu ve düşünce dünyasını geliştirecek bir sanat… Farklı kültürlerin bir arada yaşamasının getirdiği zenginliğini, kadın-erkek eşitliğinin erdemini, cehaletin, ırkçılığın, şovenizmin zararlarını gösteren bir sanat…

Elbette, propagandist bir sanat anlayışından söz etmiyorum. Resmi ideolojiyi dayatan ‘ısmarlama’ işlerle hiçbir yere gidilemez. İnsanları düşünmeye, tartışmaya, araştırmaya yönlendirecek bir sanattan yarar umulabilir ancak. Buna gerçekten ihtiyacımız var. Çünkü, salt bilimle, teknikle yoğrulmuş beyinlerle teknolojik ilerleme sağlanabilir belki, ama bunun teknolojik bir diktatörlüğe zemin hazırlaması önlenemez.

İnsanlık tarihi boyunca yaşanmış acı deneyimlerden ders almalıyız. Tekçi rejimlerin zavallılığını, faşist diktatörleri destekleyen kitlelerin çılgınlığını gençlerimize tanıtmalıyız. Emeğin sömürüsünü, emperyalizmin gerçekleştirdiği soykırımları, kültürleri, dilleri yasaklanan halkları, ırkçı politikaların egemen olduğu ülkelerde insan haklarının nasıl ayaklar altına alındığını anlatmalıyız. Kuru kuruya anlatmak bir işe yaramaz. Sanatın gücünden yararlanmalıyız. Toplumsal adaletsizliği konu alan nice roman, tiyatro oyunu ve film var. Onları, toplumumuzun tüm kesimleriyle, özellikle genç kuşaklarla buluşturmanın yollarını bulmalıyız.

Nasıl?

Ne yapmalı konusunda anlaşıyorsak, nasıl yapmalı konusuna geçebiliriz. Öncelikle, sanatçıyı özgürlüğüne kavuşturmalıyız. Toplumsal sistemin yeniden inşası sürecinde sanatın gücünden yararlanabilmek için, sanatçının elini kolunu bağlayan yasakları, sansürleri tarihin çöplüğüne göndermek bir yasa maddesi ile çözümlenebilir. Tıpkı, diktatörlükten çıkan bazı ülkelerde olduğu gibi “Sanat eserlerini yasaklamak yasaktır!” diyebilmeliyiz.

Elbette, bu yetmez. Sanatçının üretim koşullarını kolaylaştırmak gerekir. Anayasamızda “devlet sanatı ve sanatçıyı korur” ifadesi yer alıyor. Koruma sözcüğü sanatçının ‘ifade özgürlüğü’nün, ‘telif hakları’nın ve ‘sosyal hakları’nın korunması bağlamında anlam kazanıyor, ama bunun ötesine geçmeli ve ‘destek’ kavramını Anayasamıza dahil etmeliyiz.

Devlet desteği, bir bakıma tehlikeli bir kavram; çünkü desteği kim verecek, kime verecek sorularını beraberinde getiriyor. Bu konuda somut önerilerimiz var. Meslek birliklerinin raporları, 70’li yıllardan bu yana ‘Özerk Sanat Konseyi Girişimi’nin ortaya koyduğu çalışmalar, farklı sanat disiplinlerinden çok sayıda sanatçının katıldığı yeni bir oluşum olan ‘Özgür Sanat Meclisi’nin çağrısı var. Yeni dönemde, hükümetin sanat alanının temsilcileri ile birlikte sorunları ve çözüm önerilerini değerlendirerek hızla harekete geçmesi gerekiyor.  

Sanırım ilk iş, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nı ikiye bölmek olmalı. Böylelikle, kültür alanı turizmin gölgesinden kurtulacak, Bakanlık kültür ve sanat alanının sorunlarına çözüm getirmeye ve yukarda sözünü ettiğim ‘kültürel kalkınma’ için bir seferberlik başlatmaya zaman ve kaynak ayırabilecek. Kaynak demişken, Avrupa ülkelerinde kültür ve sanata ayrılan kaynağın toplam bütçenin yüzde 1’ne ulaşmasının hedeflendiğini, bazı ülkelerin bu hedefi yakaladığını hatırlatayım. Bizde ise bu oran binde 3’le, 5 arasından yukarı çıkamıyor yıllardır.                 

Kültürel seferberlik

‘Devlet sanatı’ kavramı 20. yüzyılın başlarında geçerli hatta belki de zorunluydu. Bugün ise sanatsal özgürlüğü kısıtlayan bu yaklaşımın geçerli olmadığı çok açık. Peki, devlet sanat üretiminden uzak mı dursun? Liberal politikacıların savunageldiği bu görüş, bırakın bizim gibi kültürel gelişim açısından geri kalmış bir ülkeyi, zengin bir kültürel ve sanatsal ortama sahip Avrupa ülkelerinde bile kabul görmüyor. Neden derseniz, bu yaklaşımın hedefinin sanat alanını kapitalist piyasa ilişkileri kıskacına sokmak olduğunu söyleyebilirim. Nitekim 20 küsur yıllık AKP iktidarında, sanat alanı büyük ölçüde, sermaye gruplarının inisiyatifine/himayesine/insafına terk edilirken, bağımsız sanatçılar ve sanat toplulukları devletin desteğine değil kösteğine maruz bırakıldı.

Devletin sanat alanını terk etmesi, popüler kültürün kayıtsız şartsız egemenliğine yol açar. Sanatsal üretim, piyasa koşullarına mahkum bırakılmamalıdır. Piyasa ekonomisinin hakim olduğu Avrupa ülkelerinde, ABD’nin dayatmasıyla ticari kotalar ortadan kaldırılırken, ‘kültürel istisna’ kavramı benimsenerek, ulusal kültürün uluslararası sermaye kuruluşları-tekeller karşısında yenik düşmesinin önüne geçilmiştir. Özgün sanat üretiminin can simididir devletlerin sanata verdiği destek.

Yeniden yapılanma

Devlet Tiyatroları, Devlet Opera ve Balesi, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası gibi Cumhuriyet kurumlarını özenle korumak, ama çağın yönetim anlayışına uygun biçimde ‘özerk’ yapılara dönüştürmek gerekir. Gişe endişesi gütmeksizin, özel sektörün altından kalkamayacağı kadrolar ve bütçeler gerektiren klasikleri, dünya tiyatrosunun ve ülkemizin çağdaş yazarlarının eserlerini sergilemek, tiyatro sanatını yurt çapında yaygınlaştırmak Devlet Tiyatroları’na düşen başlıca görevler. DT’nın özerkliği, tiyatroyu siyasetin boyunduruğundan kurtarmak adına atılması gereken bir adım. Muhsin Ertuğrul’un hayali olan Bölge Tiyatrolarının kurulması, bu birimlerde ‘yerinden yönetim’ ilkesinin hayata geçirilmesi, idari sistemimizin yeniden yapılanması sürecinde dikkate alınması gereken bir husus olmalı. Şehir Tiyatroları için de geçerli olması gereken bu yeni yapılanma modelinin Türkiye’yi özgürleştirme niyetiyle yola çıkacak bir siyasal iktidara yakışacağını düşünüyorum. Ama öncelikle, özgür sanat talebi ile yola çıkan sanatçıların da örgütlü mücadelenin gücüne inanmaları, yan yana durmayı başarmaları gerekiyor. gerekiyor.

Devletin sanata vermesi gereken destek çeşitli başlıklar altında toplanabilir: sanatsal üretimin gelir vergisinden muaf tutulması, bağımsız sanat kuruluşlarının mekan kirası, elektrik, su v.b. giderlerinin karşılanması, yayıncıların kağıt v.b. giderlerinin KDV’den muaf olması, sanatçıların uluslararası yarışma, festival, sempozyum gibi etkinliklere katılımının desteklenmesi, kamu mekanlarının bağımsız kuruluşlara açılması ilk akla gelenler. Kültür Bakanlığı’nın temel görevi, bu ve benzeri konularda yasal düzenlemeleri -sanat alanlarının meslek birlikleri ile birlikte- hazırlamak, kamu sanat kurumlarının giderlerini karşılamak, kültürel mirası ve geleneksel sanatları korumak ve yaşatmak olmalı; bağımsız sanat üretimlerini destekleme işlevini özerk yapılara devretmelidir.

Yerel inisiyatif

Sinema Genel Müdürlüğü’nün Türkiye Sinema Merkezi’ne dönüştürülmesi, diğer sanat alanlarında var olan (ya da görsel sanatlar, tasarım, müzik gibi bugüne kadar devlet desteğinden mahrum kalan alanlarda yaratılması gereken) kamu desteğinin özerk yapıda bir ‘Sanat Kurumu’ (ya da Konseyi) eliyle hayata geçirilmesi en makul çözüm olabilir. Siyasi otoriteden bağımsızlığı sağlamak için Cumhurbaşkanlığı’na bağlanmasının doğru olacağını düşündüğümüz ‘Sanat Kurumu’nun yönetiminde sanatçıların söz sahibi olması (Sayın Kılıçdaroğlu’nun, çiftçilerin sorunlarına çiftçiler, gençlerin sorunlarına gençler kendileri çözüm getirecek sözünden ilhamla bu öneriyi getiriyorum), kendi bölgelerinde karar verici bir pozisyona sahip bölgesel/yerel Sanat Konseylerinin kurumun üst yönetimine katılmaları bir hayal gibi görünse de gerçekçi bir çözüm olduğunu düşünüyorum. Gerek bu konuda, gerekse sanat kurumlarının yeniden yapılandırılması konusunda kırk yıldır sayısız panel, sempozyum, çalıştay gerçekleştirildi, pek çok yayın yapıldı. Amerika’nın yeniden keşfine kalkışmak yerine, bu çalışmalar baz alınarak, bir çerçeve yasa (Sanat Kurumları Yasası) taslağı hazırlanması, sanat kurumlarının ve örgütlerinin görüşüne sunulması zaman kaybını önler.

Benzer bir yaklaşım, iletişim alanı için de önerilebilir. RTÜK’ün (tıpkı YÖK gibi) bir eşgüdüm kuruluna dönüştürülmesi; TRT’nin özerkliğinin güvence altına alınması, Millet İttifakı’nın gündeminde, bildiğimiz kadarıyla. ‘Sanat Kurumları Yasası’ yerine ‘Sanat ve İletişim Kurumları Yasası’ hazırlanabilir. Kültür Bakanlığı yerine -Fransa’da olduğu gibi- Sanat ve İletişim Bakanlığı neden olmasın? Bu iki alanın ilişkisi çok daha güçlü olmalı kanımca; RTÜK’de, TRT Yönetim Kurulunda sanat insanlarına yer verilmesi yararlı olmaz mı? Kültür seferberliğinden söz ettik. Kitle iletişim alanı böyle bir seferberlikte en önemli araç olabilir, olmalı da…

Özerkliği iade edilmesi gereken Türk Dil Kurumu, Tarih Kurumu gibi kuruluşların ve AKP iktidarının bir vakıf olarak yapılandırdığı ama tam anlamıyla siyasi otoritenin bir organı gibi çalıştırdığı, kültür ve sanatımızı dünyaya tanıtmakla görevli Yunus Emre Enstitüsü’nün de siyasetin gölgesinden kurtarılarak, kültür ve sanat insanlarının yönetimde olduğu bir kuruluşa dönüştürülmesi acil bir ihtiyaçtır. Cumhurbaşkanımızın oluşturacağı yeni hükümetten talebimiz, bu konularda bir an önce -Parlamenter sisteme geçiş beklenmeden- harekete geçilmesi olacak. Farklı siyasi görüşleri içeren Millet İttifakı bileşenlerinin ve bu konuya destek vereceklerine inandığım diğer ittifakların sanat kurumlarının siyasi vesayetten kurtarılması fikrine sıcak bakacağına inanıyorum.