Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği’nden ve kendinizden kısaca bahseder misiniz? Ünivder nasıl bir sivil toplum kuruluşu?
Bilindiği gibi 12 Eylül askeri darbesinin tüm kurumlara olduğu gibi üniversiteler üzerinde de geri dönülmez etkileri oldu. Darbeci yönetim, üniversite öğrencilerini, hocalarını ve akademik özgürlükleri olanlardan sorumlularından tuttu. Üniversitelere çeki düzen vermek için de 6 Kasım 1981 de Yüksek Öğretim Kurulunu getirdiler. 2547 sayılı Yükseköğretim kanunu baskıcı etkisi hala silinemeyen ve her iktidarın kaldıracağı vaadi ile gelen ve yapılan değişiklerle yamalı bohçaya dönen bir kanun halinde başımızda durmaktadır. Derneğimizin (Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği-ÜNİVDER) kuruluşu 1980 darbesinin etkilerinin biraz daha azaldığı ve sivil toplum örgütlerinin canlanmaya başladığı 1980’ lerin son yıllarına denk gelir. İstanbul da 1988 yılının son aylarında YÖK sistemine karşı olan akademisyenler kendi aralarında toplanarak bir çıkış yolu aramaya başlamışlardır. Kuruçeşme toplantıları olarak da anılan uzun toplantılar sonrası 1989 yılında ÜNİVDER in kurulmasına karar verilmiş ve kurucu başkan Prof. Dr. Çoşkun Özdemir öncülüğünde 1989 yılında dernek kurulmuştur. Dernek kurulduktan sonra üniversite sorunları ve YÖK ün tartışıldığı açık toplantılar, paneller yaparak muhalif akademisyenlerin sesini duyurduğu bir ortam yaratılmış oldu. Dernek ayrıca sözlü ve yazılı açıklamalarla YÖK düzenine karşı olduğunu ve bunun değişmesi gerektiğiyle ilgi çalışmalar yaptı. Yüksek Öğretim Kanunu taslakları hazırladı bu kapsamda son olarak Yükseköğretim için çerçeve yasa taslağı hazırlayarak Üniversite kavramından ne anlıyoruz ve ne olmalıdır, nasıl olmalıdır sorularına cevap oluşturdu.
Derneğimiz kuruluşundan bu güne tüzüğünde olduğu gibi yükseköğretim kurumlarında çalışan ve çalışmış olan, öğretim üyeleri, doktorasını tamamlamış öğretim elemanları, öğretim görevlileri ve okutmanlar arasında dayanışma ve birliği sağlamak, hak ve çıkarlarını savunmak, bilimsel ve sanatsal çalışmaları özendirmek ve yükseköğretimin özgürce gelişebileceği bir ortamın sağlanması yönünde çalışmalar yapmış, özerk demokratik üniversite mücadelesi vermiştir ve vermeye devam etmektedir.
Ayrıca Türkiye de gelişen günlük siyasi gelişmelere paralel olarak akademik özgürlüklere demokratik hak ihlallerine karşı düşüncelerimizi ifade etmeye, protestolarımızı yapmaya, bu konuda çalışan sendikalar, vakıflar, sivil toplum örgütleri, ve gruplarla işbirliği yapmaya devam etmekteyiz.
-Biz akademik özgürlükler denilince yıllarca hep YÖK’ü konuştuk. Küçük bir kelime oyunu ile sorayım: Geldiğimiz süreçte YÖK, YOK mu oldu? Cumhırbaşkanlığı yıllarca sopa olarak kullanılan YÖK’ün bu işlevlerini de absorbe etmiş görünüyor. Bu değişimi nasıl yorumlamak lazım?
İlk soruda da cevapladığım gibi YÖK yok olmadı 1981 den beri hiçbir hükümet söz verdiği halde kaldırmadı/kaldıramadı. AKP iktidarında da pek çok Milli Eğitim Bakanı taslaklar hazırladı hatta bazıları bizim Dernek ten de görüş istedi fakat üniversiteleri kontrol altında tutan bir kanunu kaldırmak hiçbir iktidarın işine gelmedi/gelemez. Fakat yasayı da yamalı bohça haline getirerek güncellediler. Tek adam sisteminde ise Cumhurbaşkanın her isteğini onaylayarak, yetkilerini devrederek 1981 Yükseköğretim kanunun baskıcı ve kontrolcü anti- demokratik işleyişine geri dönülmüş oldu.
-Bir kurum olarak akademinin Türkiye’deki seyrini düşünürsek, son on yılı nasıl değerlendiririrsiniz? Bir kırılma mı, yoksa belli bir sürekliliğin son versiyonu mu?
Derneğimiz geçen yıl başladığımız henüz son haline getirmediğimiz için yayınlamadığımız “Üniversiteler Nereden Nereye (2002–2019)” isimli bir raporumuz var. Bu raporun değerlendirmesini kısmından size alıntı yapacağım.
Son 10 yılda, üniversite sayısı, öğrenci sayısı, ve öğretim elemanı sayısı artmış buna karşılık eğitimin kalitesi bozulmuş, akademik performansta gerileme yaşanmış, öğretim üyelerinin yönetime demokratik katılımı ortadan kalmış, özellikle vakıf üniversitelerinde öğretim elemanlarının iş yükü artmıştır Sonuç olarak, Türkiye yükseköğretim sistemi pek çok bakımdan gerileme içindedir ve pek çok üniversite eğitim-öğretim ve araştırma açısından hiçbir önemi kalmamıştır.
Dünyanın en saygın üniversite derecelendirme kuruluşları arasındaki Times Higher Education (THE) açıkladığı 2019 yılı dünyanın en iyi üniversiteler sıralamasında, ilk 350 üniversite arasında maalesef ülkemizden hiçbir üniversite yer almadığı görülmektedir. Aynı değerlendirme kuruluşunun 2000-2001 yılı için açıkladığı dünyanın en iyi üniversiteler sıralamasında ülkemizden tam 6 üniversite ilk 350 üniversite içinde yer alıyordu[1].
Sayıştay’ın 2017 yılı raporunda 20 üniversitenin 100’ü aşkın fakülte, yüksekokul ve enstitüde kayıtlı öğrenci olmadığı açıklanmıştır. Birçok fakültede akademik personel sayısı, öğrenci sayısının çok üzerindedir. Buna karşın, gençlerin ilk tercihi olan ODTÜ ve Boğaziçi gibi üniversitelere ne yeterli kadro ne de yeterli bütçe tahsis edilmediğinden, söz konusu üniversitelerimiz kan kaybediyor ve her yıl dünya sıralamasındaki yerlerinin geriye gittiği görülmektedir[2]. (2). Öğrenci başına bütçeden ayrılan ödenek miktarı düşmektedir; artan özelleşme ile birlikte, yükseköğretimin finansmanında devletin payı azalmaktadır.
Son 10 yıla baktığımızda yine üniversite özerkliğinin kalmadığını, üniversitelerimizin tepeden yönetilmeye başlandığını özellikle 15 Temmuz darbe kalkışmasından sonra OHAL dönemi ve khk larla kararların verilmesi, soruşturmalarla, ihraçlarla, baskıcı disiplin yönetmelikleri ile akademik özgürlüklerden, düşünce özgürlüğünden söz edilemez hale gelmiştir. Tüm bu olumsuz süreçlerin AKP ile başladığını söylemek çok doğru olmaz bu akademideki çöküş, 12 Eylül 1980 askeri darbesi ve ardından YÖK’ün kurulması ile başlamış ve akademi bir daha da sırtını düzeltememiştir.
Tüm dünyadaki olduğu gibi Türkiye de ki neoliberal ekonomi politikalar ve bunlara eşlik eden ağırlıklı siyasal düzenlemeler üniversitelere de yansımaktadır. Eğitimde Piyasalaşma/metalaşma süreçlerini uygulamak için üniversiteler üzerinde de bir tahakküm kurmak ve akademik özerklikten vazgeçmek gerekir. Üniversitelerde özelleşmeye, paralı eğitime, her türlü güvencesizliğe, performans kriterlerine vb. geçiş ancak üniversiteleri susturmakla gerçekleşmesi mümkündür. Üniversiteler ve kamusal eğitim kurumları, sermaye için işgücü yetiştiren kurumlar haline getirilmektedir. Üniversiteler, giderek, bilgiyi metalaştıran, önemli bir sermaye birikim mekânı haline gelmektedir.
Boğaziçi Üniversitesi Rektör ataması süreci bu çerçevede nerede duruyor? Yeni bir aşama mı?
Akademik özerklik, üniversitelerin araştırma, öğretim ve öğrenim özgürlüğü öncelikle, siyasi otorite, ekonomik güçler, dini kurumlar hatta toplum kesimleri karşısında bağımsız olmasıdır. Aynı şekilde akademik kadrolara yükseltme ve atamalar, bölümlerin açılması, derslerin belirlenmesi, öğrenci sayılarının belirlenmesi, bütçelerin yapılması kurumların kendi kararları ile yapılmalıdır. Rektörler ise kurumların hem idari hem de kurumun araştırma ve öğretim performansını, kalitesinden sorumlu yöneticidir. O yüzden Rektör seçimleri çok önemlidir.
YÖK başkanın dediği gibi “FONLAYAN ATAR” görüşüyle Rektör belirlemek ünversitelerin çöküşü anlamına gelmektedir.
ÜNİVDER olarak Üniversiteler özerk kurumlar olması gerektiğini, hiçbir kişi, kurum kuruluşun vesayeti altında olmaması gerektiğini söylüyoruz. Rektör, dekan seçim ve atamaların tartışılmasını çerceve bir yasa ile değerlendirilip üniversitelerin bu konuda özgür bırakılmasını talep ediyoruz
29 Ekim 2016 tarihinde 676 sayılı KHK’nin 85. Maddesi ile rektör seçimleri ile ilgili yapılan düzenleme üniversitelerin yönetimini siyasi iradenin tasarrufuna bırakmakta ve üniversite bileşenlerinin iradesini yok saymaktadır. Nitekim, evrensel olarak akademik özgürlüklere sahip olması, demokratik ve özerk olarak yönetilmesi gereken üniversiteler bu düzenleme ile her geçen gün üniversiter anlayıştan daha fazla uzaklaşmaktadır.
Parti üyelerinin, üniversitelere rektör olarak atanmasında Boğaziçi Üniversitesi ilk değildir. Daha öncede Ankara Üniversitesi, İstanbul Sağlık Bilimleri Üniversitesi, Kütahya Sağlık Bilimleri Üniversitesi, Dokuz Eylül Üniversitesi vb. örneklerinde de gördüğümüz gibi eski milletvekili adaylarının ve/veya parti yönetici kadrolarının doğrudan üniversite yönetimlerine getirilmesi, üniversiteleri siyasi iktidarın arka bahçesi haline getirme uğraşının önemli bir ayağını oluşturmaktadır
11 Ocak Barış Bildirisinin 5. Yıldönümüydü. Barış akademisyenleri süreci; akademik özgürlükler, üniversite bileşenleri ve kurumsal çöküş süreçleri kapsamında nasıl değerlendirmek gerekir?
Bu süreç gerçekten Türkiye akademi tarihinde görülen en büyük üniversitenin içinin boşaltılması ve akademik tasfiye sürecidir. Barış bildirisine imza atan akademisyenlerin en ağır şekilde cezalandırılarak akademik özgürlüğe, insan haklarına darbe vurulmuştur. Özellikle imzayı gerekçe gösterilerek KHK ile atılan arkadaşlarımız Anayasa Mahkemesi ile beraat etmelerine karşın bu karar yok sayılmakta ve arkadaşlarımız tüm anayasal ve toplumsal haklarından yoksun bırakılmaktadırlar.
Barış bildirisinin imzalanması üzerinden dört yıl geçirmiş beşinci yıla girmiş bulunuyoruz. Bu dönemde Barış akademisyenlerinin yaşadıkları süreçlerle ilgili ciddi çalışmalar raporlamalar yapılıyor. Bunlardan birisi TİHV Akademi bünyesinde hazırlanan Üniversitenin Olağanüstü Hali: Akademik Ortamın Tahribatı Üzerine Bir İnceleme(2019) başlıklı çalışma[3].
ÜNİVDER olarak biz de Barış imzacısı akademisyenlere yönelik hak ihlallerine dair belgeleme, veri toplama ve analizi, “baş etme deneyim paylaşımı” toplantıları ve raporlama faaliyetleri yürütüyoruz, çalışmanın sonucunu da raporlayacağız.
Barış akademisyenlerine yapılanlar, akademik özgürlükleri, üniversite bileşenlerini çok olumsuz etkiledi. Akademik özgürlükleri cesurca savunanların çoğunluğunu bu arkadaşlarımız oluşturuyordu. Arkadaşlarımızın çoğunu -kendimi de katmalıyım bir barış akademisyeni olarak- KHK ile, emekliye zorlayarak ya da sözleşmelerini iptal ederek üniversitelerden uzaklaştırdılar, soruşturmalar açtılar, tehdit edildiler, davalar açıldı. Bazı devlet üniversiteleri -ODTÜ, Mimar Sinan Ünv, Galatasaray- ve bazı vakıf ünvleri barış imzacısı olan arkadaşlarımızı cezalandırmadı. Tabii ki tüm bu olanlar üniversitede korku ortamı yarattı. Üniversite kalanlar bunlar bizlerinde başımıza gelir korkusu ile seslerini çıkaramaz düşüncelerini açıklayamaz hale geldiler. Örgütlü oldukları sendika veya derneklerden uzak durdular. Tüm bunlar zaten cılız çıkan üniversitenin sesini tümüyle kıstı. Rektör atamalarına, Dekanlık seçimlerinin kaldırılmasına vakıf üniversitelerindeki haksızlıklara akademiden ses çıkarılamaz oldu.Üniversite bileşenleri bu süreçte genel olarak iyi bir bir sınav vermedi. Neleri koruyabildi, neleri kaybetti Tabii son günlerde olanlar üniversiteden yine muhaif bir sesin çıktığını görmek Boğaziçi üniversitesi öğretim üyelerinin ve öğrencilerinin ortak direnişleri gerçekten çok sevindirici ve umut verici biz ve bizim gibi sivil toplum örgütleri bu dayanışmaya destek veriyorlar
Üniversiteler ve akademik özgürlüklere yönelik tahribat uzun bir süredir devam ediyor. Özellikle taşra üniversitelerinde adrese teslim kadrolar, nepotizm ve baskılar uzun bir süredir yerleşiklik kazandı. Bu süreçte Türkiye’nin köklü ve saygın üniversiteleri bu duruma fazla kayıtsız kalmadılar mı? Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Yaptığınız saptama kesinlikle çok doğru sadece Anadolu da ki üniversiteler değil büyük şehirlerdeki üniversitelerde de ve vakıf üniversitelerinde de durum benzer, özellikle 15 Temmuz darbe girişimi ve OHAL sürecinden sonra toplum üzerinde ki baskı üniversitelere de yansımakta sesi çıkaranlar korkutulmakta işinden olmakta daha ileri gidenlere davalar açılmakta bu durumda insanların ve kurumların sessiz yada kayıtsız kalmasına neden oluyor.
Ünivder bu süreçte neler yaptı? Ne tür zorluklarla karşılaştı?
Bu süreçte Türkiye de gelişen günlük siyasi gelişmelere paralel olarak akademik özgürlüklere karşı olan olaylara, Vakıf üniversitelerinden öğretim elemanlarının işten çıkarılması, rektör atamaları, Boğaziçi üniversitesindeki haklı protestolar, öğrenci tutuklanmaları gibi olaylar karşımızda düşüncelerimizi ifade etmeye devam etmekteyiz.
Ayrıca, pandemi sürecinin devam ettiği bu günlerde üyelerimizle ilişkilerimiz zayıflamış olmasına karşın yürüttüğümüz Avrupa Birliği Haklara Destek Hibe projesi desteğinde 5 araştırmayı yürütmekteyiz. Bu çalışmaların bir kısmı raporlama sürecinde bir kısmı araştırma sürecindedir. Bu pandemi nedeniyle kapalı kaldığımız üyelerimizden uzaklaştığımız dönemi bu şekilde değerlendirmeyi amaçladık.
Bunların kısaca başlıklarını vermek isterim
- Üniversitede akademisyenlerin ve idari kadronun yönetsel görevlendirmelerinde eşitsiz toplumsal cinsiyet rollerine dayalı işbölümünün belgelenmesi için veri toplama, sayısal analiz ve raporlama çalışması.
- Türkiye’de tutuklu üniversite öğrencileri ve ailelerinin yaşadığı hak ihlallerine yönelik belgeleme, veri toplama, analiz ve raporlama çalışması.
- LGBT-I öğretim elemanlarının üniversitede uğradıkları ayrımcılık ve açık/örtülü dışlanma deneyimlerinin raporlanması
- Barış imzacısı akademisyenlere yönelik hak ihlallerine dair belgeleme, veri toplama ve analizi, “baş etme deneyim paylaşımı” toplantıları ve raporlama faaliyetleri.
- Pandemi döneminde uzaktan öğretimin, öğretim üyeleri, yönetici görevde olan öğretim üyeleri, araştırma görevlileri ve öğrencilerle yapılan odak toplantıları bunların analizleri ve raporlanması.
Gülhan Hocam, üniversiteler açısından bu zorlu dönemde verdiğiniz bilgiler ve sohbetiniz içinn Sosyal Demokrat Dergi adına teşekkür ederim.
Prof. Dr. Gülhan Türkay Hoştürk,
Uludağ Veteriner Fakültesi mezunudur. İstanbul Üniversitesi Veteriner Fakültesi Biyokimya Anabilim Dalı’ndan emekli öğretim üyesidir. Araştırma Görevlileri Derneği, Öğretim Elemanları Sendikası, İstanbul Veteriner Hekimler Odası, Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği yönetim kurulu üyeliği yapmıştır. Halen ÜNİVDER yönetim kurulu başkanlığını yürütmektedir.
[1] https://w3.bilkent.edu.tr/www/bilkent-dunya-universiteleri-arasinda-turkiyeden-ikinci-sirada/
[2] https://www.turkishnews.com/tr/content/2021/01/16/ogrencisi-olmayan-universiteler