Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da (ODKA) 2011 yılında önce Tunus’ta başlayan, ardından Libya, Mısır ve Körfez ülkelerine yayılan, kısa sürede de Suriye’ye sıçrayan halk hareketleri, bölgenin en önemli aktörü olan Türkiye’nin dış politikasını da etkileyen bir süreçtir. Bu halk hareketleri karşısında izlenen dış politika, 2002 yılında başlayan AKP iktidarının ileri sürdüğü “Türkiye’nin Orta Doğu’da düzen kurucu olma” iddiasını ciddi şekilde sınamış ve sonuç büyük bir başarısızlık olarak kayıtlara geçmiştir.
2011 yılından itibaren yaşanan dış politika hataları Türkiye’nin uluslararası toplum nezdinde itibar kaybetmesine yol açmış, Türkiye giderek bölgesinde yalnızlaşmıştır. Bölge ülkeleri farklı gruplaşmalar yoluyla Türkiye’yi dışlayan ve Türkiye’nin aleyhine olan, kendilerine ise önemli avantajlar sağlayan dış politika hamleleri yapmışlardır. Bölgeye yönelik dış politika uygulamalarında, 2009’dan itibaren başlayan ve Mavi Marmara olayı ile doruk noktasına ulaşan Türkiye-İsrail ilişkilerindeki bozulma, 2013’te Mısır’da yaşanan askeri darbe ertesinde Türkiye’nin Mısır ile ilişkilerinde diplomatik temsil düzeyini düşürmesi gibi adımlar, genel olarak dış politikadaki gerilemenin belirli kilometre taşları olarak sayılabilir. Ancak Türkiye’nin bölgedeki politikalarında yaşanan en önemli ve köklü dönüşüm, 2011 yılından itibaren Suriye’de baş gösteren ve kısa sürede iç savaşa dönüşen gelişmeler karşısında izlenen tutum olmuştur.
AKP iktidarı, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde asla izlemediği bir dış politika değişikliği ile -911 kilometre ortak kara sınırına sahip olduğumuz- güney komşumuz Suriye’de rejim değişikliğini hedefleyen bir politika izlemeye başlamıştır. Bu politika, sadece Türkiye’nin komşularının iç işlerine karışmama ilkesinin ihlali olmakla kalmamış; aynı zamanda bölgede taraf tutmayan ve sorunların çözümü için dengeli, barışçı yollarla çözüm arayan, diplomasiye öncelik tanıyan tutumu ile de çelişen bir sonuç doğurmuştur. Suriye’de Şam yönetimine karşı silahlanan muhalefet unsurlarının koruyucusu, destekçisi ve hatta kimi zaman askeri bakımdan da ortağı gibi hareket eden AKP iktidarı, bu politikasıyla bölge ülkeleri gözünde Türkiye’nin komşularının iç işlerine karışan bir ülke olarak algılanmasına da yol açmıştır.
Rejim değişikliği hedefi doğru muydu?
Suriye’de 2011 yılında rejim değişikliği fikri aslında ABD’nin izlemek istediği politikaydı. 2003 yılından beri Irak’ta denenen ve başarılı bir sonuca ulaşamayan bu politika, görünürde totaliter rejimlerin demokratik yönetimlere devredilmesini amaçlıyordu. İlginç şekilde, ABD’nin bu hedefine en çok sahip çıkan ve destekleyen AKP iktidarı oldu. Hatırlanacaktır, “kısa zamanda Şam’da Emevi Camii’nde namaz kılmak” şeklinde dile getirilen ve Şam yönetimini değiştirmeyi amaçlayan bu heves, o günlerde adeta bir dış politika sloganı haline gelmişti.
ABD bu amacı resmi ağızdan açıklamış olsa da, daha önce benzer durumlarda izlediği davranıştan önemli bir farklılık olarak, bu sonuca Suriye sahasına asker göndermek suretiyle erişmeyi düşünmedi. Bu farklılık Başkan Obama’nın tutumundan kaynaklanıyordu. Obama, her ne kadar Suriye’de rejim değişikliğini bir hedef olarak gösteriyorsa da, bu değişikliğin Suriye halkı tarafından belirlenmesi gerektiğini de dile getirmekten geri kalmıyordu. Bu tutum Obama’nın göreve gelmesinden kısa bir süre sonra Nobel Barış Ödülü’ne layık görülmesi kadar, ABD’nin aynı zamanda bir tür “askeri müdahale yorgunluğu” içinde olmasından ve bölgeye yaptığı müdahalelerin ABD hakkındaki algının artan şekilde olumsuzlaşmasından kaynaklanıyordu.
AKP ise, önceleri Esad ile görüşme yoluyla, onu iktidarı muhalefetle paylaşmaya ve tutuklu bulunan Müslüman Kardeşler mensubu bazı şahsiyetleri serbest bırakmaya ikna etmeyi denedi. Bununla birlikte, asıl hedef olan rejim değişikliğinden ve Esad’sız bir Suriye hevesinden kolay kolay vaz geçemedi. Esad ile görüşmeler istenen sonucu vermeyince de bu hedefe ulaşmak için başka yöntemlere başvurmayı uygun gördü. Suriye muhalefetinin silahlandırılması ve rejime karşı silahlı muhalefetin desteklenmesi, AKP iktidarının Suriye politikasının da temel omurgası haline geldi.
Bu politikanın hayata geçirilmesini isteyenlerin, ABD dahil, hesaba katmadıkları en önemli durum, Suriye’nin diğer örneklere göre farklı oluşuydu. Evet, Libya’da Kaddafi, Mısır’da Mübarek nispeten kolaylıkla devrilebilmişlerse, neden Suriye’de Esad da aynı akıbete uğramasındı ki? Gözden kaçırılan, Libya’da Kaddafi’nin etrafında güçlü bir “ulus dayanışması”nın oluşamaması, Mübarek’in ise ülkede kan dökülmesini engellemek için orduyu halkla karşı karşıya getirmek istememesiydi. Oysa Suriye’de Esad, diğer örneklere bakınca, iktidarı bırakmasının ne büyük bir kayıp olacağını baştan kavramış bir kararlılık içinde direndi. Bu direnç, Esad’ın etrafında Aleviler, Hristiyan azınlıklar ve Dürziler gibi rejim değişikliğinden ürken grupların sadık bir dayanışma oluşturmasına yol açtı. Benzer bir dayanışma, rejim değişikliğinin yaratabileceği kaostan çekinen Sünni iş insanlarından da geldi. Dolayısıyla, Suriye’de muhalefet hareketlendirilse bile, dışarıdan yönetildi.
AKP iktidarı, Suriye’ye uluslararası toplumun bir müdahalesi olmadığı ve böyle bir müdahaleye ABD liderlik etmediği takdirde, Suriye sahasına tek başına bir askeri müdahalenin uygun olmayacağını başından beri kabul eden ve “Türkiye ancak diğer müttefikler ile birlikte olursa askeri bir operasyonda yer alır” anlayışında olan bir politika izledi. Bunu da açıkça deklare etti. ABD’nin asker gönderme ihtimali ortadan kalkınca, Türkiye bu defa silahlı muhalefet unsurları ile yakın çalışmayı tercih etti. Ancak burada yanlış hesap yapılmıştı. Düzenli bir orduya karşı daha önce savaşma alışkanlığı olmayan, halkın içinden ve toplumun değişik katmanlarından gelen insanların, çok kısa bir eğitimden geçtikten sonra sahaya çıktıklarında karşılarında disiplinli ve iyi silahlanmış, düzenli bir ordu bulacakları, böyle bir orduya karşı bir isyan hareketinin son derece güç olacağı düşünülmemişti. Hele bu ordu İran ve Rusya tarafından da desteklenince, bu hareket tarzının başarıya ulaşmasının ne kadar güç olduğu kısa zamanda anlaşıldı.
Özetle, rejim değişikliği hedefi, bu hedefi yerine getirebilecek imkan ve kabiliyetlere sahip olunmadıkça ve böyle bir hedefin peşinden koşmanın yaratabileceği sakıncalar göze alınmadıkça, bir fanteziden öteye geçmemektedir. AKP iktidarı Suriye’de öncelikle bu fantezinin kurbanı olmuştur.
Suriye sorununda yaşanan dönüşüm
Başta ABD olmak üzere, uluslararası toplumun Suriye’ye sahaya asker konuşlandırmak suretiyle müdahale etmeme yönündeki tercihi, ODKA ülkelerinde görülen “Arap uyanışı” ya da “Arap baharı” sürecinin Suriye’de farklı bir şekilde evrilmesine yol açtı.
Bu farklılığın birinci sebebi, Suriye rejimine karşı homojen, tutarlı, ortak bir siyasi hedefi olan güçlü bir silahlı mukavemet gücünün oluşamamasıydı. Özgür Suriye Ordusu adı altında AKP iktidarı tarafından desteklenen oluşum, değişik grupların bir araya gelmeleri sayesinde ortaya çıkmıştı ve bu grupların her birinin diğeriyle ya siyasi ya itikadi görüş farklılıkları vardı. Bu durum, Afganistan ve Irak’ta tecrübe sahibi olan, arka planında El Kaide gibi ya da onun benzeri aşırıcı, radikal, cihatçı oluşumlar bulunan, oldukça da disiplinli olan grupların iştahını kabarttı ve onların Suriye sahasına girmelerine yol açtı. Esad rejimine karşı oldukları için, başlangıçta bu gruplar AKP iktidarı ve bazı uluslararası aktörler tarafından bir tehdit olarak görülmedi. O dönemde Al Nusra, özellikle AKP iktidarı tarafından Esad’a karşı verilen mücadelede önemli bir paydaş olarak görüldü. Ancak Al Nusra, kısa zamanda Suriye muhalefetinin mücadele alanında önemli bir üstünlük ve kontrol sağladı. Çeşitli isimlerle kendini değiştirdiği görüntüsü veren bu grup bugün Heyet üt Tahriri Şam (HTŞ) adıyla İdlib’te varlığını sürdürüyor.
ABD için Esad’ın uzaklaştırılması ve rejim değişikliği hedefi, daha önce Afganistan ve Irak’ta yaşanan mücadelenin bu defa IŞİD olarak Suriye’de karşılarına çıkması nedeniyle, bir süre sonra önceliğini yitirdi. Suriye’de rejim değişikliği istense de, yerine böyle bir alternatif düşünülmüyor ve tabii ki tercih de edilmiyordu. Artık Suriye’de parametreler değişiyordu.
ABD’nin, daha önce kimyasal silah kullanılmasını kırmızı çizgi olarak ilan etmesine rağmen, 2013 yazında Ghouta’da meydana gelen kimyasal silah kullanılmasına tepki verememesi ve askeri müdahalede bulunamaması uluslararası toplumda çok eleştirildi. AKP iktidarı ABD’ye “şimdi değilse ne zaman?” diye ciddi baskı yapmaya da çalıştı. Bu sırada devreye giren ve Suriye’de kimyasal silahların denetimli bir şekilde ortadan kaldırılması için ortak girişimde bulunmayı öneren Rusya, bu müzakerelerde edindiği konumu Eylül 2015’te Suriye’ye askeri varlığıyla da girerek pekiştirdi. Oyunda ikinci önemli dönüşüm Suriye’ye Rusya’nın girmesiyle gerçekleşmiştir.
AKP iktidarının artık yapacak fazla bir hamlesi kalmamıştı. ABD, Esad’ın gitmesi ve rejimin değişmesi politikasını öncelemekten vazgeçmişti. Rusya ise Esad’sız bir Suriye’yi, en azından kısa, hatta belki de orta vadede, öngörmüyordu. Suriye sorunsalında siyasi hedef değişikliği sırası şimdi Türkiye’ye gelmişti. ABD terörle mücadele ettiğine göre Türkiye de bu mücadeleye katılabilirdi. Uluslararası toplum IŞİD ile mücadele ederken, terörle mücadele pek ala PKK’yi de içerebilirdi. Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı askeri harekatları bu politika değişikliğinin sonucudur. Böylelikle Türkiye, Suriye sahasında ABD ve diğer müttefikler olmadıkça askeri bir harekata girmeme yönündeki politikasını da değiştirmiş oluyordu. Suriye sorunundaki üçüncü önemli dönüşüm de bu politika değişikliği olmuştur.
AKP iktidarı dış politikada “sarkaç” yöntemi izlemektedir
Dış politika ilkeli, sürdürülebilir olmalı; uluslararası itibarın zedelenmesine yol açacak sapmalardan ve devletlerarası ilişkileri zedeleyecek davranışlardan uzak tutulmalıdır. Türkiye’nin dış politikasında AKP iktidarı ile birlikte bu prensiplerin unutulduğu, günü kurtarma öncelikli ve tutarlılığı olmayan davranışlarla ülkemiz hakkındaki algının da giderek olumsuzlaşmasına yol açan bir davranışın öne çıktığı görülmektedir. Adeta bir rüzgar gülü gibi fır dönen, bir sarkaç gibi bir o yana bir bu yana sallanan bir dış politika inandırıcı ve güvenilir olmaktan uzaktır.
AKP iktidarı, ABD ile aynı frekansta sürdürmeye çalıştığı Suriye politikasında en önemli sapmayı 2016 yılının sonunda İran ve Rusya ile birlikte Suriye’de ateşkes sağlanması için yapılan girişime ortak olmakla gösterdi. Cenevre’deki barış görüşmeleri bir türlü sonuç vermiyordu. Rusya, Türkiye ve İran bu ateşkesin temininden sonra Kazakistan’ın başkenti Astana’da bir araya geldiler ve Suriye’de çözüm için yeni bir süreç başlattılar. “Astana süreci” adı verilen bu girişim sözde Cenevre barış görüşmelerine alternatif değildi ve sadece ona katkı sağlamayı öngörüyordu.
Cenevre sürecinde ABD başta olmak üzere Suriye’de çözüm arayışlarında rol oynayan birçok batılı aktör yer alırken, Astana süreci Rusya ve İran gibi iki ülke ile NATO üyesi Türkiye’yi bir araya getiriyordu. ABD’den umduğunu bulamayan Türkiye bu defa çareyi Rusya’ya yanaşmakta bulmuş, bu davranış ile de dünya kamuoyu nezdinde adeta taraf değiştirmiş gibi bir algıya sebep olmuştu. Ne var ki, Suriye’de Türkiye ile Rusya’nın hedefleri birbirinden farklıydı. Astana süreci boyunca Rusya hiçbir zaman Esad’sız bir Suriye’yi öngörmedi. Türkiye ise hiçbir zaman Esad rejiminin sürdürülebilirliğini kabul etmedi. Daha doğrusu, açıkça olmasa da, AKP iktidarının Suriye’de Esad’ı ve rejimi değiştirme hevesi gizli şekilde varlığını sürdürdü. Bu durum, aslında bu zoraki ittifakın da kırılganlığını gösterir mahiyetteydi.
2018 yılının Ekim ayında Soçi’de yapılan Astana sürecinin zirve toplantısı önemli bir dönüm noktasıdır. Bu toplantıda, İdlib’de çatışmasızlığın sağlanmasından Rusya ile birlikte sorumlu olan Türkiye, İdlib’deki silahlı radikal unsurların bölgeden temizlenmesi ve bölgedeki ağır silahların bölgeden uzaklaştırılması gibi bir taahhüdün altına girdi. Bu taahhüt ya bilinmeden işgüzarca üstlenilmişti ya da bile bile yerine getirilmemesi için bir oyun planı kurgulanmıştı. Zira 2019 yılının başından itibaren Rusya Devlet Başkanı Putin çeşitli fırsatlarda Türkiye’nin Soçi’de üstlendiği yükümlülüklerini yerine getirmediğinden yakındı ve bunu uluslararası kamuoyuna da yansıttı.
AKP iktidarı, Türkiye’yi İdlib’de Rusya, Suriye ve radikal cihatçı unsurlar arasında sıkışmış ve bu sıkışmışlıktan çıkabilmesi çok zor olan bir konjonktür ile karşı karşıya bırakmıştır. 27 Şubat 2020’de İdlib’de 34 askerimizin şehit edilmesi de, AKP’nin ülkemizi sokmuş olduğu bu girdaptan kaynaklanmaktadır. Son günlerde Suriye’de verdiğimiz şehitler de bu yanlışın veya bilinçli kötü tercihin sonucudur. Maalesef İdlib’deki bu durum, askerlerimizin kimler tarafından şehit edildiğinin dahi açıklanamadığı bir sürecin belirmesine neden olmuştur. Putin’in, son olarak Esad’ın Moskova’ya yaptığı ziyaret sırasında, Suriye’den “orada bulunmaları meşru bir zemine dayanmayan tüm yabancı güçlerin çekilmesi gerektiği”ni ifade etmesi ise Rusya açısından AKP iktidarının Suriye politikasının iflas ettiğinin ilanından başka bir şey değildir. AKP iktidarının ülkemizi bölgesinde çözüm üreten bir ülke olmaktan hızla uzaklaştırarak kriz üreten bir dış politika izlemesi, günün sonunda ülkemizin aleyhine geri dönüşü olmayan sonuçlar doğurmuştur.
Geçici koruma altındaki Suriyeliler
Türkiye’nin bir Suriye sorunu vardır. Bu sorunun bir ayağında da “mülteciler meselesi” durmaktadır. Mülteciler Derneği’nin verdiği resmi rakamlara göre, 3.701.584 Suriyeli ülkemizde geçici koruma statüsü altında barınmaktadırlar. Türkiye’nin sosyal, siyasi, ekonomik ve demografik dengelerinin önemli ölçüde olumsuz etkilenmesine sebep olan bu varlık, bir dış politika sorunu olmaktan çok artık bir iç politika meselesine dönüşmüştür.
Türkiye’de geçici koruma altında bulunan Suriyelilerin yüzde 90’ın üzerindeki bölümü, Türkiye-Suriye sınırına yakın yerlerde bulunan barınma merkezlerinde değil kontrolsüz ve dağınık biçimde ülkenin değişik bölgelerinde yaşamaktadır. 19 Ağustos 2021 tarihi itibarıyla geçici barınma merkezlerinde kalan Suriyelilerin sayısı 53 bin 611 kişi olarak açıklandı. Oysa bu sayı 2018 yılının başında 228 bin 251 kişiydi. Bugün Suriyelilerin sadece %1,4’ü kamplarda yaşıyor. Yani Suriyeliler, geçici koruma statüsü altında olmayıp Türkiye’nin dört bir yanına dağılmış, ülkemizin sosyal ve ekonomik yaşamıyla tamamen bütünleşmiş durumdalar. Bu kişilerin 1 milyon 765 bin 392’sini (%47,4) 0-18 yaş arası çocuklar oluşturuyor. 0-18 yaş arası çocukların ve kadınların toplamı ise 2 milyon 621 bin 884.
Bu durum, bu yazının başından beri anlatılan yanlış Suriye politikasının sonucudur. Suriye’de rejimin değişmesine çalışan, ülkemize gelen Suriyelilerin geçici koruma altında kısa bir süre kalıp ülkelerine geri döneceklerini bekleyen, Suriye’deki gerçeklik kısa zamanda bir iç savaşa dönüşünce bunun mümkün olamayacağını anlayan iktidar göçmen politikasını da yönetememiştir.
Bugün yeni bir Suriye politikasına ihtiyaç var. Bu yeni politikanın ana unsurlarını şu şekilde özetlemek mümkün: Birleşmiş Milletler’in meşru olarak tanıyıp muhatap kabul ettiği Suriye yönetimi ile görüşmek; ülkede barışçı bir düzenin kalıcı şekilde tesisine çalışmak; ülkenin yakılıp yıkılan köy, şehir, yol ve altyapısının yeniden imarını planlamak ve ülkemizde geçici koruma altında bulunan Suriyelilerin ülkelerine sorunsuz ve güvenli şekilde dönebilmelerinin zeminini hazırlamak… Bu politikanın Suriye’de hiçbir güvenilirliği kalmayan AKP iktidarı tarafından hayata geçirilebileceğine inanıyor musunuz?
*Ünal ÇEVİKÖZ
CHP Dış İlişkilerden Sorumlu
Genel Başkan Yardımcısı
ucevikoz@gmail.com