001

Umut Oran – Başbakanın Brüksel Teması ve Türkiye/AB İlişkileri

Umut Oran

 

 

 

 

 

 

5 yıl aradan sonra Erdoğan’ın Brüksel’e yaptığı ziyaret, Türkiye’nin artık durma noktasına gelen AB’ye tam üyelik sürecine yeni bir hareket kazandırmaktan çok Gezi Olayları ve 17 Aralık’ta başlayan “Rüşvet ve Yolsuzluk Soruşturması” sonucunda AKP’nin kırılan itibarını yeniden toparlama amacı taşıyordu. Erdoğan, ziyaret boyunca Avrupa Parlamentosu ve Komisyon temsilcilerine kendi yaptıklarını izah etmeye çalışırken, bir yandan da Türkiye’nin içerisine yönelik mesajlarla bu isteğini dışa vurdu. Ancak bütün bu mesajların, iç kamuoyunda da Avrupa kamuoyunda da tatmin edici bulunduğunu söylemek mümkün değil.

Ziyaret sırasında ve sonrasında Avrupa Parlamentosu ve Komisyon temsilcileri tarafından yapılan açıklamalar bu durumu net bir şekilde ortaya koyuyor. Türkiye – AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Helene Flautre ziyaret sonrasında yaptığı açıklamada “Polis ve yargı ile ilgili doğrudan sorularla muhatap olunca cevapları ikna edici olmadı. AB, Türkiye’de yaşananlara yönelik hukukun üstünlüğünü koruma konusunda sağlam durmalı” diyor; Sosyalist Grup Başkanı Hannes Swoboda Erdoğan’ın yüzüne karşı çok daha sert bir uyarıda bulunuyordu: “Gülen Hareketi’ni bir yıl öncesine kadar destekliyordunuz. Reformları geri almak için şimdi bahane olarak kullanıyorsunuz. Aynen Gezi Parkı’nda olduğu gibi olayları izah etmek için uluslararası komplo teorilerine atıf yapıyorsunuz. HSYK’yı milletlerarası güçler değil, siz değiştirmek istiyorsunuz. Neden? Çok endişeliyiz.” AB Genişlemeden Sorumlu Komiseri Stefan Füle de katılım ortaklığı belgesi ve Kopenhag siyasi kriterlerine aykırı düzenlemeler konusunda uyarıda bulundu.

Uluslararası basına baktığımız zaman Erdoğan’ın, Avrupa ziyareti sonrasında beklediğini bulamadığını; tam tersine Avrupa Kamuoyunun Erdoğan’dan hızla reform ve demokratikleşme yönüne dönmesini beklediğini de görüyoruz. Bu durum yaşanan çok ciddi bir kırılmaya da işaret ediyor.
Gerçekler artık ortaya çıkıyor

AKP, 2002 yılında iktidara geldikten sonra, konjonktürel sebeplerle AB yanlısı bir söylemi kabul eder gözüktü. Bu söylem çerçevesinde attığı adımlarla ülke içerisindeki egemenlik alanını genişletmeye, geniş bir koalisyon kurarak kendi gücünü daha yüksek bir seviyeye çıkarmaya gayret etti. AB de temelde bu politikaya destek verdi. Türkiye’de demokrasinin değil ancak AKP’nin güçleneceği öneriler, AB’den birer “demokratikleşme adımı” olarak destek buldukça da AKP bu politikayı devam ettirdi. 2010 yılında yapılan referandum, bu ortaklığın Türkiye demokrasisine verdiği kalıcı zararlardan biri olarak tarihte yer almaktadır. Yargı bağımsızlığının kaybolmasına neden olan bu gelişmenin bedellerini Türkiye bugün hala ödemekte.

Avrupalı siyasetçiler Türkiye’de yaşanan birçok olumsuz gelişmeye rağmen uzun bir süre AKP’ye olumlu bakmaya devam etmiş olsalar da bugün artık bu tutumun değiştiğini, AKP’nin gerçeğe çok daha uygun bir şekilde algılandığını görüyoruz. Önce Gezi Olayları, arkasından da rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasına karşı AKP’nin kullandığı dil ve uygulamalar, Türkiye’yi bir parti devleti haline dönüştürerek yönetmek isteyen otoriter zihniyetin tam manasıyla açığa çıkmasına da yol açtı.

Bugün karşımızdaki soru net olarak şudur: Moskova’da Şanghay Beşlisi’ne katılmak istediğini beyan eden, “AB bizim için şart değil” diyen, yargı bağımsızlığının kendisi önünde bir engel olduğunu söyleyen, kuvvetler aykırılığı ilkesinin ayağına dolandığını ifade eden, anti demokratik uygulamalarını meşrulaştırmak için uluslararası komplo teorilerine sığınan bir iktidar yapısı gerçekten de demokratikleşmeyi ve AB’ye tam üyeliği istiyor olabilir mi? Bu soru, Türkiye’nin AB politikasını da aşmakta; esasında AKP’nin nasıl bir Türkiye’nin hayalini kurduğunu da göstermektedir.

AKP, demokratik kurum ve kurulların işlediği, hesap veren bir kamu yönetimine sahip, insan haklarının eşitlikçi bir şekilde herkes için korunduğu; bağımsız ve adil bir yargının işlediği; dış politikada yurtta barış dünyada barış şiarıyla etkin olan bir Türkiye hayal etmiyor. Tersine AKP, tüm gücün tek bir kişi –Erdoğan- elinde toplandığı; bu kişinin kimseye hesap vermediği; yasama, yürütme ve yargının tek bir kişi tarafından idare edildiği; kamu kaynaklarının yasama organına bile hesap vermeden kullanıldığı; basının “alo Fatih” düzeyinde iktidara bağlı olduğu bir Türkiye istiyor. AKP’nin hayal ettiği Türkiye’de özgür ve bağımsız sivil topluma yer yok. İş dünyası da emek hareketleri de baskı altında, üniversitelerden spor dünyasına kadar her alanda da AKP hegemonyasının ağır baskısı hakim. Bunun somut örneklerini de her gün görüyoruz. AKP’nin politikalarını eleştiren iş adamları vergi cezalarıyla ekonomik anlamda yok edilmeye çalışılıyor, iş dünyasının temsilcileri “taraf olmayan bertaraf olur” diye tehdit ediliyor, emek hareketi “aşırı sendikacı” diye telin edilirken Gezi Olayları’nda sokağa çıkan veya parasız eğitim isteyen çocuklar da okuldan atılma hatta hapis gibi cezalarla karşı karşıya geliyor.

Bu örneklerin “münferit” olmadığını da çok yakından görüyoruz. Hepimiz biliyoruz ki sokak ortasında 19 yaşında bir çocuğu öldüren kamu görevlilerinin korunmasına, bir poşi taktığı için gencecik bir üniversite öğrencisinin 11 yıl 3 ay hapis cezası almasına veya evden ekmek almak için çıkan 14 yaşındaki bir çocuğun biber gazı fişeği ile vurulup komaya sokulmasına rağmen sorumluların ortaya çıkartılmamasına herhangi bir demokraside rastlayamayız. Böyle bir rejimi inşa eden, bu rejimi koruyan ve bu rejimi daha da baskıcı bir hale getirmek isteyen bir iktidar zihniyeti de “demokratik” diye tanımlanamaz.

Bu, AB’nin de sorumluluk taşıdığı bir durumdur. AB de böyle bir iktidar zihniyetine geçmişte verdiği desteği gözden geçirmeli, sorumluluk üstlenerek özellikle yargı ile ilgili 23. ve 24. fasılların açılması için daha fazla inisiyatif almalıdır. Erdoğan’ın Brüksel ziyaretinde onu şifahen eleştirmek, Türkiye’nin içinde bulunduğu geri gidişi durdurmaya yetmeyeceği gibi, bu sorumluluğu da yerine getirmeye yeterli değildir. Üstelik Türkiye’nin AB’ye tam üye olması, yalnızca Türkiye için değil Avrupa için de yeni bir dönemin başlangıcı olacaktır. Türkiye’nin; genç ve dinamik nüfusu, kültürel ve tarihi birikimi ile AB’nin bir parçası olması halinde AB de demokratik gelişimini daha üst bir seviyeye taşıyacak, yepyeni olanak ve kapasitelere ulaşacak, AB’nin çoğulcu, demokratik geleceği de garanti altına alınacaktır. AB kurumlarının, bu gerçeği gözden kaçırıp Türkiye’deki demokratikleşme adımlarına yeterli desteği vermemesi ve tam üyelik sürecindeki sorumluluklarını yerine getirmemesi, hem AB’nin hem Türkiye’nin geleceğini olumsuz etkileyecek bir politika olacaktır.
Bizlere düşen görevler

Konunun ikinci boyutu ise çok daha bizimle ilgili. Sosyal demokrat, Atatürkçü ve ilerici güçlerin bu otoriter baskı rejimi karşısındaki tutumu ve pozisyonu ne olmalıdır? Bu sorunun tek bir cevabı var. Değerlerimize sahip çıkmak ve bu değerleri daha yüksek sesle ifade etmek.

Gezi Olayları Türkiye’de çok geniş bir kamuoyunun özgür, adil ve eşitlikçi bir Türkiye’de yaşamak istediğini ortaya koydu. Halkımız 11 yıldır devam eden baskı rejimine karşın artık basının özgür olduğu; düşünce ve ifade özgürlüğünün korunduğu; sokakların serbest, vicdanların da prangasız olduğu bir Türkiye talep ediyor. 17 Aralık’ta ortaya çıkan “havuz sistemli” iş dünyası, salma salmalı kamu yönetimi, ayakkabı kutularında biriktirilen komisyon paralarıyla işleyen devlet mekanizması yerine halkımız şeffaf, hesap veren, temiz bir yönetim istediğini ifade ediyor.

Bu değerler, klasik olarak Türkiye’de sosyal demokratların ifade ettiği, benimsediği ve mücadelesini verdiği ilkeleri de karşılamaktadır. Türkiye’de daha fazla özgürlük, daha fazla adalet, daha temiz bir kamu yönetimi talep ediyoruz. Bu konuda vizyonumuz ve hedefimiz de belli. Baştan aşağı Türkiye’yi değiştirecek reform önerileri ile yargıdan, kamu yönetimine kadar devlet idaresinin çağdaş uygarlık seviyesinin bile üstünde standartlarla “varlık içinde birlik içinde özgür biçimde Türkiye” hedefine ulaşmak için çalışıyoruz.

Bugün Erdoğan’ın uzun yıllar ürettiği algı hem içeride hem de dışarıda bütünüyle çöktü. Erdoğan’ın gerçek yüzü artık herkes tarafından görülüyor. Tarihsel sorumluluğumuz, demokrasinin ve özgürlüğün gerçek adresi olarak laik, demokratik, sosyal hukuk devleti ilkelerini en güçlü şekilde hayata geçirerek Türkiye’yi hak ettiği seviyeye çıkartmaktır. Önümüzdeki yerel seçimler ve arkasından bizi bekleyen cumhurbaşkanlığı seçimi ile genel seçimler bu Türkiye’ye ulaşmanın en önemli adımları olacak. Bu dönemin sonu Erdoğan için Brüksel seyahatinden bile daha büyük bir hayal kırıklığı olacak, çünkü baskı altında tuttuğu Türkiye yeniden özgürlüğe kavuşacak.

*Umut Oran,
CHP Genel Başkan Yardımcısı,
umut.oran@chp.org.tr