Türkiye’deki yoğun gündemden dolayı unuttuğumuz önemli bir olay var. Suriye’de savaşın sonuna gelindi. Silahlı İslâmî grupların İdlib’deki son direniş alanları günden güne daralırken, geriye sadece rejimle halen anlaşma şansı bulunan Kürt muhalefeti ile Türkiye destekli Özgür Suriye Ordusuna bağlı güçlerin elinde tuttuğu bazı kritik noktalar kalmış durumda. Ama tüm bu saydıklarımız, Suriye ordusunun ve müttefiklerinin artık bu savaşı kazandıkları gerçeğini değiştirmiyor.
Suriye’de iç savaşın bu kadar “uzun” sürmesi bazılarını özellikle de Türkiye’de bir şekilde AKP’ye bağlı stratejistleri önce şaşırttı, sonra zihinsel olarak yordu, en sonunda da onları tuhaf ittifaklar içinde bir yandan öbür yana savurup durdu. Kolay ve hızlı bir zafer beklentisi içinde olan bu kesimler Esad’a üç beş hafta ömür biçmekteydiler ve ne Rusya’nın ne Suriye’deki Baas rejiminin ne de Şiî dünyasının ittifaklar ağı potansiyeli hakkında bir bilgi sahibiydiler. Dün gibi hatırlıyorum; çatışmaların başladığı ilk haftalarda bir kamu üniversitesinde Uluslararası İlişkiler Bölümü öğrencilerine “Ortadoğu” dersi vermekteydim. Öğrencilerimin ağırlıklı bölümü o günkü AKP stratejisi ve medyasının argümanlarını daha doğrusu sloganlarını sahipleniyorlar ve benimle tatlı-sert tartışmalara giriyorlardı. Hiç biri daha önce Suriye’yi görmemişti. Hiçbir Suriyeliyle de tanışmamışlardı. Henüz Türkiye’ye sığınan Suriyeli sayısı 3000 civarındaydı, hükümet bu sayıyı “psikolojik sınır” olan 100.000’e çıkarmaya çalışıyor ve göçü teşvik ediyordu. Mültecilerin sayısı 100.000’i aşınca Türkiye müdahale edecekti. Şimdi bu 100.000 kişilik “psikolojik sınır” söylemini hatırlayan kaldı mı bilmiyorum? O günden bu yana Türkiye’de her yıl yaklaşık 100.000 Suriyeli bebek doğmakta bu da başka bir konu. Neyse öğrencilerim Esad’ın -daha doğrusu “Esed’in”- birkaç haftası kaldığından emindiler. Esma Esad zaten kaçmıştı. Beşşar “Esed”in yıkılması da yakındı. Sonu Kaddafi gibi olacaktı vs.
Suriye’de göremediklerimiz..
Aylar boyu süren tartışmalarda öğrencilerime “Suriye rejiminin sanıldığı kadar zayıf olmadığını, Suriye’nin Arap milliyetçiliğinin doğduğu ülke olduğunu, İran ve Rusya’nın asla Esad’ı yalnız bırakmayacağını” boş yere anlatıp durdum. Onlara Suriyeli radikal grupların yükledikleri videoları izlettim. Bu videolarda rejimin elinden aldıkları kentlere giren silahlı militanların görüntüleri vardı. Silahlarıyla kutlama yapan militanlar sloganlar atıyorlardı; ama onları karşılayan, kutlayan, boyunlarına sarılan, “sağolun aslanlarım bizi bu Esad’tan kurtardınız” diyen tek bir kişi yoktu. İnsanlar evlerine gizlenmiş olan bitenleri korkuyla izlemekteydi. Bu manzaranın 1959’da Fidel Castro’nun Havana’ya giriş görüntüleri veya Paris’te 1944 yılında Amerikan askerlerini karşılayan Fransızların coşkusuyla taban taban zıtlığı açıkça ortadaydı. Suriye isyanında dünyanın her yerinden akıp gelen 70.000 den fazla savaşçı vardı, ama halk desteğinin çok zayıf olduğu açık biçimde görülmekteydi. Bu durum Türk kamuoyundan yıllarca özenli bir şekilde saklandı. Suriye’den Türkiye’ye kaçan 4 milyon insanın her birinin “Esad’tan kaçtığı” empoze edildi. Öte yandan Suriyeli isyancılardan kaçıp Şam’a banliyölerine sığınan milyonlara -iç göçe- ise hiç değinilmedi.
“Stratejik Derinlik!”
Ben bu soruları kendime sorarken bir yandan da “devletin bu kadar kabarık maaş alan danışmanı, istihbaratı yanlış biliyor da ben mi doğruyum” diye kendimden de şüphelenmeye başlamadım değil. Sonra öğrencilerimin neden bu kadar keskin yargılara sahip olduğunu merak etmeye başladım. O dönemde öğrencilerimin esin kaynağı olan Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik adlı meşhur kitabını okudum. Aslında bu kitap Suriye’de Türk dış politikasının “çuvallamasının” bütün ipuçlarını içermekteydi. Davutoğlu, hemen hemen bir hayal dünyasında yaşıyor gibiydi. Stratejik Derinliğe göre, Ortadoğu coğrafyasının mayası İslâm’la yoğrulmuştu ve ancak İslâm dini bu coğrafyada bir bütünsellik sağlayabilirdi. Bu durum Suriye için de geçerliydi. Kitap Suriye’de nüfusun %10’unun Hıristiyan olduğunu, geri kalan Müslüman nüfus içinde birbirinden çok farklı İslâm algılarına sahip topluluklar yaşadığını unutuyor veya bu konuyu önemsemiyordu. Davutoğlu’na göre Suriye’de Alevilerin başında durduğu bir apartheid rejimi vardı. Bu apartheid rejimi %7’lik bir Alevi nüfusa dayanmaktaydı. Kitabı okuduğumda şaşırmıştım. Zira Suriye Baas’ının içinde Sünni Araplar, Hıristiyanlar, Türkmenlerin toplamı Alevilerden çok daha fazlaydı. Davutoğlu her Suriyeli Sünni’yi potansiyel muhalif daha doğrusu potansiyel İslamcı olarak görüyordu. Hâlbuki Suriye’yi görmüş biri olarak, bu ülkedeki gece hayatına, orta sınıfların eğlence anlayışına şahit olmuş, Sünniler içinde Batılı yaşam biçimine yakın ciddi bir kesim olduğunu görmüştüm. Bu tabaka asla Müslüman Kardeşler veya türevi bir hareketi desteklemezdi. Ancak Davutoğlu her Sünni’yi potansiyel muhalif ve Müslüman Kardeşler destekçisi gibi gören bu hatalı bakış açısını Dış İşleri Bakanlığı ve Başbakanlığı süresince de sürdürdü. Rejimin küçük bir Alevi azınlığına dayandığını çok sayıda konuşmasında tekrar edip durdu. Hâlbuki Suriye’de Başbakan el-Haki Sünni’ydi, rejimin en önemli adamlarından olan Dış İşleri Bakanı Velid Muallim de öyle. 2012’de intihar saldırısında hayatını kaybeden Savunma Bakanı Davud Raca Hristiyan’dı. Buna rağmen Baas’ın sadece Alevilerden oluştuğu ve onlardan destek aldığı söyleminin yanlışlığını öğrencilere anlatmak mümkün olmuyordu.
Stratejik Derinlik’te “Osmanlı imajının Araplar arasında halen olumlu bir hatırayı temsil ettiği, Arapların huzur içinde geçen Osmanlı asırlarına büyük özlem duydukları” gibi iddiaları geçiyorum. Böyle bir şey elbette yok. Ancak burada asıl şaşırtıcı olan Türkiye’nin Osmanlı bekası topraklara müdahale etme hakkından söz ederken, Rusya’nın da benzer saiklerle harekete geçeceğinin hiç hesap edilmemesiydi. Suriye İç Savaşı’nın ilk iki yılı boyunca Rusya’nın Esad’a yardım edeceğini iddia eden benim gibilere karşı, “Putin’in asla bu olaya karışmayacağı, “Rusya’nın ikinci bir Afganistan vakasını asla istemeyeceği” söylenip durdu. Hâlbuki Putin tam da bu esnada Afganistan yenilgisinin Rus toplumunda yarattığı sendromu yenmek için adımlar atıyordu. 2009’dan sonra Afganistan savaşının haklılığı üzerine nutuklar atılıyor, törenler düzenleniyor ve Rus kamuoyu Ortadoğu’da 1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasından beri bildiğimiz “Ortodoksları koruma” siyasetine döneceğinin ipuçlarını veriyordu. Bizim nasıl “Yeni Osmanlımız” varsa Rusların da bir zamanlar Filistin, Lübnan ve Suriye’de Ortodoksların çıkarlarını gözeten bir Çarlık mazileri vardı. Suriye’de Sovyetlerden kalan yatırımları ve askeri üstleri vardı. 50.ooo Rus vatandaşı Suriyeli kadınlar veya erkeklerle evliydi. Rusya Suriye’nin her yerindeydi (biz de Suriye’deyken bir Sovyet otelinde kalmıştık). Buna rağmen ne Stratejik Derinlik’te ne de AKP yanlısı basında Rusya’nın Suriye’deki gücü ve etkisi üzerine tek bir ciddi çözümleme yoktu. Rusların bu işe bu kadar kuvvetli bir şekilde karışacaklarını asla ve asla tahmin edemediler. Bu sadece AKP’nin değil tüm Suriyeli muhalefetin toplam hatasıydı.
Yanılgılar saymakla bitmez
Göremediklerinin listesini sürdürsek bir yazı dizisi olur. İran’ın etkisini küçümsemek, Lübnan Hizbullah’ın savaş dışı kalacağını sanmak da muhalefetin -ve de Türk hükümetinin- temel yanılgılarından biriydi. Hizbullah’ın şehir savaşı tecrübesini küçümsemeleri ise en önemli hatalarından biri oldu. Suriye ordusunun gürültülü ama etkisiz gücüne zıt olarak Hizbullah’ın, sokak çatışmalarında dengeleri alt üst edecek tecrübesi muhalefetin özellikle güney cephesinde çökmesine neden oldu. Bir diğer büyük hata Suriye nüfusunun yaklaşık %10’nunu temsil eden Kürtlerin muhalefet cephelerine alınmaması idi. Kürtlerin zaten İslamcı muhalefetle anlaşmaları zordu. Ama liberal muhalefetin de ülkenin “Suriye Arap Cumhuriyeti” olan resmi adındaki “Arap” takısının kaldırılması taleplerini kabul etmemesi üzerine Kürtler muhalif cephelerden tamamıyla çekildiler. Amerikalıların tüm uyarılarına rağmen muhalif hareketler Kürtleri cephelerine katamadılar. Sonuç olarak Kürtler kendi siyasetlerini muhaliflerle ayıran ayrı bir yola girdiler.
Tüm bu sebepler aslında tali meselelerdi. Muhalefet yine de kazanabilirdi. Suriye’de yenilginin asıl sebebi tam da Davutoğlu’nun da düşündüğü gibi İslâm’ı veya dar anlamıyla Sünniliği Suriye halkını bir arada tutacak bir çimento olarak görülmesiydi. Eğer Esad’a karşı demokratik, kapsayıcı taleplerle çıkılsaydı muhtemelen Tunus’ta olduğu gibi Suriye’de de muhalefetin bir şansı vardı. Ancak karmaşık kültürel dokusuyla bu Akdeniz ülkesine biçilen kimlik bir tür “Sünni kardeşliği” olunca önce Hıristiyanlar, Sonra Aleviler, Dürzîler ve İsmailîler dışlandı. Bunlar zaten toplam nüfusun %20’sini teşkil ediyorlar ve daha da önemlisi muhalefete Fransa gibi Batılı ülkelerin desteğini sağlıyorlardı. Ardından “yeterince Sünni olmayan” Kürtler, laik muhalifler, liberaller hem Esad’a hem de dini bir rejime aynı anda karşı olanlar, küçük ama etkili feminist gruplar” aşama aşama muhalif cephelerden çekildiler ve çekilmeye zorlandılar. Çoğu sonradan Esad’a destek verdiler. Böylece ortalık her biri kendini Suriye’nin tüm çeşitliliğini ve kültürel tarihi zenginliğini yok etmeye adamış Ahrar el-Şam, Liva el Tevhid, Şükr el-İslâm, el Nusra ve nihayet Daiş/IŞİD’lere kaldı. Bu hareketlerin kazanma şansı yoktu zira bunlar zaten savaşa kazanmak için girmiyorlardı. Afganistan’da olduğu gibi savaş onlar için araç değil amaçtı. Hemen hepsi Suriye’nin Dabıq kentinde çok yakında başlayacak olan kıyamet için dövüştüklerine inanmaktaydılar. Sonuç olarak kendileri kaybederken Suriye’de tarihi, insani mirası da kendileriyle birlikte yok ederek sayısız insanı kendi bin yılcı/kıyametçi ideolojilerine kurban ettiler.
Evet 8 yıl boyunca tanık olduğumuz bu trajedi yakında sona erecek. Lübnan iç savaşı 15 sene (1976-1989) sürmüştü. Anlaşılan bu Suriye’nin provasıymış. Tarihsel bilinçsizlik, demokratik kurumların yokluğu, zamana direnme, doğayı tahrip -Fırat’ın kurumasının Suriye’de tarımı bitirip kentlere göçü hızlandırması-, kapsayıcı bir anayasa etrafında birleşeme, herkesin kendi mikro kimliğini diğerlerine dayatması vs. işte Suriye’nin yıkılmasının sebepleri. Umarız bu büyük trajedi aynı sorunları yaşamakta olan diğer tanıdık toplumlara bir ders olur.
*Ulaş Töre SİVRİOĞLU
Dr., Tarihçi
toresivrioglu@hotmail.com