Sosyal demokrasi üzerine Sempozyum sırasında dile getirilen örnekler ile genel olarak siyasal ve akademik alanda yürütülen tartışmalar, bu siyasal yaklaşımın politik amaç ve araçlarını öne çıkarır. Bir ideoloji olarak görülen ve buna yönelik siyasal öncelik, amaç ve yöntemleri ortaya koyan sosyal demokrasi çerçevesi dolayısıyla iktidarın kullanımına ilişkin öngörüler içerir.
Oysa içinde bulunduğumuz coğrafya ve zaman dilimi açısından ulusal siyaset alanında bu tecrübeyi hayata geçirecek şartlar mevcut değil. CHP’li belediyeler bu çerçeveye referans vererek yönetme şansına sahip yegane siyasal kurumlar olarak sayılabilir. Oysa bu şehirlerde bile sosyal demokrasi ilkelerine ne kadar riayet edildiği tartışmalıdır. Hakim piyasacı ve gösterişçi yaklaşımın etkisindeki aktörlerin elinde sosyal demokrat referanslar alternatif olma iddialarını epeyce kaybetmiş durumdalar. Sosyal demokrasiyi sosyal yardımlardan ve sosyokültürel faaliyetlerden ibaret görme yaklaşımı CHP’li aktörler tarafından yönetilen kentlerin diğerlerinden çok da farklılaşmasına izin veremedi.
Ulusal siyasetteki ebedi muhalif ve kent yönetimlerindeki kronik zaaflar sosyal demokrat ideallerin Türkiye coğrafyasına yeteri kadar deneyimlenmesine imkan tanımamakta. Bu sebeplerden dolayı sivil toplum odaklı ve temelli yeni bir yaklaşımın hedeflenmesi gerekmektedir.
Bu metin sivil toplum ve sosyal demokrasi ilişkisini irdeledikten sonra bu ilişkiye yeni bir soluk olarak gördüğüm müşterekler siyasetinin tartışmaya açılmasını amaçlamaktadır.
Sivil toplum ve sosyal demokrasi
Thomas Meyer “Sosyal Demokrasinin Geleceği”[1] adlı çalışmasında sivil toplumun sosyal demokrasi açısından anahtar bir rolü olduğunu vurgular. Yazara göre bu ideolojinin çıkış noktası sosyo-ekonomik ve kültürel eşitsizlikler ve bunlar sonrasında ihlal edilen insanın özerklik iddiasının zedelenmesidir. Bu açmazlara karşı sosyal demokrasi demokratik karar süreçlerinin var olmasını, demokratik alanın genişlemesini, toplumun adalet normlarına göre biçimlenmesini ve siyasal kültürün uzlaşı ve sosyal adalet ilkeleri çerçevesinde gelişmesini vaat eder. Meyer sivil toplumun sosyal demokrasi açısından dört temel önemi ve işlevi olduğunu savunur:
Öz-yönlendirme ve yönetim: Sivil toplum vatandaşların kendi kendilerini yönlendirme konusunda fırsatlar yaratarak doğrudan demokrasi politikasına dair önermeler gerçekleştirir. Siyasetin en tabana inmesi ve en mikro alanda siyaset yapmanın imkanının tanınması ile siyasal olan daha erişilebilir bir hale gelir.
Siyasal katılım: Yurttaşlar sivil toplum alanındaki örgütlülükleri ile karar süreçlerine müdahale edebilir ve demokratik temsil imkanlarına ulaşabilir.
Siyasal davranış gelişimi: Sivil toplum düzlemindeki faaliyetler ve angajmanlar yurttaşların siyasette daha belirleyici olabilecekleri davranış ve birikime sahip olur.
Öz-yardım ve yardım: Sivil toplum alanındaki örgütlülük sosyal devletin nitelik ve nicelik olarak yetersiz kaldığı alanlarda yurttaşların diğer kesimlerin ve kendilerinin sorunlarına yönelik çözüm imkanları sunar (s.55-56).
Demek ki sivil toplum bir yandan toplumun kendine has örgütlenme ve yönetim oluşumlarına zemin sunarken bir yandan da halihazırda var olan siyasi karar ve kamusal hizmet kurumlarının demokratik ve etkinli işleyişine destek olacak bir potansiyel taşır. Böylesi bir iddia sivil toplumun tek bir özü olduğuna dair bir varsayımın risklerini taşır. Oysa sivil toplum da toplumsal olanın zaaflarını barındırabileceği için demokratik işleyişi kesin olarak varsayılamaz. Başka bir deyişle demokratik hayata katkı yapması umulan ve sosyal demokrasi açısından bir potansiyel barındırdığına inanılan sivil toplumun Türkiye’deki manzarasına daha yakından bakmak anlamlı olabilir.
‘Proceci’ sivil toplum
Sivil toplum alanı her ne kadar özellikle 1990 sonrasında hareketlenmiş ve bu konuda kayda değer tartışmalar ve faaliyetler gözlenmeye başlanmış olsa da, sivil oluşumların yerel siyasetteki ağırlığının bu tartışmalara bakılarak beslenebilecek iyimserliği pek desteklemediği görülüyor.
Sivil toplumun görünüşteki hareketliliğine rağmen gözlenen zayıflığının geri planında öncelikle yukarıda söz ettiğim siyaset alerjisi olduğu inkar edilemez. Çoğunluğun siyasal birlikteliklere ve her nevi örgütlülüğe yönelik mesafesi, sayıları hızla artan sivil oluşumlarının ağırlıklı olarak toplumun belli kesimlerinden teşekkül etmesine sebep olmuştur. Tüm dünyada ağırlıklı olarak orta sınıf, eğitimli, erkeklerin katılımıyla vücut bulan bu tür örgütlenmelerin temsil yeteneği Türkiye’de bu yüzden biraz daha dar kalmıştır.
Böylesi görece dar bir toplumsal kesimin desteğiyle faaliyet gösteren sivil toplum oluşumların etkinliklerine bakıldığında da, siyasi temsil ve katılımdan ziyade belli sorun alanlarına yönelik somut çözüm çabaları yani projeler gözlüyoruz. Tam da yeni sağın devletin toplumsal ve ekonomik alandan çekilmesi gerektiği yönündeki söylemi ile uyum içinde olan bu eğilim, kamu kurumlarının terk ettiği ya da gerilediği alanlarda hizmet üretmeye yönelik projeler gerçekleştirmeyi asıl işlevleri olarak görmeye başladılar. Bunun sonucunda da sivil toplum siyasal kurumların işleyişine yönelik temsil ve katılım işlevlerini üstlenen bir mekanizma olmaktan çok onların işlevlerini ikame eden bir hizmet alanına dönüşmeye başladı.
Böylesi bir proje yönelimi, sivil oluşumların maddi kaynak arayışlarını da çok önemli bir uğraş haline getirdi. İhtisaslaşan kuruluşlar uzmanlık alanlarında teknik projeler hazırlayabilmek ve bu projelere yönelik maddi kaynaklar bulabilmek için tam zamanlı profesyonel çalışanlar istihdam etmeye başladılar. Bu profesyonelleşme yurttaş katılım ve temsil işlevlerini daha da gölgede bırakmakla kalmadı, bu sivil oluşumları da kendi iç yapı ve işleyişlerinde gitgide merkezileşmeleri sonucunu doğurdu. Dahası, zaten zayıf olan örgütler arası işbirliği geleneği, bir de bu proje rekabetiyle daha da zayıflamış oldu.
Kısacası, 1990 sonrasında yoğunlaşan sivil toplum tartışmalarının yerel siyasete yönelik kayda değer bir katkısının olduğunu saptamak güç. Sayıları hızla artan ama siyasal katılım ve temsil işlevleri üstlenmekten ziyade devletin işlevlerini ikame etmeye meyilli projelere odaklanan bu kuruluşların yerel demokrasiye olan katkıları çok sınırlı olabildi
Sivil toplum ve kent
Sivil toplumun Türkiye’deki bu evriminde kavramın çevirisindeki bir zafiyetin de etkisi olduğunu düşünüyorum. Nitekim sivil kelimesi TDK’ya göre “1.Askerî olmayan; 2. Asker sınıfından olmayan (kimse); 3. Özel bir biçimde olmayan, üniforma olmayan (giysi); 4. Üniforma veya özel giysi giymemiş olan (kimse); 5. Resmi olmayan giysi; 6. Sivil polis; 7. Çıplak, çırılçıplak” anlamlarını taşır.
Askerlikle, üniformayla özdeşmiş görünen kelimenin ‘toplum’la yan yana geldiğinde çağrıştırdığını kavramak zor değil. Demokrasi mücadelesini askeriyenin siyaset içindeki ağırlığına karşı vermiş bir tarih içinde sivil toplum bu mücadelenin siyasal partiler dışındaki mecralarına gönderme yapar. Oysa kelimeyi aldığımız Fransızca’daki etimolojik kökenlerine baktığımızda daha farklı bir kavrayışı fark ediyoruz. Fransızcaya Latince ‘civilis/civis’ten geçen kelimenin bir önceki adımında proto-italyanca’daki ‘keiwis’ kelimesine rastlıyoruz. Onun kökeninde de ön hint-avrupa dil ailesindeki ‘key-‘ ekini buluyoruz ki bu da bir yere yerleşmek anlamına geliyor[2].
Yerleşiklikle olan bu etimolojik ilişkinin benzerine Türkçe’deki iki kelimede buluyoruz aslında. Medine’yle bağlantılı “medeni” ve ilk yerleşik hayat geçmiş, yazıtlarıyla bidiğimiz Türk boyu Uygurlarla ilişkili “uygar.” Özellikle medeni kelimesinin “civil” ile olan ilişkisi aşikar. Nitekim hukuk alanında kelime medeni olarak çevriliyor. Kişinin tüm hayatı boyunca diğer kişiler ve eşyalarla kurduğu ilişkileri düzenleyen hukuk dalına medeni hukuk diyoruz. Nitekim bir kişinin evli olup, olmadığına yani başka birisi ile ortak bir yaşama sahip olup olmadığını sormak için de medeni durum tabirini kullanıyoruz. Başka bir deyişle “Civil Code” ve “Civil Status” çevrilirken hatırlanan medeni kelimesi nedense “civil society” çevrilirken ihmal edilmiş. Sonuç olarak da etimolojik dolayısıyla ontolojik geçmişinden koparılmış bir kavramı kullanır hale geldik.
Oysa kavramın kökenini hatırladığımızda sivil toplum ile kent arasındaki bağlantı açığa çıkar. Demografik çokluk ve kültürel çoğullukla var olan kentte bu farklı bireylerin bir araya gelerek oluşturdukları topluluğa sivil toplum diyebiliriz kabaca. Haliyle de kentlilik ile sivillik yani medenilik arasında yakın bir ilişki olduğu aşikar. Kentte oturmanın kentli olmak için yeterli olmayabileceğini de teslim etmeliyiz. Bu ayrımı yaparken sık sık yapılan aşağılayıcı yargılardan bağımsız düşünerek hemşehrilik bağını vurgulamak derdim. Köken ve kültür farklılıklarına rağmen ortak bir kenttaşlık zemininde bir araya gelme beceri ve yatkınlığına gönderme yapan bir hemşehrilik.
Şehirde hemşehrilik
Her ne kadar Belediye Kanunu “Herkes ikamet ettiği beldenin hemşehrisidir” (md. 13) ifadesini kullansa da ikamet hemşerilik bağını tesis etmeye yetmez. Özellikle siyasal gerilim ve toplumsal kutuplaşmanın yaygınlaştığı dönemlerde topluluğun üyelerinin birbirlerine karşı yakınlık hissetmeyebileceğini son dönem tecrübelerimiz ışığında biliyoruz. Fakat siyasal konjonktürden bağımsız olarak Türkiye’de kentleşme dinamiklerinin hemşerilik bağının yaşanan kentten ziyade göçle gelinen yerle kurulmasına sebep olduğunu hatırda tutmakta fayda var.
1950’lerde tarımın mekanikleşmesi ile kırsal alanda artan işsizlik, büyük kentler özellikle İstanbul’da gelişmeye başlayan sanayileşme ile yoğunlaşan köyden kente göçe karşı kamu yönetiminin herhangi bir hazırlığı olmadığı için kentlerin bu yeni sakinlerinin yerleşmeleri kendi geliştirdikleri hayatta kalma stratejileri ile mümkün oldu. Konut sorununa yönelik gecekondular, kentsel ulaşım için dolmuşlar ve temel ihtiyaçların giderilmesinde işporta olguları bu kesimlerin kentlere yerleşmede geliştirdikleri çözümleri özetleyen pratikler olarak zikredilebilir.
Bu üç olgunun da enformel bir doğası olması yani resmi planlama, karar ve uygulama süreçlerinden bağımsız gelişmeleri Türkiye kentlerinin mevcut çarpık manzarasının temeldeki sebebi olarak görülebilir. Fakat daha da belirleyici olan bu gayri-resmi kent pratiklerinin ortaya çıkabilmesi için gerekli olan dayanışma ağlarıydı. Neticede ne gecekondu sahipleri, ne dolmuş sahipleri ne de işportacılar kendi başlarına ve diledikleri yer ve şekilde bu faaliyetlere giriştiler. Şehre gelmelerini, orayla ilk temaslarını ve tutunma stratejilerini borçlu oldukları akraba, komşu, hemşerilerine borçluydular. Bu ağlar sayesinde belli mahallelerde ve ekonomik sektörlerde aynı yörelerden gelen göçmenler ağırlıklı hale geldi. Bir kente tutunma ve hayatta kalma stratejisi olarak gelişen bu topluluk dayanışmaları belli bir ekonomik varsıllığa ulaşılmasından sonra da bir kültürel aidiyet ve sosyal ilişki biçiminde sürdü. Dernekleşerek formel bir statü de kazanan bu topluluklar hemşerilik bağını kendi aralarındaki ilişkilere özgü gördüler.
Göç edilmiş memlekete referansla kurulan hemşerilik bağları yerel siyaset içinde işlevsel bir kıymet taşıyordu. Bu kimliklere atıfla, bu topluluklarla kurulan ilişkiler siyasal destek ve mobilizasyon sağlamada büyük bir kolaylık sağlar hale geldi. 1980’lerle yetkileri ve kaynakları artan ve ekonominin değişen dinamikleri içinde büyük önem kazanan yerel yönetimler böylece ikamete dayalı değil, göçe dayalı hemşerilik ilişkilerin gölgesinde idare edilir hale geldi. Başkan ve meclis üyelerinin belirlenmesinde, planların ve yatırımların yapılmasında bu ilişkiler belirleyici oluyordu. İmar planlarında, ihalelerde, işe alımlarda, hizmetlerin önceliklerinin belirlenmesinde hemşerilik veya benzeri topluluk referansları belirleyici bir hale gelmişti. 1980’den sonra yerel yönetimlere aktarılan kaynakları tek başına kontrol edebilir hale gelen belediye başkanları bu dengelerin gözeticisi ve çoğu zaman da manipülatörü oldu
Yerel iktidarın arka planında işleyen bu ilişkiler ve dengelerin kent sakinlerinden saklanması gerektiği de açık. Bunları örtbas etmeye çalışan ve yerel yönetimlerin ne kadar hizmet odaklı işledikleri mesajını verme amacı taşıyan gösterişli, büyük kentsel yatırımlar ve düzenlemelerle bir kamu yararına odaklı yaklaşım görüntüsü vermeye çalışmak tüm siyasi partilerden yöneticilerin önceliği haline geldi. Sonuçta pek bir işe yaramadığı halde büyük maliyetlerle hayata geçirilen hizmetler, bir yandan kentlerin öte yandan da siyasi ilişkilerin çarpık halinin sürmesini sağlar.
Bu hakim belediyecilik anlayışına alternatif bir yaklaşım geliştirerek sosyal demokrat kent yönetimlerine yeni bir soluk getirmek hemşerilik ilişkilerinin yeniden yaşanılan kente dair kurgulanmasıyla mümkün olabilir. Bunun da kendinden olmayacağı öncelikle kenti bir müşterek olarak tahayyül etmek ve buna yönelik bir siyasi anlayışı yürürlüğe koymakla mümkün olabilecektir. Müşterekler siyaseti olarak kurgulanan bu anlayış yeni bir kamusal bakışın geliştirilmesi ile hayata geçirilebilir.
Müşterekler siyaseti
Müşterekler siyaseti olarak düşünülen yeni kentsel siyaset anlayışının temel amacı toplumcu bir belediyeciliğin inşasında mahalli müştereklik hissiyatının yeniden güçlendirilmesi olacaktır. Bu hissiyatın hemşerilik hukukunun tesisi için gereken kamusallaşma ivmesini yaratacağını savlıyorum. Kentin sosyolojik olarak farklılıkların barış ve dayanışma içinde yaşayabildikleri yaşam alanı olduğu önermesine dayanan bu sav toplumcu bir belediyecilik anlayışının ancak böylesi bir kentlilik ruhunun beslenmesi ile mümkün olabileceğini savunur. Önerdiğim çerçeve bu temelin dört ayrı ayak üstünde yükselebileceğini iddia eder: aidiyet bağı, kamusal alanlar, yerel haberdarlık ve küçük yerel örgütlenmeler.
Aidiyet bağı
Yukarıda da vurgulamış olduğum gibi Türkiye’de kentleşme hızlı ve yoğun göç hareketleri sonucunda oluşan dayanışma ağlarının etkisinde şekillendi. Temel ihtiyaçların giderilmesinde geride bırakılan coğrafyaya (memlekete) referansın zorunluluğu bir kente tutunma stratejisi olarak ortaya çıkan dayanışma örüntülerinin hem ekonomik hem de siyasal sosyalleşme süreçlerinin temel zemini olmasına sebep oldu. Sonuçta ortaya şizofrenik bir hemşerilik belirdi: yaşanılan mekanı paylaşmanın hemşeriliği ile geride bırakıldığı halde yaşanılan yere referansla işlevsel kılınan memleket hemşeriliği.
Bu iki hemşerilik bağı birbirleri ile de çelişmek zorunda değil. Gayet işlevsel, sembolik ve dolayısıyla politik bir güce haiz memleket hemşeriliğinin karşısında kenttaşlığa dayanan fiziki hemşerilik bağını güçlendirmeye yönelik politikaların toplumcu bir belediyecilik anlayışının ilk hedeflerinden birisi olması gerektiği ilk önermem.
Yaşanılan mekana dair aidiyet bağının güçlendirilmesi ancak o coğrafyaya dair bilginin görünür ve bilinir olmasından geçecektir. Bir mekana ancak hikayesinin bilinmesi yani tanınması ile aşina olunabilir, dolayısıyla ait hissedilebilir. Hem-mahal olmak adını verdiğim bu perspektif yerel yönetimlere kentin sakinlerinin o yere dair daha bilgili ve bilinçli olmaları ile sağlanabilecektir. Bunun sadece bilimsel ve resmi bir bilgisi olması gerekmiyor. O kentin eski sakinleri, o sakinlerin eserleri, hikayelerine aşinalık kazanan bireylerin o yeri benimsemesi, sahip çıkması ve dolayısıyla da aynı hissiyattaki bireylerle yakınlaşabilecekleri duygusal bir zemin bulmalarını kolaylaştırılabilir.
Hemşeriliğin bu yeniden keşfinin bilişsel boyutu olarak ifade edilebilecek bu yaklaşım yöneticilere kentleri ile ilgili bilimsel ama özellikle de popüler bilginin üretilmesi, görünür ve ilgi çekici hale getirilmesi ve dolayısıyla da yaygınlaştırılması sorumluluğunu yükler. Kent tarihinde rol oynamış kişi, kurum ve mekanların kodlanması, bunlara yönelik ilgi çekici yayın ve etkinliklerin düzenlenmesi, bu bilgilerin pedagojik bir yaklaşımla paylaşılması gibi etkinlikler böylesi bir arayışta temel bir işlev üstlenebilir. Kent ansiklopedileri, kent müzeleri, süreli yayınlar ve sergiler akla ilk gelen adımlar olarak zikredilebilir.
Kamusal alanlar
1980 sonrası kentlerin alameti farikalarından birisi de genelde gösterişli, büyük ölçekli kentsel peyzaj çalışmaları gibi düşünülebilir. Çalışan belediye algısını böylesi yatırımlarla yaratmaya çalışan belediyeler bu düzenlemelerin kamusal işlevi konusunda yeteri kadar kafa yormadıklarının vurgulanması gerekiyor. Neticede kamusal alanların en temel özelliği kent sakinlerinin kenttaşları ile bir araya gelebildiği, gördüğü ve görüldüğü mekanlar olarak özetlenebilir. Böylelikle zaten siyasi ve ekonomik olarak ayrışmış, mekansal olarak ayrı düşmüş ve dolayısıyla üretilen yargıları, şahsen tecrübe etmeden benimsemiş kent sakinlerinin mekanda bir araya gelme pratiklerinden yoksunluk bu kentsel gerilim halini katmerlendirici bir etki yapar.
Bu tespitten hareketle toplumcu olmayı hedefleyen bir belediyecilik anlayışının kent sakinlerini mekanda bir araya getirecek, kenti birlikte tecrübe etmelerini sağlayacak ve dolayısıyla da birbirleri ile temas edip, birbirlerini tanıyacak imkanlar yaratması büyük bir önem taşır. Sportif alanlar, birlikteliği kolaylaştıran hatta teşvik eden rekreasyon alanları, bisiklet yolları, toplantı mekanları böylesi pratikler bakımından ilk akla gelen örnekler olarak sıralanabilir.
Yerel haberdarlık
Demokratik bir siyasal hayatın temel bileşenlerinden biri özgür ve tarafsız basın-yayın organlarının varlığıdır. Ülkesi, kenti ya da mahallesi hakkında yeteri kadar bilgi sahibi olmayan yurttaşların siyasal hayattaki varlığı ya sadece ideolojik kalacak ya da eksik veya yanlış bilgilere dayanacaktır. Dolayısıyla basın özgürlüğü demokratik bir kültür ve yaşam için vazgeçilmez sayılabilir. Oysa Türkiye’de basın bir yandan siyasi öte yandan çıkar gruplarından uygulanan baskılar altında özgür ve objektif haber verme işlevini layıkıyla yerine getirememiştir. Dahası, yerel basın bir yandan ekonomik sıkıntılar, öte yandan dağıtım ve dolayısıyla tiraj ve takip sıkıntıları ile baş etmeye çalışmakta ve özellikle ana metropoller dışındaki kent sakinlerinin yaşadıkları kentlere dair haberleri alma imkanından mahrum kalmakta, bu da yerel bir sivil toplum ve demokratik örgütlülük şanslarını azaltmaktadır.
Dolayısıyla kent yönetimlerinin, özgür ve tarafsız haber alma imkanlarından mahrum kent sakinlerine yaşadıkları çevreye dair bilgi verme gibi bir sorumlulukları olduğu aşikar. Birçok belediyenin sık sık haber bültenleri yayınladığı yadsınamaz. Fakat bu bültenler ağırlıklı olarak belediyenin hizmetlerini, dolayısıyla belediye başkanlarının başarılı icraatlarını konu ettiği için, işaret etmeye çalıştığımız haberdar etme amacına hizmet etmediği rahatlıkla iddia edilebilir. Özellikle vatandaş gazeteciliğinin bu kadar öne çıktığı bir dönemde demokratik ideallere sahip çıkmaya çalışan yerel yönetimlerin bu amaca yönelik eğitim çalışmaları yapmaları ve gerekli donanım ve yazılım desteklerinde bulunmaları kent sakinlerinin yaşadıkları çevreye dair daha sağlıklı haber alma imkanlarını arttıracak bu da baştan beri altını çizmekte olduğumuz hemşerilik duygusunun gelişmesini sağlayacaktır.
Örgütlülük
12 Eylül’ün demokrasi acısından en tatsız miraslarından biri de vatandaş örgütlüğüne vurduğu darbe ve böylesi birlikteliklere yönelik yaratılan çekingenliktir. Örgüt kelimesi bile hemen yasadışı kelimesini çağrıştırır bir imge taşır. Oysa kentine ait hisseden, hemşerileri ile birlikte yaşamaya istekli ve çevresinden haberdar bireylerin ancak bir araya gelmesi demokratik bir kentsel siyaset açısından vazgeçilmezdir. Ancak bu birliktelikler sayesinde hemşeriler yaşadıkları çevreye birlikte katkı verebilir ve sorumluluk ve yetki sahiplerini bu yönde denetleyip, yönlendirebilir.
Kenti toplumcu bir anlayışla idare etmeye aday ve niyetli yöneticilerin haliyle hemşeri birlikteliklerini kolaylaştırıcı ve teşvik edici politikalar geliştirmesi büyük önem arz eder. Böylesi toplulukların kurulmasına vesile olacak etkinliklerin organize edilmesi ve/veya teşvik edilmesinden, var olan toplulukların bir araya gelmesini ve etkinlik düzenlemesini kolaylaştıracak imkanlar yaratılması bu yönde atılabilecek muhtemel adımlara örnek verilebilir.
Yapı kooperatiflerinin kötü hatırasının izlerini hala taşıyan kooperatifçilik çalışmalarının tekrar gündeme getirilmesi ve teşvik edilmesi bu anlamda büyük önem taşıyor. Seferhisar Belediyesi’nin tarımsal alanda kurulmasına aracı olduğu kooperatifler bu bakımından ilham ve umut verici tecrübeler olarak zikredilmeyi hak eder.
Sonuç
Sosyal demokratik iddia ve ilkelerin hayata ancak kent yönetimlerde hayata geçirilebilmesinin mümkün olduğu bu dönemde toplumcu belediyecilik anlayışının müşterekler siyaseti perspektifinden yeniden kurgulanması bu yazının ana savıdır. En demokratik niyet ve anlayışla tesis edilmiş kurum ve mevzuatın bile bu yönde işleyebilmesi için elzem olan yurttaşlık bilincidir. Bunun ilk yapı taşlarının da yerel ölçekte dizilebileceği düşüncesinden hareketle hemşerilik bağlarını güçlendirici politikaların tahayyülüne ihtiyaç var. Bu yazı çerçevesinde önerdiğim müşterekler siyaseti de kişilerin yaşadıkları mekanla ve o mekanı paylaştıkları komşuları ile ilişkilerini geliştiren, o mekanın güncel gelişmelerini izleyebilmelerini kolaylaştıran ve yatay-demokratik bir araya gelme becerilerini teşvik eden bir politik anlayışa tekabül eder. 1973-1980 döneminde mucizeler yaratan toplumcu belediyecilik anlayışı 21. Yüzyıla böylelikle taşınabilir.
*Ulaş BAYRAKTAR
Kamu Yönetimi, Doç. Dr.
ulas@kulturhane.org
[1] Meyer, T. (2005). Sosyal Demokrasinin Geleceği. İstanbul: Sosyal Demokrasi Vakfı, s. 54.
[2] https://En.Wiktionary.org; son başvuru 30 Aralık 2018.