Emre ÖZDEMİR*
Türkiye, geçen onyılın ortalarından uluslararası literatürde “Arap Baharı” ya da “Arap Uyanışı” olarak adlandırılan sürecin ilk dönemine kadar Ortadoğu’nun yoğun ilgisine mazhar oldu. Bu ilginin başlıca gerekçeleri şunlardı:
Amerika Birleşik Devletleri’nin, 11 Eylül sonrasında artan güvenlik kaygıları sebebiyle ülkesindeki Arap sermayesi üzerinde ciddi kontroller uygulaması, Arap mevduat sahiplerini ve yatırımcılarını alternatif arayışlara yöneltti.
Bir kesim Arap sermayesinin yeni adresi: Türkiye
İslami köken ve geleneklere sahip bir siyasi oluşumun Türkiye’de iktidarda bulunması, Araplar tarafından sadece siyasi olarak değil ekonomik ve kültürel açıdan da güven verici olarak algılandı. Türkiye’deki iktidarın İsrail konusunda geçmiş iktidarlardan farklı tutumu -özellikle de Davos ve Mavi Marmara olaylarından sonra- Arap kamuoyunda çok yönlü destek buldu.
Başta televizyon dizileri olmak üzere bazı kamu diplomasisi araçları sayesinde Türkiye, hem Arap seçkinleri hem de orta sınıfı için bir “model” haline gelirken bölge insanının tatil tercihlerinde de üst sırada yer aldı.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ise, bu sürece paralel olarak -iktidara geldiği 2002 yılından bu yana- Türk dış politikasını Ortadoğu’yla ekonomik ilişkileri güçlendirecek ve bölgede Türk varlığını arttıracak şekilde yönlendirmeye çalıştı. Bu yönlendirme, AKP iktidarının ilk döneminin ikinci yarısından itibaren –yani 2005’ten başlayarak- şu ana nedenlerle daha da derinleşti:
– Türk ekonomisinin sıcak para ihtiyacının artması ve yukarıda bahsettiğimiz nedenin de etkisiyle Ortadoğu ve Arap sermayesinin doğru adres olması;
– AKP’nin bölgeyle dinsel işbirliği vurgusunun, özellikle Avrupa Birliği’ne katılım sürecindeki hızın kaybedilmesiyle, kendine daha çok yer edinmesi;
– Bölgeye yönelik farklı bir yaklaşımı savunan Ahmet Davutoğlu’nun -Başbakan Başdanışmanı olarak- karar alma sürecindeki etkisinin artması.
İlkeli dış politika, pragmatizme karşı
Ancak, yaklaşık iki yıl önce “Arap Baharı”nın başlaması, daha sonra Türkiye’yi bir kararsızlık noktasına getirdi. Türk dış politikası -örneğin Libya’daki gibi- önceden güçlü ekonomik ilişkiler kurduğu otoriter rejimlere arka mı çıkacaktı yoksa değişim talep eden Arap sokaklarının sesini mi dinleyecekti?
Libya örneğinden devam edecek olursak, hatırlanacağı gibi başlangıçta Başbakan Erdoğan –ki son “Uluslararası Kaddafi İnsan Hakları Ödülü” sahibi olarak dünya tarihine geçmiştir(!)- diğer Batılı devletlerin aksine Libya için planlanan NATO operasyonunu “kabul edilemez” bulmuştu. Ne var ki, Kaddafi’nin devrileceğini anlayan Türkiye, kısa süre sonra, tutumunu politik gerçeklere adapte etti.
Türk dış politikası bir başka tutarsız davranışı da, farklı bir yöntemle, Bahreyn örneğinde gösterdi. Türkiye, Bahreyn’de 2011 yılının Şubat ayında başlayan gösterilerle daha fazla demokrasi ve temsil hakkı isteyen Şii çoğunluğun tepkileri karşısında sessiz kalmayı tercih etti; Sünni azınlık yönetiminin gösterileri şiddetle bastırmasını Dışişleri Bakanlığı’nın yazılı mesajıyla bile kına(ya)madı.
Bu iki ülke örneği bile Tük dış politikasının Ortadoğu’da son dönemde içine düştüğü ikilemi göstermek için yeterlidir. Zira kısa dönemli pragmatik yaklaşımlar, hele öngörü hatalarıyla birleştiğinde uluslararası ilişkilerin en önemli unsurlarından birisi kaybedilir: “ilkeli dış politika”.
Hükümet, iç siyasette uyguladığı tehditkar ve bazen blöfe dayalı politikayı dış siyasette hem de kısa aralıklarla makas değiştirerek uygulayınca ortaya tutarsızlıklar silsilesi çıkmıştır. Dışişleri bürokrasisinin siyasi karar alıcıları dengeleyememesi de bu tutarsızlığı daha da arttırmıştır.
Suriye: Soğuk Savaş sonrası sürecin mücadele alanı –Türkiye neden bayraktar?
Türkiye, bu keskin yön değiştirmelerle yoluna devam ederken, “Bahar” bir anda sınırlarına ulaşıverdi. Suriye’de 2011 yılının Mart ayında etkisini arttıran gösteriler başladığında, Türkiye ülkenin en önemli ticari ortağıydı. Öyle ki; işbirliği, düzenli ortak bakanlar kurulu toplantılarının yapılmasına ve hatta 2009 ve 2010’da ortak askeri tatbikat gerçekleştirilmesi boyutlarına varmıştı. Ancak Suriye yönetimiyle siyasi, ekonomik ve askeri işbirliğini geliştirirken -bugün her fırsatta sertçe eleştirdiği- insan hakları ihlalleri, o günlerde her nedense Türkiye’nin ilgi alanı dışındaydı…
Suriye’deki Esad yönetimi karşıtı ilk gösterilerin başlamasından bu yana neredeyse iki yıl geçti. Bu süre içinde Suriye’deki muhalefete verilen açık destek Türkiye’ye bazı bedeller getirdi. Bunların en büyüğü, kanımızca yedi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının hayatını kaybetmesi olmuştur. Türk Hava Kuvvetleri’nin iki pilotunun şehit edilmesinden sonra Akçakale’de beş kişinin -sınırın diğer tarafından gelen top mermileri neticesinde- hayatını kaybetmesi, Türkiye’nin ödediği en ağır bedeldir. Tıpkı Mavi Marmara hadisesinde olduğu gibi hükümet, ya vatandaşlarının ölüm tehlikesi karşısında önlem almamıştır ya da -en az bunun kadar vahim olduğu üzere- göz göre göre gelen tehlikeyi öngörememiştir.
İkinci olarak, artan PKK terörünün arkasında yeniden Suriye desteği olduğu yönünde ciddi kanıtlar mevcuttur. Suriye’nin, ülkesindeki muhalefete destek veren Türkiye’ye karşı misilleme yapıyor olma ihtimali kuvvetlidir. Üçüncü olarak ise, Suriye’yle artan gerilim sınır illerindeki ekonomiyi olumsuz etkilemiş, ticaret buralarda durma noktasına gelmiştir.
Ancak tüm bunların ötesinde, Suriye üzerinden yaşanan gelişmeler Türkiye’nin bölgedeki kapasitesinin anlaşılması açısından sınav vazifesi görmüştür. Petrol ve doğalgaz ithalatının üçte ikisinin gerçekleştirildiği Rusya ve İran’la bu süreçte tecrübe edilenler dikkatle değerlendirilmelidir.
Suriye’nin bugünkü “dostları” ve “düşmanları” Soğuk Savaş dönemiyle neredeyse aynıdır. Rusya, Suriye’yi, Soğuk Savaş sonrasında varolan ender güç gösterisi alanlarından birisi olarak görmektedir; bunun yanısıra Suriye, Rusya için Doğu Akdeniz’de varlık gösterebilmesini sağlayan tek yerdir.
Suriye, tıpkı Rusya için olduğu gibi İran için de Doğu Akdeniz’de varlık gösterebilme yolunda önem arz eder. Ancak -bunun çok ötesinde- Lübnan’a ve İsrail’e komşu Suriye’deki müttefik yönetimin devamı, Şii İran için kritik öneme sahiptir.
Türkiye’nin, Suriye’ye karşı niçin bayraktar ülke olduğu sorusu da burada önem kazanmaktadır. Kabul edilsin ya da edilmesin, son gelişmeler neticesinde Türkiye yakın coğrafyasında “pro-Sünni” bir ülke olarak algılanmaktadır. İslam dünyasının bu çözümsüz konusunda Türkiye, bugüne kadar izlediği denge politikasını bir kenara bırakarak, sadece Suriye’de değil Irak’ta da girişimlerde bulunmakta; Şii Nuri el-Maliki’nin başbakanlıktan uzaklaşması için uğraşmakta ve hakkında idam cezası bulunan “eski cumhurbaşkanı yardımcısı” Sünni Tarık el-Haşimi’yi korumaktadır.
Burada şu soru sorulmalıdır: Türkiye, Körfez ülkeleri başta olmak üzere Ortadoğu’nun Sünni coğrafyası gözünde -Mısır’ın da zemin kaybetmesiyle- lider olabilmek için “pro-Sünni” kimliği pragmatik amaçlarla mı kullanmaktadır; yoksa bu siyasetin temeli, AKP yöneticilerinin dinsel, kültürel ve eğitim altyapılarının dışavurumu mudur? Ya da her ikisi birden mi geçerlidir?
*Emre Özdemir, Bağımsız analist – emre@emreozdemir.net
Tekrar içindekiler sayfasına dönmek için tıklayınız