Tuba TORUN – Atatürk’e Hakaret Sorunu

“Örgün Eğitimle Birlikte Hafızlık Projesi” kapsamında hafızlıklarını tamamlayan 136 öğrenci, Erdoğan’ın katılımıyla Ayasofya’da dün düzenlenen programda icazet aldı. Erdoğan’a yakınlığı ile bilinen Üsküdar Yıldırım Beyazıt Camii eski İmam Hatibi Mustafa Demirkan, Erdoğan’ın da dinlediği anlarda şu ifadeleri kullandı: 

“Bu ve bu gibi mabedlerin mabed olarak kalması için inşa edilmiştir. Öyle bir zaman geldiki bir asır gibi bir zaman içinde ezan ve namaz yasaklandı ve müze haline çevrildi. Bunlardan daha zalim ve kafir kim olabilir… Yarabbi bir daha bu zihniyetin bu ümmetin başına gelmesini mukadder buyurma… “

2021 yılının Türkiye Cumhuriyeti’nde bir imam, bu ülkenin Cumhurbaşkanı’nın gözünün içine baka baka, bu ülkenin kurucusuna hakaret etti. Sonrasında Cumhurbaşkanı bu çirkinliğe ilişkin tek kelime etmedi.

Bu örnek, Türkiye’de son yıllarda yükselen Atatürk’e hakaret vakalarından yalnızca biri. Sık sık, bu hakaretlerle karşılaşıyoruz artık. Suç olmasına rağmen çoğunda herhangi bir hukuki işlem yapılmıyor. Üstelik, bu ülkenin bir 5816 Sayılı Atatürk Hakkında İşlenen Suçlar Hakkında Kanun’u var. Ülkenin en kısa, açık ve net Yasa’sı. Yürürlük ve nitelikli hal maddesi dışında bir tane maddesi var, o da şu:

“Atatürk’ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

Atatürk’ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk’ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir.

Yukarki fıkralarda yazılı suçları işlemeye başkalarını teşvik eden kimse asıl fail gibi cezalandırılır.”

Bu Yasa, yokmuş gibi davranılıyor bugünlerde. Hoş; ülkenin Anayasası yokmuş gibi de davranılıyor. Hangi yasa tam olarak uygulanıyor ki? Bu hukuk devleti olmaktan vazgeçmeye ilişkin temel bir sorun. Kısaca Atatürk’ü Koruma Kanunu denilen bu Kanun’un aslında kaldırılması gerektiğini düşünen seküler-demokrat bir kesim de var. Kanımca, Yasa’nın hukuka ve yurttaşlara getirdiği gereksiz bir yük ve haksız bir külfet yok. Dolayısıyla muhafaza edilmeli.

Kemalistleri bir yana koyacak olursak, Atatürk’ün, bu ülkede ve tüm zamanlarda, en çok hedef alınan kişi olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bir kesim “dinsiz” der, bir kesim “faşist”, bir kesim “komünist” der, bir kesim “diktatör”. Oysa, yine bugünlerde Mustafa Kemal Atatürk’ün ne kadar önemli bir devlet insanı olduğunu daha iyi anlıyoruz. Devlet insanı olmanın ağırlığını taşıyamayan onca iktidar mensubu arasında, çok daha iyi anlıyoruz.

Eleştiri ve hakaret

Atatürk’e hakaret edilemez, demek Atatürk eleştirilemez demek değildir. Atatürk’ü eleştirebilirsiniz; fakat hakaret edemezsiniz. Bu ülkede herhangi bir yurttaşa edilen hakaretin cezai bir karşılığı olabiliyorsa, bu ülkenin kurucusuna ve onun anısına yapılan hakaretin de bir karşılığı olmak durumundadır. Bu durum, kutsal ve dokunulamaz olmaktan öte, Anayasa’nın değiştirilemez ikinci maddesinde tanımlanan “milliyetçilik” kavramının dahi Atatürk üzerinden tarif edilmesiyle ilgilidir. Atatürk’e hakaret ettiğinizde, bir nevi Devlet’e hakaret etmiş olursunuz. Ve hatta Anayasa ile belirlenmiş temel bir çerçeveye kast etmiş olursunuz. Atatürk’e saygı duymak ise bir ülkenin bağımsızlığı için verilen emeğe saygı duymak, demektir.

Diğer yandan, devlet de eleştirilebilir, devletin kurumları da eleştirilebilir. Atatürk de eleştirilebilir. Kemalizm de eleştirilebilir. Lakin, hakaret edilemez. Tıpkı herhangi birine -bu çok kötü biri dahi olsa- hakaret edilemeyeceği gibi. Suç işlemenin bahanesi yoktur; cezayı kaldıran haller dışında. Hakaret etmemek, ifade özgürlüğünün, fikirlere saygı duymanın bir nevi ön şartıdır. Ayrıca, hakaretle başlayan her fiil, sonrasında çok daha ağır bir suça dönüşebilir. Hakaretin bir suç olarak tanımlanmasının sebeplerinden biri de budur.

Utanmaz çaba

Bu ülkede, Atatürk ve din daima karşı karşıya getirilmeye çalışılan iki olgu olarak halkın önüne sürüldü. AKP yönetiminin benimsediği siyasal İslam’ın kurumsallaşma hırsıyla ve genel olarak kutuplaştırma yönteminin esas alınmasıyla birlikte, bu ayrışma hız kazandı. Yakın zamanda, Ayasofya Müzesi’nin camiye dönüştürülmesiyle ayyuka çıktı. Yalnızca, ülkeye daha çok kan kaybettiren bu utanmaz çaba, ne yazık ki bu ülkenin Cumhuriyet tarihinden beri vardı. Birçok çocuk bu çatışmayla yetiştirildi. Kendi yaşantımdan bir örnekle açıklamak isterim:

Dedemlerin yaşadığı yer Kahramanmaraş’ın muhafazakar bir bölgesiydi. Çocukken yaz tatillerinde dedemlere giderdik. Ben mahalledeki çocukları toplardım, oyunlar oynar, piknikler yapardık. Kimi zaman onlara anneannemlerin bahçesinde doğum günü partisi düzenlerdim. Aklıma o günlerden biri geldi. Unutmuyorum, kardeşimin doğum gününü kutluyorduk. Öncesinde birlikte annelerimizden tarif alıp basit bir pasta yapmıştık. Çok güzel bir gündü. O gün kendi aramızda konuşurken, içlerinden biri bana “Biliyor musun, Atatürk Allah’ı hiç sevmezmiş. Tuvalette Kuran’ı tepelemiş” demişti. Atatürk sevgisiyle büyümüş bir asker kızı için yeterince büyük bir şoktu benim için. Çok üzüldüğümü hatırlıyorum. Ama kimseye söylemedim. Atatürk’ün öyle bir şey yapıp yapmayacağı konusunda ciddi şüphelerim vardı zira. Diğer yandan inançlı da bir ailem vardı. Babam sabahları çok erken kalkar, Kuran okur, koşuya çıkar, sonra gelir bize kahvaltı hazırlar ve okula gönderirdi. İbadetini hep gizli yapardı. Dine ilişkin sorular sorduğumuzda cevaplar ama asla dini herhangi bir şey dikte etmezdi. Hatta bir gün –sonradan FETÖ sebebiyle kapanan- bir dershaneye yazılmak istediğimi söylemiştim babama. O dershaneye giden arkadaşlarım sınavlarda çok iyi sonuç alıyordu çünkü. Babam çok kızdı. “Asla olmaz, bizim onlarla işimiz olmaz!” demişti. Elbette sebebini anlamamıştım, el mahkum “Peki” dedim. Çok sonraları babama teşekkür ettim. Hem o dershaneye göndermediği hem de böyle bir baba olduğu için.

İşte, Atatürk düşmanlığıyla büyütülen o çocuklar, şimdilerde milletvekili veya hakim veya imam veya trol olmuşlardı. Fatih Tezcan olmuşlardı örneğin. Atatürk’ün önerisiyle temeli atılan Diyanet İşleri Başkanlığı’na başkan ve daha nicesi olmuşlardı.

Oysa, Atatürk’ün dinle bir derdi yoktu. Atatürk’ün dini menfaatlerine alet edenlerle bir derdi vardı. Atatürk’ün irticayla, örümcek kafalılarla, bilim ve özgürlük düşmanlarıyla bir derdi vardı. Laiklik bu yüzden en önemli devrimlerinden biriydi. Laiklik yoksa demokrasi de yoktur çünkü. Bu yüzden, dini kendine alet eden kötücüller hep laiklik düşmanı oldular, Laikliği dinsizlik gibi anlattılar. Bu insanlar kendilerinden başka kimsenin söz söylemesini istemediler. 1500 yıllık insanlığın ortak mirası mabetleri kendilerine hasrettiler. Bunu hak sandılar.

Atatürk din düşmanı olsaydı, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurmazdı. Elmalılı Hamdi Yazır’a Kuran’ı tefsir ettirmezdi ya da en basitinden başka bir İstiklal Marşı’nın seçilmesine müsaade etmezdi. Atatürk düşmanlığını baştan kabul etmiş dogmatik kişilere bunları anlatmak elbette kolay değil. Yine de, artık hepimizin bıktığı ve anlamsız bulduğu şu soruyu sormadan geçmek mümkün değil; Türkite’de halen yürürlükte olan bir Atatürk’ü Koruma Kanunu varken, halen Atatürk’ü ve devrimlerini koruyan bir Anayasa varken, ortalık cezasızlık sebebiyle Atatürk’e hakaret edenlerden geçilmiyorken, bu ülkenin Cumhurbaşkanı, gözünün içine baka baka Atatürk’e hakaret edenlere niçin tek kelime etmiyor? Cumhurbaşkanı kimi ve hangi değerleri temsil ediyor? Yasalardan bağımsızlığını mı ilan etmiş durumda? Şu halde, yurttaşlara adeta yasalara riayet etmeme yönünde mesaj verdiğinin nasıl farkında olmaz?

Biz çoktan geride bırakmış olmamız gereken -neredeyse ilkel” bu soruları sorarken, yurttaşlar sağlık, iş, barınma, eğitim gibi en temel haklarına ilişkin problemlerle boğuşuyor. Bir nokradan sonra, Atatürk’e hakaret etmenin de yapay bir gündem olarak, tartışılması istenen bir proje olarak vuku bulduğunu görüyoruz. Umarız, bir gün bizi hiçbir yere vardırmayacak bu ayrışma-ayrıştırma tuzaklarından sıyrılıp ülkenin gerçek refahı için tartışabiliriz.

*Tuba TORUN
Avukat, CHP YDK Üyesi
avtubatorun@gmail.com