Gezi parkı sürecinde toplum olarak önemli bir değişime uğradık. Bu toplumsal hareketin neden ve sonuçları irdelendiğinde birçok alt başlık ile karşılaşmaktayız. Bunlar ana akım medyada hak ettiği yeri bulmasa da; bu duruma tepki gösteren sınırlı ancak etkili bir platform oluştu. Buna yerel ve uluslararası basın da dahil oldu. Bazı basın organlarınca bu toplumsal hareketin bir “darbe” ve özellikle sosyal medyada bir “ayaklanma”, “protesto”, “isyan”, “direniş” olduğu görüşü belirdi. Hareketin niteliği ne olursa olsun Gezi Parkı, bize çoğulcu bir demokrasinin gereği olan ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ile korunan anayasal bir hakkımızın varlığının yeniden tartışılması ve gözden geçirilmesi fırsatını sundu: “Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı.”
Hukuksal ayrıntılar
Yürürlükteki mevzuata bakıldığında; bu hakkı en kısıtlayıcı hükümlerin 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nda yer aldığı ve buna karşılık en fazla bireysel özgürlüğün ise AİHS’te tanındığı görülmektedir. 2911 sayılı yasa “bildirim” –yani izin değil (!)- yükümlülüğü getirmekte, 22.madde ile “Genel yollarda ve parklarda …… gösteri yürüyüşleri düzenlenemez.” denilmekte ve son bölümde ise “cezai müeyyide’lerden bahsedilmektedir. Ancak yasa öyle sıkı şekil ve şartlar ile istisnalar öngörmüştür ki; “bildirim” yükümlülüğü adeta “izin alma” şartına dönüştürülmüştür.
İktidarın Gezi Parkı direnişinde halkı dağıtmasının resmi tezi/savunması; toplantı ve yürüyüşün hukuksuz olduğu, gösterilen yerlerde yapılmadığı, bunun için izin alınmadığı ve provokatörlerin gösteri ve yürüyüş yapanların içine karışarak cana ve mala yönelik şiddet eylemlerine yöneldiği şeklindedir. Devletin en yetkili kişilerinin yaptığı bu savunmalarda tutarlı bir yan yoktur. Nitekim yasa “bildirim” yükümlülüğü getirdiğinden Gezi Parkı direnişinde “izin” gibi bir prosedür uygulanamaz. “Bildirim” şartıyla; hem gösteriye katılanların can ve mal güvenliğinin sağlanması hem de gösterinin bulunduğu alanda gündelik faaliyetlerin olağan akışında devam etmesi amaçlanmaktadır. 27.05.2013 tarihinde Gezi Parkı’nda ağaçların kesilmesi ile başta küçük gruplar tarafından anında müdahale etme ve tepki verme gereği hissedildi. Bu esnada bildirim yükümlülüğü toplanma hakkının gerisinde kalabilir. Kamu otoritesinin halkın bu haklarını kullanabilmesini sağlamak gibi bir pozitif yükümlülüğü vardır. Gezi Parkı sürecinde halkın can ve mal güvenliğinin korunması bir yana, AİHM’nin kısıtlamalarına rağmen; biber gazı, plastik mermi kullanılmış ve orantısız bir güç uygulanarak ‘gösteriyi dağıtma’ amacının dışına çıkılmıştır. Provokatörler ile ilgili söylemlerinde iktidar yine haksızdır. Bir takım provokasyon eylemlerinin varlığı ileri sürülerek bu durum ile ilgisi bulunmayan Gezi Parkı direnişçilerinin toplantı ve gösteri yürüyüşleri hakkını kullanmaları engellenemez.
Anayasa’da; uluslararası sözleşmelerle (AİHS) iç hukuk kuralları (2911 sayılı Yasa) arasında çelişki bulunması halinde uluslararası sözleşmelere üstünlük tanınması gerekliliği ifade edilmiştir. Hemen belirtelim ki iktidarın öncelikli görevi bir darbe yasası olan bu yasayı -demokratikleşme yolunda- AİHS içtihatlarına ve AB Hukuku’na uyumlu hale getirmektir. Aksi takdirde AİHM’nin -Türkiye aleyhinde- daha çok ihlal kararı alacağı ve böylelikle ülkenin prestij kaybının da artacağı unutulmamalıdır. Nitekim AB’ye uyum sürecinde kısmi ancak yeterli olmayan değişikliklerle yer alan toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının Anayasa’nın “kişinin hakları ve ödevleri” bölümünde düzenlenmesi, bireysel hak ve özgürlüklerin tanınması bakımından ayrıca önemlidir.
İktidarın tutumu
Gezi Parkı direnişi süreci ve sonrasında “barışçıl” gösterilere dahi tahammül edemeyen iktidarın tavrı; valinin, “gösterinin izin alınmadan yapıldığı için hukuksuz olduğunu” ifade etmesi, biber gazının doğrudan hedef gözetmek suretiyle göstericilerin üzerine atılması, hukuksuz yapılan gözaltılar ve gözaltına alınmış kişilere uygulanan kötü muameleler oldu. Bu tavrın, sadece AİHS’deki toplantı özgürlüğünü değil “özgürlük ve güvenlik hakkı”nı, “ifade özgürlüğü”nü, “işkence yasağı” ve “adil yargılanma hakkı”nı ihlal ettiği şüpheye yer bırakmayacak derecede açıktır. Nitekim aralarında Taksim Dayanışması üyelerinin de bulunduğu kişilerin hukuksuz bir şekilde gözaltına alınıp örgüt üyeliği ile suçlanması (baret ve deniz gözlüğü taşımak bile örgüt üyeliği için yeterli bir delil oldu ki; bu bir hukuk skandalıdır) iktidarın demokratik taleplere yaklaşımı ve bundan sonraki süreçte tavrı hakkında ziyadesiyle fikir vermektedir. İktidar, “Gezi Parkı” sonrasında; direnen, boyun eğmeyen halk başta olmak üzere; AB’nin ve Avrupa Parlamentosu’nun nazarında ciddi bir prestij kaybı yaşamıştır. Bundan sonraki süreçte Hükümet’in antidemokratik yasaları, özellikle bu yasalardaki tanımlamaları (2911 sayılı kanun, Terörle Mücadele Kanunu, Türk Ceza Kanunu, Siyasi Partiler Kanunu, v.s. çoğaltılabilir) AB mevzuatına ve AİHM içtihatlarına göre değiştirmesi artık bir zorunluluktur.
AİHM’ye göre bu toplantı ve gösteri yürüyüşleri hakkı, ancak “demokratik toplum açısından gerekli” ve “orantılı” olması ölçütlerine göre sınırlandırılabilir. Toplantının, yasadışı dahi olsa “barışçıl” olması; şiddet kullanılmaması halinde iktidarın buna hoşgörülü davranması şart koşulmuştur. Toplantı ve gösterinin ne derece amacına ulaştığı, bu toplumsal olaya dahil olmayan insanların bundan ne kadar etkilendikleri diğer önemli noktalardır. “Hoşgörü” sorunsalı ise burada başlamaktadır. Gezi Parkı olaylarının başladığı andan itibaren Hükümet, en doğal demokratik hakkını kullanarak toplanan ve gösteriye katılan halk için ”terör örgütü”, ”dış mihraklar”, ”faiz lobisi”, v.s. tanımlamaları yaparak demokratik olmayan, ötekileştirici söylemlerle krizi daha da büyütmüştür. Gezi Parkı’nda toplanan halkın taleplerinin Hükümet tarafından ciddiye alınması bir yana; başta Başbakan olmak üzere Hükümet’in en yetkili kişilerinin antidemokratik tavırları, tehdit ve hakareteri, nefret içeren söylemleri tam bir kaosa yol açmış; halk, demokratik taleplerinden vazgeçmemiştir. Silahsız, masum, barışçıl ve boyun eğmeyen sivillere orantısız müdahalede bulunulması karşısında halk da tüm bunlara karşı meşru, demokratik, anayasal ve uluslararası düzeyde korunan ”toplantı ve gösteri yürüyüşleri hakkı”nı kullanmıştır. Gezi Parkı olayları sonrasında yapılan anma etkinliklerine ellerinde karanfille giden halka dahi orantısız müdahalede bulunulması, hoşgörüsüzlüğün ne derecede olduğunu göstermektedir.
Neler yapılabilir?
Gezi Parkı direnişine -başta İstanbul olmak üzere- çeşitli bölgelerden destek olan halk için Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası ve Türk Ceza Kanunu’na (suç veya terör örgütüne üyelik gibi suçlamalar..) muhalefet edildiğinden bahisle tutuklamalar, yargılama sonucunda muhtemelen hapis, adli para cezası şeklinde mahkumiyet kararı verilecektir. Yargılamalarda sanığın aleyhine olan hususların araştırılmasına, lehine olan hususlardan daha ziyade önem verilecektir. Bu da, ”adil yargılanma hakkı”nı AİHS düzeyinde ihlal edecektir.
Peki bunca hukuksuz uygulama karşısında mağdur olan bireyler ne/neler yapabilir? Mahkemece mahkumiyet kararı verilmesi ve bunun da iç hukukta kesinleşmesi halinde nasıl bir prosedür işletilmelidir? Elbette AİHM yolu gözükmekte; yeterli deliliniz bulunması durumunda Türkiye hakkında ihlal ve/veya tazminat kararı verilebilmektedir. AİHM’den alacağınız ihlal kararı ile birlikte iç hukukta -Türkiye’deki mahkemelerde- yargılamanın yenilenmesini talep ederek, hakkınızda verilmiş mahkumiyet kararının tüm hukuki sonuçları ile kaldırılmasını sağlayabilirsiniz. Bilhassa 2911 sayılı yasa kapsamında aleyhte olan kararlar için böyle bir yol mümkün. Hukuksuz gözaltı ve tutuklamalar ile polisin orantısız güç kullanması sonucunda gösterilere dahi katılmayan kişilerin uğradığı hukuksuzluklarda da yukarıda belirttiğim prosedür geçerlidir.
Fatih Turan
Avukat
av.fturan@gmail.com