TOLSTOY’UN “DİRİLİŞ” ROMANINDA DEVRİMCİ ARKETİPLERİ

Alper Aktaş
Doktor
aktas68@gmail.com

Diriliş, Lev Tolstoy’un yaşarken yayınlanan son romanıdır. Bireysel vicdan, toplumsal adalet ve ruhsal yeniden doğuş temaları üzerinde kurgulanır. Romanın ana karakteri Nehludov’un (Prens) gençliğinde baştan çıkarttığı ve yıllar sonra bir mahkemede fahişelikle suçlanan Katyuşa (Yekaterina Maslova) ile tekrar karşılaşmasıyla başlayan, sonrasında bir grup mahkumla birlikte Sibirya yolculuğu sırasında süren ahlaki hesaplaşmasını ve değişimini konu alır.

Romanın ana karakterleri üzerinden pek çok şey ifade edilebilir. Diriliş ile Tolstoy okuyucuya düşünmesi gereken pek çok şey söyler kuşkusuz. Bunu sadece ana karakterler üzerinden yapmaz, yardımcı karakterler üzerinden de okuyucuya mesaj iletir. Simonson, Novodvorov ve Nabatov üzerinden devrimci arketiplerini tanıtır mesela.

Romanda, ilk olarak, Simonson karakteriyle insan karakterinin nasıl oluştuğu anlatılır. İnsanın davranışlarını ve dolayısıyla karakterini belirleyen iki kaynak var; kendi düşünceleri ve başkalarının düşündükleri. İnsanlar arasındaki fark, bu iki kaynaktan ne ölçüde faydalandıklarına bağlıdır. Bazı akıllar, aktarma kayışı çıkarılmış çark gibidirler. Bu sebeple de harekete geçirici başka bir düşünceye gereksinim duyarlar. Diğer bir grup ise davranışlarını kendi düşünceleri doğrultusunda yönlendirir. Bu grup, kimi zaman başkalarını dinlese de, titiz analiz ve iç sorgulama sonrası karar verirler. Tolstoy, Simonson devrimci karakterini kendi düşünceleriyle davranışlarına yön veren grubun arketipi olarak sunmaktadır. Nitekim romanın ana kadın karakteri Katyuşa ile Simonson sonunda evlenir. Tolstoy, Simonson arketipini erdemli bir devrimci olarak sunmakta ve romanda onu sanki bu evlilikle  ödüllendirmektedir.

Sonraki bölümlerde başka bir devrimci Novodvorov ile tanışırız. Novodvorov için ayrılan bölüm çok önemli bir cümleyle başlar: “Bu adamın akıl gücü, yani böleni büyüktü; ama kendisi hakkındaki düşüncesi, yani bölüneni çok çok daha büyüktü ve çok uzun zamandır akıl gücünü kat kat geride bırakmıştı.” Tolstoy, bölen-bölünen metaforu ile Novodvorov üzerinden devrimci tipin içsel çelişmelerini anlatır.

Tolstoy, romanında, Novodvorov’u tüm devrimciler arasında saygı duyulan ve bilgili olarak ifade etse de romanın ana karakteri Nehludov aracılığıyla onu ahlaki olarak alt seviyede tutar. Novodvorov’un akıl gücünün (böleni) büyüklüğü onu bilgili yapıyor; fakat kendisi hakkındaki düşüncesi (bölüneni) çok büyük olduğundan, davranışlarına akıl yerine kibir ve ideolojinin nüvesi yerine dogmatik kabuğu daha hakim oluyor. Davanın tüm hümanist ve birleştirici erdemleri bu dogmatik kalın kabuğun altında ulaşılmaz oluyor. Novodvorov’un kibrinin ve narsizminin kucağında tertemiz ideoloji kirleniyor, vazife olmaktan çok kimi kişisel emellerin aracı haline geliyor. Sonuçta samimi olmayan bir devrimci arketipi olarak görüyoruz Novodvorov’u.

Tolstoy’un, romanda Simonson’u takdir etmesinin nedeni, onun salt kendi düşünceleriyle davranışlarına yön vermesi değil, zaman zaman başkalarının düşüncelerini de sorgulayarak düşüncesini olgunlaştırmaya açık olmasıdır. Tolstoy, Simonson karakteri ile kendi düşünceleri ve başkalarının düşünceleri arasında denge halini gözetmektedir. Eğer salt akıl ya da bireysel düşünceler eylemlere yön verirse gerçek anlamda kolektivite sağlanamaz. Kolektivite maskesi altında özgürlüklerin kısıtlanması ile politbüro benzeri olusumlarla karşılaşırız. Novodvorov ile karakterize edilen devrimci arketipte hakim olan akıl değil öz benlik duygusudur. Devrimin geleceğine, bu arketiplerden hangisinin baskın olduğuyla yön verilir.

Darbımesel olan “devrim önce kendi çocuklarını yer” sözü düşünüldüğünde, devrim sonrasında ne yazık ki Novodvorov’un genellikle hakim olduğu görülüyor. Tolstoy, her ne kadar romanda Simonson ve Novodvorov’un kıyaslamasını yapmış olsa da, başka bir bölümde siyasi mahkumlar arasından başka bir devrimci şablon karakterle tanışırız: Nabatov.

Nabatov, hayat dolu, neşeli, etrafına ışık saçan kendisini değil üyesi olduğu toplumu önceleyen, topluma hizmet eden, kendini toplumuna karşı borçlu hisseden, mevcut şartlarda hayatı yaşanabilir kılan, kin ve nefret yerine sevgi ve uzlaşmayı koyan, devrimi binanın tümünü yıkmak değil binanın odalarını tekrar paylaşmak olarak gören bir karakter. On sekiz gibi erken yaşta devrimci harekete girmiş, üstün yetenekleri sayesinde köy okulundan sonra liseye gitmiş, başarılı öğrenci olmasına rağmen üniversiteye gitmeyip halkın arasına karışmayı tercih etmiştir. Tarihsel süreç içinde düşünceleri Simonson arketipi tarafından beğenilmez, Novodrorov takipçilerinin “döneklik” suçlamalarına maruz kalır. Ancak Nabatov, sürecin her anında devrimciler için nefes alacakları bir pencerenin hep açık tutulmasını sağlar.

Bilindiği üzere roman karakterleri çoğunlukla kurgusaldır. Ancak yazarın tanrısal sezgisi ile roman kahramanları bir o kadar da yaşamın bizzat içinde gibidir. Büyük yazar olmak bu hissi verebilmektir zaten. Okuyucu,  romanı okurken “bu karakteri tanıyor muyum” diye düşünmekten kendini alamaz.

Tolstoy, Diriliş romanında her bir karakteri adeta prototip olarak okuyucuya sunar ve romanın yazılmasından sonra yaşamış olsalar dahi sanki bazı kimlikleri işaret eder. Bu düşünce ve hissiyattan hareketle, romanda yukarıda ifade ettiğim üç devrimci arketipini Marksist düşüncenin üç düşünürü ile ete kemiğe büründürmek istiyorum. Kim bu üç düşünür? Vladimir Lenin, Joseph Stalin ve Eduard Bernstein.

Marksist düşünce geleneği içinde yer almalarına rağmen “devrim, sosyalizmin inşası ve kapitalizmin geleceği” gibi temel konularda birbirlerinden köklü şekilde ayrılan üç önemli figürdür bu düşünürler.  Lenin’in devrimci pragmatizmi, Stalin’in totaliter devlet sosyalizmi ve Bernstein’ın revizyonist reformizmi, Marksizmin 20. yüzyıldaki farklı ve birbiriyle çatışan yorumlarını temsil eder.

Öncelikle üç düşünürün benzerliklerini ifade etmeliyim. Temelde her üç düşünür de Karl Marx’ın tarihsel materyalist analizini ve kapitalizmin eleştirisini kabul eder. Kapitalist sistemin -doğası gereği- sömürüye dayandığını, sınıf çatışmasını körüklediğini ve içsel çelişkiler barındırdığını düşünürler. Nihai hedef olarak sınıfsız bir toplum olan komünizme ulaşma idealini paylaşırlar. Sosyalizmi, bu hedefe giden yolda bir geçiş aşaması olarak görürler. Tarihin itici gücünün maddi koşullar ve sınıflar arası mücadele olduğu şeklindeki Marksist temel tezi benimserler. Ancak bu ortak başlangıç noktasından sonra, hedefe ulaşma yöntemleri ve sosyalizmin pratikte nasıl kurulacağına dair görüşleri keskin bir şekilde ayrılır. Hedefte ortaklaşırlar. Ancak yöntem ya da yol açısından farklılaşırlar. Belki de bu yoldaş olamama tartışması, yeryüzünde faşizmin kendisine alan bulmasını sağlamıştır.

Diriliş romanı yolculuğunda Vladimir İvanoviç Simonson arketipi, adeta adaşı Vladimir Lenin bedeninde tarihsel varoluşunu yaşar. Tolstoy, Simonson’u romanın ana kadın karakteri Katyusa ile evlendirmişti. Vladimir Lenin’in eşinin adı Nadejda Krupskaya’dır. Lenin ve Krupskaya, 1894 yılında St. Petersburg’da tanışırlar. İkisi de Marksist devrimci faaliyetlerin içindedir. 1898 yılının Temmuz ayında Sibirya’da sürgündeyken evlenirler.  Krupskaya, Lenin’in en yakın sırdaşı, yardımcısı ve hayat arkadaşı olur. Birlikte devrimci mücadelelerini sürdürürler ve Ekim Devrimi’nin ardından Sovyetler Birliği’nin kuruluşunda önemli rol oynarlar.

Lenin, proletaryanın öncü bir parti liderliğinde, şiddet içeren bir devrimle iktidarı ele geçirmesini zorunlu görür.  İşçi sınıfına bilinç taşıyacak, disiplinli ve merkeziyetçi bir “öncü parti”nin devrim ve sosyalizmin inşası için yaşamsal olduğuna inanır. Burjuvazinin direnişini kırmak ve sosyalist dönüşümü gerçekleştirmek için gerekli bir geçiş dönemi olarak “proletarya diktatörlüğünü” savunur. Ancak bu, işçi konseyleri aracılığıyla bir işçi demokrasisi olmalıdır. Devletin, sosyalist devrimden sonra sönümlemeye başlayacak, geçici bir baskı aracı olduğunu düşünür. Kapitalizmin en yüksek aşaması olan “emperyalizmin”, savaşları ve krizleri kaçınılmaz kıldığını ve proleter devrimler için uygun koşullar yarattığını ileri sürer.

Joseph Stalin, Novodvorov’u hatırlatır. Stalin, Lenin’in devrimci mirasını sahiplenir ancak devrimi, sosyalizmin “tek ülkede” inşası ve korunması için bir araç olarak görür. Partiyi, kendi mutlak iktidarının ve devletin tam kontrolünün bir aracına dönüştürmüştür. Parti, devletle özdeşleşmiştir. Proletarya diktatörlüğünü, kendi kişisel diktatörlüğü ve parti bürokrasisinin totaliter yönetimi olarak uygular. Muhalefetin her türünü şiddetle bastırır. Devleti, sosyalizmin inşası ve dış tehditlere karşı korunması için sürekli olarak güçlendirilmesi gereken merkezi bir yapı olarak görür. Devleti sönümlendirmek yerine giderek güçlendirmiştir. Kapitalist dünyanın “tek ülkede” inşa edilen sosyalizme düşman olduğu ve bu nedenle sürekli bir mücadele ve savunma gerekliliği üzerinde durur.

Eduard Bernstein, kapitalizmin devrimle yıkılmasının zorunlu olmadığını, barışçıl ve demokratik yollarla, reformlar aracılığıyla sosyalizme ulaşılabileceğini savunur. Bernstein, Nabatov karakteri özellikleri taşır. Sınıf mücadelesini yürüten ve demokratik seçimlerle iktidara gelmeyi hedefleyen geniş kitle partilerini ve sendikaları önemser. Proletarya diktatörlüğü fikrini kategorik olarak reddeder. Bunu “ilkel” bir düşünce olarak görür ve demokrasi ile bağdaşmadığını savunur. Mevcut demokratik devlet kurumlarının, sosyalist reformları gerçekleştirmek için kullanılabileceğine inanır. Devletin ele geçirilmesinden çok, dönüştürülmesini hedefler. Marx’ın kapitalizmin yakın bir gelecekte çökeceği öngörüsünü reddeder. Kapitalizmin krizlere rağmen uyum sağlama ve gelişme kapasitesine sahip olduğunu, bu nedenle mücadelenin reformlar yoluyla sistem içinde verilmesi gerektiğini savunur.

Lenin, Marksist teoriyi, 20. yüzyılın başındaki Rusya’nın özgül koşullarına uyarlayan bir devrimci liderdir. Onun düşüncesi, devrimci eyleme ve iktidarın ele geçirilmesine odaklıdır. Bernstein ise Batı Avrupa’daki demokratik gelişmeler ve işçi sınıfının yaşam koşullarındaki iyileşmelerden yola çıkarak Marksizmin devrimci özünü revize eder. O, “revizyonizmin babası” olarak, şiddete dayalı bir devrim yerine evrimsel bir sosyalizmi, yani sosyal demokrasiyi savunur.

Stalin ise bu iki teorik pozisyondan farklı bir yerde durur. Kendisini Lenin’in sadık bir takipçisi olarak sunsa da, pratikte Lenin’in “öncü parti” ve “proletarya diktatörlüğü” gibi kavramlarını alıp bunları kendi totaliter rejimini meşrulaştırmak için kullanır. “Tek ülkede sosyalizm” teziyle dünya devrimi idealinden kopar ve Marksist-Leninist ideolojiyi, acımasız bir sanayileşme hamlesi ve mutlak siyasi kontrol için bir araç haline getirir. Stalin. Novodvorov gibi, sürgünler ve tutsaklıklar arasındaki radikal ve sert devrimci liderdir.

Özetle, Lenin devrimci yolu, Bernstein reformist yolu, Stalin ise totaliter devlet inşası yolunu temsil eder. Bu üç farklı yorum, Marksizmin sadece bir ekonomik analiz sistemi olmadığını, aynı zamanda siyasi iktidar, toplumsal değişim ve insan özgürlüğü gibi konularda birbiriyle çatışan derin felsefi ve politik tartışmaları da barındırdığını gösterir.

Tolstoy’un, bu liderlerin hiç biriyle tanıştığını sanmıyorum. Çünkü dönemsel olarak ve yaşam öyküleri açısından böyle tanışıklık mümkün değil. Ancak, Rus siyasi kültürünün şekillenmesinde edebiyatın rolü büyüktür. Bu sebeple Lenin, Tolstoy’u bilir, hatta onun hakkında “Rus Devriminin aynası olarak Leo Tolstoy” başlığında bir metin yazmıştır. Beş makaleden oluşan bu yazıda, Tolstoy’un eserlerindeki çelişkiler üzerine düşünür. Lenin, Tolstoy’u Çarlık rejiminin, Kilise’nin, devletin ve toprak sahiplerinin acımasızlığını ve adaletsizliğini dahiyane bir şekilde betimleyen büyük bir sanatçı olarak görür. Tolstoy’un eserlerinin, Rus köylüsünün sisteme duyduğu öfke ve nefreti yansıttığını düşünür. Öte yandan Lenin, Tolstoy’un felsefesine şiddetle karşı çıkar. “Ağlamayı, sızlamayı, dua etmeyi, kendini geliştirmeyi” öğütleyen bir düşünürün, halkı mücadeleden alıkoyduğunu ve bu yüzden siyasi olarak zararlı olduğunu savunur. Lenin, yazılarında Tolstoy’un iç çelişkilerini analiz eder, ama kendisinin de Tolstoy hakkında düşünceleri çelişkilidir; bir sever bir kızar şeklinde.

Lenin için Tolstoy, bir yandan Rus toplumundaki derin çelişkileri ve devrimin ayak seslerini eserlerinde yansıtan bir “ayna”, diğer yandan ise bu devrimin nasıl yapılması gerektiği konusunda halkı yanlış yönlendiren naif bir ahlakçı. Tanışmamış olsalar da, Lenin’in kaleminde Tolstoy, hem takdir edilen büyük bir sanatçı hem de mücadele edilmesi gereken bir felsefenin temsilcisi olarak yaşar.

Stalin’in Tolstoy konusunda düşüncesini aktaran bir yazı yok. Fakat Stalin yönetimi, Tolstoy’un devrim öncesi Rus toplumunu eleştiren yönlerini öne çıkarırken, Sovyet rejiminin temelleri ile çelişen felsefi ve politik fikirlerini göz ardı etmiş veya çarpıtmıştır. Bu, Stalin’in, sanatı ve kültürel mirası, kendi politik hedefleri doğrultusunda nasıl araçsallaştırdığının tipik bir örneğidir. Novodvorov arketipi benzerliğinin kanıtı değil midir bu?

Bernstein, Tolstoy’un ahlaki duruşuna ve toplumsal eleştirisine saygı duymakla birlikte, onun felsefesini temelden eleştirmektedir. Bernstein, Tolstoy’un devlete, siyasete ve organize mücadeleye yönelik radikal reddiyesini, işçi sınıfının hak arayışına zarar veren, gerçekçi olmayan ve sonuçta gerici bir tutum olarak değerlendirir. Tolstoy’un ahlaki tutarlılığını takdir etse de, onun apolitik ve anarşist felsefesinin pratik dünyada bir karşılığı olmadığını düşünür.

Tarihsel süreç, kapitalizmin hızlı uyum özelliğiyle krize dayanıklı olduğunu göstermektedir.  Bernstein haklı çıkmış görünüyor.  Bu sebeple SODEV Onursal Başkanı Ercan Karakaş’ın ifade ettiği “ Gelecek Sosyal Demokrasidir” mottosu hala güncelliğini korumaktadır.