Korku siyaseti, siyasetin diğer bileşenlerini de anlam kaybına uğratarak içeriği boş bir kavramlar/söylemler yığınıyla kafa karıştırıyor. Dolayısıyla bu dizide ilk hedeflenen, kavramların doğru okunmasını sağlamak; ardından, korku siyasetinin güncel siyasi tartışmalar bağlamında ele almaktır. Kavramların korku siyaseti ile yaşadığı anlam kayıpları aslına ilişkin bir okuma ile daha net anlaşılacaktır. Burada esas olarak siyasetin ana bileşenlerine odaklanılmıştır: Siyasi iktidar, vatandaş ve muhalefet. Korku siyasetini üreten ve besleyen siyasi iktidarlar; korku siyasetinin nesneleştirdiği toplum ve vatandaş; ardından, korku siyasetine karşı bir alternatif yaratabilme becerisi ile muhalefet.
Atramkhasis efsanesi
Mezopotamya’da Babil Atramkhasis efsanesi “inuma ilu av-ilu” -Tanrılar insanken- sözleriyle başlar. Efsaneye göre, tanrılar Dicle’nin kıyısında günlük işlerin ağırlığından şikayet ederler ve böylece ölümlüleri yaratırlar. Ancak ölümlüler çoğaldıkça gürültüleri ile tanrıları rahatsız etmeye başlarlar. Bunun üzerine tanrılar, gürültücü insanları altı yüz yılda bir felaketlerle cezalandırmaya başlar. İnsanların yaratılışı ile ilgili olan bu efsane, tanrıların da insanlar gibi iki doğalı bir çatışma evrenine sahip olduğunu anlatır. İnsanların tıpkı tanrılar gibi korku ve güven yaratabildiklerini keşfetmesiyle birlikte tanrı-krallar tarih sahnesine çıkar.
İnsanlık tarihi bir bakıma, korku kültürüne dayanan bir tanrılar ve insanlar hiyerarşisinin hikayesidir: Korku hiyerarşisinde herkes “korktuğu tanrının kulu, korktuğu kulun tanrısı” olmuştur. Gerek tanrısal inanış gerek siyaset korku ve umut arasında kendilerine köleler yaratarak iktidarını sürdürebilmişlerdir. Nasıl ki Frankestein efendisi olmak için yarattığı Leviathan’ın gönüllü kölesi olur, insanlar da korkularından arınmak uğruna sığındıkları egemenin gönüllü kulları olurlar. La Boetie, “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev” adlı eserinde insanların nasıl olup da, erkini yalnızca onların kendisine verdikleri güçten alan bir egemene katlandıklarını merak eder ve sorar: “Eğer siz vermediyseniz, sizi gözetlediği bu kadar gözü nereden buldu? Sizden almadıysa, nasıl oluyor da sizleri dövdüğü bu kadar çok eli olabiliyor? Kentlerinizi çiğnediği ayaklar sizinkiler değilse bunları nereden almıştır? Sizin tarafınızdan verilmiş olmasa üzerinizde nasıl iktidarı olabilir?”
Özgürlüklerini kendi arzularıyla teslim eden insanların motivasyon noktası güvenliktir. Nitekim, “meşhur” gemi metaforu iktidar-korku-güvenlik paradigmasının sade anlatımıdır diyebiliriz. Aristoteles, Politika adlı eserinde siyasal düzeni bir gemiye, toplumu da gemideki yolcu ve mürettebata benzetir. Burada odak noktası güvenliktir; çünkü, geminin ve yolcunun güvenliği varoluşun ön koşuludur. Bu güvenliği sağlamak ve sürdürebilmek adına tek tek bireylerin iradesini ortak iyiye kanalize etmek için iktidar bir ihtiyaç olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla, iktidarlar hegemonya kurabilmek ve hegemonik çatlaklarını onarabilmek için “korunma ihtiyacı olan” toplumlar yaratır.
“Gürültü”
Nasıl ki Tanrılar insanken, gürültü yapan ölümlülerden hoşlanmaz ve cezalandırırdı; benzer şekilde, insanlar “Tanrı” olduklarında gürültü yapanlardan hoşlanmadı ve cezalandırdı. Geçtiğimiz yüzyılda iktidarın cezalandırma pratikleri üzerine bir filozof tarihçi olarak kafa yoran Foucault, iktidarın her yerdeliğine dikkat çekti Ona göre, iktidarın gürültüyü kontrol etme ve denetim altında tutabilme amacıyla başvurduğu pratikler ekseninde gözetim bir araç olarak karşımıza çıkmaktadır. Denetim ve gözetimin meşru bir zeminde gerçekleşmesini ise korku siyaseti sağlamaktadır.
Korku siyasetinin en önemli özelliği organizmacı ve bütünsel bir toplumdur. Dolayısıyla birlik ve beraberliğe, uyuma yapılan vurgunun boyutu, itaat gereksinimiyle doğru orantılıdır. Nitekim korku meşruiyeti, meşruiyet iktidarı büyütür. Bu diyalektiğin meşrulaştırıcı işlevi iktidarın yenilenerek süreklilik kazanmasını sağlar. Ancak bu periyodun devamlılığı iktidarın denge kurabilme becerisine bağlıdır. Bismarck’a atfedilen şu söz iktidar pratiklerine duyulan ihtiyacı ortaya koyar: “Süngü ile belki her şeyi yapabilirsiniz, yalnız bir şeyi yapamazsınız: Onun üstüne oturamazsınız.” İktidarın korku yaratma tekeline sahip olması tek başına yeterli değildir. Kendisini sürekli kılmak için toplumu gözetim altında tutma ağına gereksinimi vardır. Bu ağ der Foucault; her yere yerleştirilmiş binlerce göz, hareketli ve her zaman uyanık dikkatler, hiyerarşik hale getirilmiş bir kontrol, teyakkuz ve kapatma şebekesidir.
Bu bağlamda iktidar için salt süngü değil, bilgi de elzemdir. Modernlikten itibaren akılla birlikte değer üreticisi olan bilginin kullanımına dikkat çekilir. Nietzsche bilginin egemenlik temelinde iktidar istenci için gerekli olduğunu; Foucault önce toplum sözleşmesine taraf olan bireyin nesneye dönüşümünü; ardından, iktidarın bilgiye ilişkin hakikat söylemini ihdas etme becerisini vurgular.
Bilginin iktidar için ve iktidarın meşruiyeti için önemi, bilinmeyene duyulan korkudur. Korku hipnozu bireyi ve toplumu edilgen bir pozisyona sokar. Reflekslerinden arındırılmış insan nesneye dönüşürken; iktidar, siyasal ve toplumsal özneye dönüşür ve böylece iktidarın bilginin yeni anlam biçimleri kurarak, hak söylemi oluşturma tekeli sağlanır. Tarihsel olarak kutsal iktidarların, Tanrı ya da Kralların, toplum üzerindeki denetimin göstergesi olan “göz” panoptik model ile beşeri iktidar olarak somutlaşır. XVIII. yüzyılın bunalımları içerisinde kendi halklarının kontrolünü kaybeden imparatorluklar, otoriter kontrol sistemleri oluşturmaya çalışıyorlardı. Bentham kardeşlerin felsefesini ve tasarımını üstlendiği Panoptikon, 1785 yılında bu şekilde ortaya çıktı. Bu yapıda temel düşünce kitlelerin kontrol altına alınmasıdır ve kullanılan teknik ise “görünmeden gözetleme”dir. Temelde panoptikonu iktidar metaforu olarak kullanan Foucault ise bu tercihini şu şekilde açıklar: “Bir an geldi ki, herkesin iktidarı gözü tarafından fiilen algılanması gerekli oldu, kapitalist türde bir toplum olsun istendi, yani mümkün olduğunca yaygınlaştırılmış, mümkün olduğunca verimli bir üretimle birlikte; işbölümünde kimilerinin şu işi, kimilerinin bu işi yapmasına ihtiyaç olduğunda, halkın direniş hareketlerinin, ataletin ya da isyanın, doğmakta olan tüm bu kapitalist düzeni altüst etmesinden korkulduğunda, o zaman, her bireyin somut ve keskin gözetlenmesi gerekli oldu…”
XX. yüzyıl kapitalist toplumlarında iktidarın, disiplini sağlayış şekline işaret ederek, biçim değiştirdiğini öne süren Foucault bir distopyadan söz eder. Bu sistemde insan artık özne değil; aksine, var olan iktidara karşı bir tehdittir. Nihayetinde, kendisine karşı tehdit oluşturabilecek unsurları gözetleyen iktidar çarpıttığı gerçeklerin korkutucu görünümleri ile ötekini yaratır.
Öteki
Toplumlar heterojen bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla, toplumu bir araya getiren birey ve sosyal gruplar arasında fikir ve çıkar çatışması doğaldır. Bu çatışmanın yok sayılması veyahut bastırılması ise bir doğa bozumu durumudur. Bu durum aynı zamanda siyasetin kısıtlanması anlamına da gelmektedir. Nitekim çatışmaların yarattığı iktidar mücadelesi siyasetin özüdür. Oysa çatışmaları asgari bir anlaşma temelinde yürütmektense korku siyasetine sığınan bir iktidar, kendi beceriksizlikleri ile doğan kötülükleri ve olumsuzlukları mazur gösterme arzusundadır. Diktatörlüklerin ve otoriter yönetimlerin kadrajında çatışmalara getirilen farklı çözümlerin “gürültü” olarak algılanmasının nedenlerinden biri de budur. Bauman’ın deyişiyle iktidar, kendi ideolojik evreninin “bilişsel, ahlaki veya estetik” haritasına uymayan ötekiler yaratarak çatışmaları kendi çıkar gruplarının lehine çözer ve “gürültü”nün bastırılması için meşru zemin oluşturur. İktidarın yarattığı heyula kendi eksiklik ve irrasyonel davranışlarının “günah keçisi” işlevini görmesi bakımından önemlidir.
Ötekinin kim olduğu ise konjonktüre göre değişir. İktidar yarattığı korkuları ve korku unsurlarını müphemleştirerek ötekilere dair kapsamlı kategoriler inşa etmesinin yolunu açar. Bu aynı zamanda şeylerin gerçek anlamından ve gerçek işlevinden uzaklaştırılmasının en geçerli yollarından biridir. Korku hipnozuna bağlı olan toplumlarda kimse güvende değildir. Sürekli risk algısı bir süre sonra paranoyaya neden olacağı gibi toplumda güçsüzlük, anlamsızlık, normsuzluk vb. unsurları derinleştirir.
Paranoyanın sistemleştirilmesi iktidar için ikili bir işleve sahiptir. Foucault’un iktidarın “kapatma” işlevi olarak adlandırdığı bu durumda hem ötekileştirilen hem itaate zorlanan bireyler aynı korku sisteminin bir parçası olurlar. Ona göre, korku olmaksızın iktidarın toplumu kapatma ve meşrulaştırma işlevi gerçekleştirilemez. Bu bağlamda ötekileştirme iktidarı var ve meşru kılan birlik ve beraberliğin bozulmasını tehdit eden tüm unsurlar olarak belirir. Ötekiye karşı duyulan korku ve öteki olmak kaygısı “aynı”lık kültürü yaratır. Böylece iktidarın müdahalesine gerek kalmaz; çünkü farklı unsurlar “hiç”leşir.
Histeri toplumu iktidarın toplumu kontrol etmek ve normlara uyumunu sağlamak için etkin bir yoldur. Korku ile çitlenen siyasal düzenin “pasif itaatkar toplum”u değer yargısı kaybı ve kavram anarşisi içinde iktidarın “çözüm” reçetelerini sorgulamaz. Ortak korkulara karşı toplumsal birlik ve beraberlik miti, bölünme vb. korkusu yaratan iktidar, güven ve güvenlik unsurlarını kendisiyle özdeştirir. Tasada ve kıvançta birlik söyleminin yarattığı üst kimlik, bireyin korkunun kulluğundan vatandaşlığın erdemlerine yükselmesine engel olur ve bunun doğal sonucu eşitsizler arası hiyerarşik bir sistemdir. İktidarın bir eşitsizlik ilişkisi olduğu gerçeği, tam da tarihsel olarak sorun olana işaret eder: Bu eşitsizlik hangi araçlarla ve yöntemlerle kapatılacaktır? Buna verilen en kadim cevap korkudur. Nihayetinde evrensel yasa gereği korku geldiğinde her şey gider; her şey ona boyun eğer.
Türkiye’de müphem öteki
Korku siyaseti Platon ile başlar. Öyle ki korku siyasetine dair söylenen her şey Platon’a düşülen bir dipnot olarak düşünülebilir. Çağımız bu dipnotlara düşülen pratikler silsilesidir. Nitekim korku siyasetine dair güncel pratikler, araştırmacıları sıkıntıya sokmayacak bolluktadır. Bu bağlamda, Türkiye’de müphem ötekine dair söylenecek birkaç kelam siyasetin seyrine dair ipuçları barındırması bakımından önemlidir.
Siyasetin açıklık niteliğini kaybettiği nice zamandır iktidarın ironisi toplumdaki bütün görüş ve çıkar ayrılıklarını çözümlediği iddiası ile birlikte çatışmadan besleniyor olmasıdır. Bu ironi aslında iktidarın karakteristiğinin en açık örneği. Korku ile inşa edilen siyasal düzenlerde empoze edilen kolektif korkular içinde görece barış, düzen ve disiplin sağlandığı bilinmektedir. Hatta bu nedenle, en uyumlu toplumlar korku toplumları olarak sunulabilir. Bu mitin sürdürülebilmesi ise korku kültürü ve güvenlik paranoyası ile mümkündür. Nitekim söz konusu kavramlar üzerinden yürütülen tartışmalar şu söylemle örtüşmektedir: “Kitleler demir zincirlerinden kurtulabilmek için gümüş zincirlerine boyun eğmelidir.” Çatışma ise, iktidarın kendi varlığını zorunlu kılan ötekinin bir meşruiyet aracı olarak belirmesiyle ilişkilidir. Toplum olası bir çatışmadan kaçınırken, iktidar güvenli bölge olarak kendini gösterir. Böylece, “en büyük korkuların kaynağı olan devlet, diğer küçük korkuların Tanrısı olur.” İktidarın toplumsal düzeni sağlamak için çeşitli güvenlik önlemlerini zorunlu tuttuğu; birlik, beraberlik ve bölünmezlik ilkesinin şaşmaz savunucusu olduğu iddiası ile her türlü politikasını meşrulaştırdığı bir zeminde ötekinin hayaletimsi sonsuzluğu vardır. Bu sonsuzluk içinde iktidar güvenlileştirme vaadi ile insanların hareketlerini kontrol altında alır ve gözetime rıza üretir.
Toplumu oluşturan bireylerin çoğunluğunu etkileyecek nitelikteki suçlar, savaşlar, terör saldırıları, afetler, salgın hastalıklar gibi olayların gerçekleştiği dönemlerde histeri gerçek hayattaki karşılığını bulur ve güvenlik-güvensizlik- paranoyası ortaya çıkar. Bu bağlamda, özellikle 11 Eylül saldırılarını referans alan yazınlar, 9/11 olaylarının etkisinin güvenlik takıntılarının ve paranoyak tutumun en demokratik ülkelerde bile şiddetlendiğini belirtir. Nitekim, 2001’den bu yana pek çok felaketle yüzleşen dünya, son olarak 2020 yılının başından beri salgın hastalıkla mücadele ettiği bu günlerde bu sav kuvvetlenmektedir. Mattelart’ın “korkunun katalizatörü” olarak tanımladığı bu olayların Türkiye’deki izdüşümü ise konjonktürün de etkisiyle çarpıcı bir boyuttadır. Nitekim iktidarın ihtiyaçlarına göre değişen bir öteki siyasetinin yürütüldüğü Türkiye’de korku, uzun zamandır siyaseti ve toplumu kapatmış durumdaydı. Salgın kronikleşen bu sorunun son halkası olarak bir potansiyeli ve paranoyayı yaratması bakımından ucu açık bir süreci başlatmıştır denilebilir. Salgının yarattığı potansiyel muhalefet açısından ele alınacağı için bu yazının konusu değildir. Bununla birlikte paranoya, yazının kaleme alındığı tarih itibariyle, Türk Tabipleri Birliği ile iktidar arasında yaşanan diyalog ile somutlaşmıştır. Çoklu baro tasarısı ile başlatılan süreç, salgınla mücadelede şeffaf ve ulaşılabilir bir strateji benimsenmesini talep eden TTB’nin niteliğini, amaçlarını ve mesajlarını manipüle ederek propaganda faaliyeti ile sürdürülmek istenmiştir. Bu sebeple, kolektif korkuları tetikleyen söylemler ile TTB’nin üzerinde bir heyula yaratılmıştır. Amaç, halk sağlığı adına endişelerini dile getiren ve durumun ciddiyetine dikkat çeken hekimlerin sözlerinin propagandalar arasında kaybolmasını sağlamak ve güvenirliğini sarsmaktı. Nihayetinde, geleneksel medyanın yanı sıra dijital platformlarda da panoptik bir güç olarak varlığını kanıtlayan iktidar, Althusseryen tabirle ideolojik aygıtları vasıtasıyla da propagandasını gerçekleştirmiştir.
Ortak iyiden ziyade iktidarın sürdürülebilirliği üzerine kurulan siyasal düzenlerde bilginin tahsisi, üretimi ve dağıtımı toplumun belli bir kesiminin lehine olmaktadır. Bu bağlamda korku-iktidar-meşruiyet arasındaki gerilimli ilişkinin kesişim kümesi bilgi unsuru olduğu söylenebilir. Rıza üretiminin düalitesi bilinmeze karşı duyulan korku ve bilginin ihdas edilmesidir. Nitekim bir korku bir topluluğu sardığında, dönemin toplumsal hayatının özü bir noktada toplanır. İktidar için politikalarına rıza üretmekte zorlandığı bu dönemde hayatın özü varlığını sürdürebilmektir. Bu nedenle, iktidarın tarihsel olarak kullandığı en güçlü meşruiyet unsuru kaos korkusu ve çarpıtılmış gerçeklerle bir öteki yaratma bir zorunluluktur. Ancak günümüz Türkiye’sini ne tek başına kuşatılmış ne de gerçekliğin tümüyle yeniden üretildiği Orwellvari bir toplum olarak nitelendirmek mümkün değildir. Bu nedenle, salgının ortasında mücadele yürüten bir meslek mensubunun örgütünün öteki ilan edilmesi ile ortaya çıkacak tüm trajedilerin sorumlusunun kim olduğunu tarih yazacaktır.
*Siyaset Bilimi, Doktora Öğrencisi
ozcanntansu@gmail.com
Kaynaklar
Althusser, L. (2008). İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları. İthaki Yayınları. Aristoteles. (1975). Politika. Remzi Kitabevi.
Bauman, Z. (2000). Postmodernlik ve Hoşnutsuzlukları. Ayrıntı Yayınları.
Bentham, J., Watkin, C. P., & Werret, S. (2008). Panoptikon Gözün İktidarı. Su Yayınları. Çetin, H. (2012). Korku Siyaseti ve Siyaset Korkusu. İletişim.
Foucault, M. (2003). İktidarın Gözü. Ayrıntı Yayınları.
Herman, E. S., & Chomsky, N. (2012). Rızanın İmalatı. BGST Yayınları. Kapani, M. (1998). Politika Bilimine Giriş. Bilgi Yayınevi.
Mattelart, A. (2012). Gözetimin Küreselleşmesi. Kalkedon Yayıncılık.