Getty_cue_and_queue-158318139-5847493c3df78c0230e83369

Tansu ÖZCAN – Memleketimden “Kuyruk” Manzaraları

Tansu ÖZCAN
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi,
Doktora Öğrencisi ozcanntansu@gmail.com

Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim; bugün, gurur duyulacak toplum ve medeniyet düzeyinden bir hayli uzak düşmüş bulunuyoruz. Bu teşhisi sorumluluk almak adına baştan koymanın gerekli olduğu kanısındayım. Çünkü bir kahraman beklemek yahut bir kahraman yaratmak, en sade haliyle 15 Mayıs sabahı yaşamımıza bir sihirli değnek değeceğine inanmaktır. Devletin tüm kurum ve kuruluşlarının daha önce hiç görülmediği kadar politize olduğu ve bunun da son derece pervasızca ve pişkince yapıldığı; AKP’nin borazanı görüntüsü vermekten en ufak bir rahatsızlık duymaz hale gelindiği günümüzde kahraman beklentisi, insanı ve toplumu gereksizleştirir. Bu nedenle, kahramanları ve sihirli değnekleri ait oldukları masal kitaplarına bırakıp günümüze dönersek, çürümenin nihai noktasında bataklığı kurutacak iradeyi ortaya koyacak bir vicdanın hala var olduğunu görürüz.

Yozlaşma

Sabah akşam muhalif siyasetçilerin, gazetecilerin, aydınların, sıradan vatandaşın dilinden düşmeyen bir kelime ile yaşıyoruz: Yozlaşma! Türk Dil Kurumu yozlaşmayı “Özündeki iyi nitelikleri birtakım dış etkenlerle zamanla yitirmek, soysuzlaşmak, özünden uzaklaşmak, bozulmak, tereddi etmek, dejenere olmak” şeklinde tanımlar. Yoz kökeni, eski Türkçede “kısır, faydasız” anlamını karşılarken, kelimenin Arapça ve Osmanlıca kullanımındaki “tereddi etmek” de 19. yüzyıla kadar “bir hayvanın yüksek yerden düşerek ölmesi” anlamını karşılıyordu. Latince “generare” “üremek, üretmek, doğurmak” fiilinden “de” ön ekiyle türetilen dejenere ise “soyunu bozmak, soysuzlaştırmak” fiilinden alıntıdır. 20. yüzyılın ilk yarısında Fransızca “degénération” karşılığı olan başka bir anlam kazanmıştır: “Maddi ve manevi şaşaasını kaybetme, tabiatını değiştirme.”[1] Her halükarda görüldüğü üzere, kelime bir faydasızlığa, kayba işaret ediyor ve çöküş halindeki toplumun tipik emarelerinden biri olarak günümüzde kullanılıyor.

Peki özümüzde neyi kaybettik de bu kelimeyle bu kadar sıkı fıkı olduk? Değerlerimizi kaybettik. İnsanı gereksiz yapan şey, bu kayıptır. Kayıp halka büyüdükçe, onlar hızla önemsizleşir ve giderek kim olduklarını, nerede yaşadıklarını onlara öğretecek kudretli kişilerin nazarında da gereksizleşirler. Değerler, olması gerekeni ve arzu edileni gösteren standartlardır. Latince “kıymetli olmak” anlamına gelen “valere” kökünden türetilen kavramın toplumlar açısından ifade ettiği mana ve yüklendiği derinlik farklılaşır. [2] Bu bakımdan insanın, kendine ve içinde yaşadığı topluma verdiği değer bir medeniyet ölçüsü olarak önümüzde durur. Toplumsal değerleri gözden geçirmek, söz konusu toprakların insan hakları karnesini okumamıza da yardımcı olur. Normlar da değerlerin nerede, nasıl ve ne ölçüde yerine getirilmesi gerektiğini belirleyen sosyal kurallardır. Yani normlar, kaynağını değerlerden alan ve belli durumlarda belirli davranışları gerektiren uyulması zorunlu özel kurallardır.

Toplumları ayakta tutanın sahip olduğu değerler olduğunu da düşünürsek, son tahlilde önümüzdeki seçimin neden bir varlık-yokluk seçimi olduğu daha iyi anlaşılır. Nitekim AKP’nin 20 yıllık hikayesi normların kaynağını kurutmaya and içerek başlamıştır.  Bu yemin metnini Evren rejimi önüne sürmüş; Erdoğan da ustalıkla okumuştur. 12 Eylül sabahından beri memleketin başına gelen siyasi, ekonomik, bürokratik, toplumsal değişimlerin hızını ve şiddetini arttırmış, yeminine sadık kalmıştır. Bu süreçte çoğunluk, aynı hızla ortama adapte olmuş; dün söylediğini bugün inkar etmeye cevaz veren ve buradan her türlü var olma biçimini olabilir sayan ve her şeyi mübahlaştıran rüzgara kapılmıştı. Gerçeğin bilgisini kaybetmiştik bir kere. Bundan sonra, toplumun her düzeyde çözülen parçaları, bu rüzgarın kendi konumlarına ve açık kapılarına olayların akışıyla sürüklenenleri ya da seçtiklerini devşiren bir sürece girmişti. 12 Eylül nihai kötülüğü, insanları ve toplumu gereksizleştirerek yapmıştı.

Bizim bu dünyada işimiz ne?

Bir çöküşün içinde; yalan, dolan, zorbalık ve karanlık karşısında biri çıkıp gelsin ve bizim için kendisini ateşe atsın diye beklersek, bizim bu dünyada işimiz ne? Kamu gücünün kişisel çıkar amacıyla kötüye kullanımının bir yüz kızarmasına bile neden olmadığı; aksine, yapmayanın “sen de yapsaydın!” pişkinliği ile suçlandığı örnekler karabasan gibi toplumun üzerine çöktü. Böyle bir ortamda kimimiz suç ortaklığı ile kimimiz susarak ve kimimiz bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyerek kimimiz yükselen o cılız sesi gürleştirecek örgütlenmeyi kuşkulu gözlerle süzerek bir şekilde yaşayıp gitmeye çalıştık.

Ancak değerlerini kaybetmiş insanların bir müddet sonra çekinilecek bir varlık olmaktan çıktığını yeterince deneyimledikten sonra kendimizi sorgulamaya başladık. Bu kayıtsızlıklar zincirinin, günün sonunda hepimizi bir şekilde azarın, yumruğun, copun ya da namlunun ucuna getirdiğini gördük. Gerçeğin bilgisini kaybettiğinde; kadın cinayetlerini “o saatte orada ne işi vardı” diyerek meşrulaştıranların yarattığı düzende; güpegündüz palayla, başörtülü bir genç kızın sokak ortasında öldürülebildiğin gördük. Barınakta savunmasız canlılara işkence yapanların cezasızlıkla ödüllendirildiğini, müzisyenlerin, doktorların, akademisyenlerin keyfi biçimde katledildiğini, camiden çıkan “hoca efendilerin” Meclis’i bombalayabildiğini, sokakların vatandaş için değil mafyalar için güvenli yerler haline geldiğini, uyuşturucu baronlarına limanlar peşkeş çekilirken gün gün yoksullaşan halkın bunlarla zehirlenebildiğini gördük. Politik yozlaşmanın; soygun, cinayet, tecavüz demeden her çehresi meşrulaştırılırken ruhumuzun içten içe çürüdüğünü fark ettik. Kabul etmemenin tek başına geçer akçe olmadığını bedelini ödeyerek öğrendik. Olağanlaşmış olağandışılıktan bunaldık. “Bunalıyoruz çocuk bunalıyoruz, biçim veremediğimiz şeylerin biçimini alıyoruz.” diye seslenen Şükrü Erbaş’ı işittik nihayet. Ve biçim vermek üzere kuvvetlendirmeye başladık bileğimizi. 

Nasıl?

Nasıl mı? Dün tarikat yurdunda kalmaya mecbur olan 9-10 yaşlarındaki 45 kız çocuğunun defalarca tecavüze uğramasına kayıtsız kalındığı için dönemin Aile Bakanı Sema Ramazanoğlu tebrikleri kabul edebiliyorken; bugün 6 yaşındaki kız çocuğu ile evlenen zat mahkemeye çıkıyor.  Her ne kadar kendisine destek olmak için adliye önünde toplanan gruplar tekbir getirip, slogan atabiliyor olsalar da artık gülerek poz verecekleri bir kurum çatısı altında olmaktan uzaklar.  Bu, ilk manzaranın aksını bozmak için yıllar yılı mücadele veren gazetecilerin, kadın örgütlerinin ve insan hakları savunucularının sesine ses olan sıradan vatandaşın eseridir. Bir kahramanın değil. Yozlaşmış bir düzene daha fazla çocuğunu feda etmemek üzere yola çıkanlar, “Bir kereden bir şey olmaz” diyenleri ve onu tebrik eden elleri bükmeyi başarmıştı. Kendi değerlerini uygulama hususundaki çekimserliğini bir kenara atınca neler yapabileceğini görmesi bakımından başlangıç sayılabilir.

Bu çöküş hallerinde “şımarık paranın” veya “pudra şekeri” müptelasının “Elhamdülillah Müslümanız” diyerek siyasal İslam’ın sözcüsü olabilmesi mümkündür. Böyle sözcülerin “uyuşturucu satıcılarının ayaklarını kırın” diyebilmesi de çelişki sayılmaz. Haliyle hareketin tepesindekilerin “ben ekonomistim”, “ben savcıyım”, “ben başkumandanım” demesi de bu ortama yakışmaktadır. Düzen sahiplerinin, vatandaşını eksi beş derecede ucuz et kuyruğunda bekletmesi de şanına yakışır. Ancak halihazırdaki durum, bugüne kadar kimsenin kararlı bir tavır sürdürme cesareti, güveni ve inancı olmamasından kaynaklanıyordu. Oysa bugün şanına gölge düşüren, bıkıp usanmadan yoksulluk kader değil, fıtrat değil, siyasal-toplumsal-ekonomik tercihlerin sonucu diyen emekçilerin çoğalıp 1 Mayıs’larda, 8 Mart’larda barikatları bir bir yıkarak gelmesinin, genç irisi tosunları lüks araçlarını yavaş yavaş nargilecilerin önünden çekme telaşına düşürdüğünü söyleyebiliriz.

Bu yönde kıpırdanmalara tanık oluyoruz epeyce bir süredir. İçlerindeki korku yersiz değil, nitekim İstanbul’un ikinci kez tekrar kazanılmasından sonra Yenikapı’da yolsuzluklarının nasıl sergilendiği hafızalarında taze. Bu vesileyle tekrarlayalım; bu yozlaşmış düzenden çıkılması, gün ışığında değerlerin yeniden belirginleşmesiyle mümkün olabilmiştir bugüne değin. Bu canlanmayı, erdemli davranışlar bütünü olarak değerlerin inşa ettiği bir toplumsal yapıya dönüştürme sorumluluğu ise bizim.

Aslolan “Biz”iz

Her defasında “kandırıldıklarını” ilan edip toplumdan ötekinin lanetlenmesini isteyenler, “dışa” olduğu kadar, bizzat kendi içlerinde de bir infaz şebekesi gibi davranmayı sakıncalı bulmazlar.  Yine de bu halleriyle topluma kurtuluş vadetmelerinin inandırıcı olabileceğini düşünmeleri fıtratlarına uygundur. Bu çürümenin ardında kan, şiddet ve zorun; her türlü çıplak gücün dolaşımda oluşu rastlantı değildir. Böylesi çürüme ancak değerlerin yitiminde,  o dolaşımdaki unsurların akıldışı içeriklerinde hayat bulabilirdi ve sonunda kendini yutacak noktaya gelebilirdi.

Fakat aslolan, bu ortam ve durumun, geçmişteki düzenlerin bittiği gibi bitebileceği. Çürüme karşısında umut ve inançla hiç olmadığı kadar özgüvenli durduğumuzda aksı bozduğumuzu bir kez hatırladık. O kuyrukların öznesi olduğumuz gerçeği ile yüzleştik. Şimdi kuyrukları dağıtacak olan irademizi kuvvetlendirmek dışındaki uğraşlara son verip kahramana ihtiyaç duymadan, ortak hedefe doğru cesaretle yürümenin zamanı.


[1] Nişanyan Sözlüğü

[2] Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yay., İstanbul 2010, s.399-400; Bedia Akarsu, Felsefe Terimleri Sözlüğü, İnkılap Kitabevi, İstanbul 1987, s. 70; Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul 1977, s.87.