Zengin ve güçlü bir İranlının uşağı bir gün Azrail ile karşılaşır. Korkuyla dışarı fırlayan uşak, efendisine Azrail ile karşılaştığını, kendisini tehdit ettiğini söyler ve en hızlı atını vermesi için yalvarır. Efendisinin atı vermeye razı olması ile birlikte Tahran’ın yolunu tutar. O sırada evine dönen efendi, Azrail ile karşılaşır ve sorar: “Neden uşağımı korkutup tehdit ettin?” Azrail yanıtlar: “Tehdit etmedim, sadece onunla bu gece Tahran’da buluşmayı planlarken burada karşılaştığım için şaşırdığımı söyledim.”
İnsan bu… Kimi Tanrıdan, kimi açlıktan, kimi de zenginliğini kaybetmekten korkar. Dünyada korkmayan insan yoktur; ama hiç kimse de “korkuyorum” demez. Korku kılıktan kılığa giren bir oyuncu. Kötü bir oyuncuysa kendini açık eder. İyi bir oyuncuysa sizi role sokar. Ancak suretinden ziyade işlevine odaklandığımızda aynı sonuca varırız: Aklın rafa kaldırılmasına. Egemenin, iktidar kurumunun olanaklarıyla korkunun olumsuzluğunu üzerinden attığı varsayılır. Ama gerçekte her bir kul kadar korkuyla sarmalanmıştır. Çünkü korkan hep korkutmak zorundadır.
İlk yazıyı La Boetie’nin, “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev” adlı eserinde dile getirdiği bir soruyla açmıştık: “Eğer siz vermediyseniz, sizi gözetlediği bu kadar gözü nereden buldu?” Ona tekrar kulak verdiğimizde, bize o basit gerçeği hatırlatan sözlerini işitiriz: “Tiranı itmenizi ya da dengesini bozmanızı istemiyorum. Fakat yalnızca onu desteklemeyin; işte o zaman onun tüm ağırlığıyla düşüp parçalandığını göreceksiniz.”
Ne var ki hiçbir şey bu kadar kolay değil. Durum çoğu kez umutsuz görünür. Korku, alternatif bir şeyi hayal etmeyi olanaksız kılan bir gerçeklik yaratır. Burada yığınlaşan gruplar ve bireyler zaman ve mekan ufkunu kaybeder. Geçmişe dair anıları, şimdiye dair talepleri ve geleceğe dair beklentileri silikleşir. Korku siyasetinde muhalefetin rolü burada keskinleşir. “Dilsel, mekansal ve zamansal yurt yitirilmiştir” ve yeni bir yurdun bulunması muhalefetin becerisinde saklıdır.
Korkunun çehresi
Son on yıllarda birbiri ardına yaşanan ve kendisini şok ve dehşet şeklinde gösteren şiddetli olaylar karşısında savunmasız kalan toplumlar, hakikatle yalan arasındaki temel bağın da yok edildiği bir dünyada zorunlu olarak kayıtsızlık trenine binerler. Oysaki toplumsal grupların
ve bireylerin müşterek dünyaya ait sorumluluklardan kaçmak için bindikleri trende seyre daldıkları manzara hep aynıdır: Savaşlar, katliamlar, sürgünler, yolsuzluklar, popülist söylemler, yoksulluklar, çaresizlikler… Şüphesiz manzaradan memnun oldukları için değil, içine düştükleri “yersizyurtsuzluk” ve sahipsizlik hissini üzerlerinden atamadıkları için tren değiştirmezler.
Korku siyasetinin tahrip ettiği kamusal alanda her şey akışkan ve amorftur. Eleştirel aklın serpilip gelişmesi için gerekli olan yaşam koşullarının yokluğu, sahneye şiddet içeren iç savaşlar ya da isyan gibi eylem repertuarlarının konmasına yol açar. Çünkü toplumun, devamlılığı için çatışabileceği bir kamusal alana ihtiyaç vardır. Nasıl ki toplumsal sorunların ve çatışmaların bastırılması bir felaket ise, aynı şekilde bunların ifade alanlarının ortadan kaldırılması da felakettir. Ancak insanın kat ettiği yol, korkuyu yapısal bir dönüşüme maruz bırakmıştır. Yıkıcı güçlerin bir cephede ve görünür olması eski modadır. Zamanın ruhu korkuyu içselleştirir. İktidar teknikleri de korkunun içselleştirilmesinden yararlanır. Zira bu daha zahmetsiz bir yoldur.
Korku eğer kendini seyreltilmiş bir biçimde gösterirse, çoğu zaman birey, içinde bulunduğu durumu idrak edemez. Çünkü çıplak korkunun bağışıklık tepkilerinden ustaca kaçar. Bu haliyle belki de çıplak korkudan daha çok yıkıcıdır, çünkü her türlü gösterişe ve aleniliğe kapalıdır. Byung-Chul Han, geç modernitenin başarıya ve performansa odaklı öznesinin gerçekte bir kul kadar özgürlükten yoksun olduğunu söyler. Artık tek tip üniforma yoktur. Değişik renk ve biçimlerde üniformalar vardır. Ancak bu çeşitlilik özneyi, tercihin kendisine ait olduğu yanılsamasına sokar. Oysa iktidar üniformayı şart koşmuştur.
İroni bu ya, korkunun bu versiyonu ile şeffaflık talepleri el ele gider. Şeffaflığın yüksek sesle talep edildiği toplumda güven yoktur. Daha fazla enformasyon ve iletişim görünüşte olumlu gibi gözükse de aslında olan, hakikat eksiliğidir. Bu belirsizlikte bireyin yargı yetisi de köreldiği için bütüne dair bir perspektif ortaya koyamaz. Bir nevi “perspektifsizlik” hali yaşanır. Kamusal alanda toplaşan bu kalabalıkta ise siyasi eylem, yerini sahnelemeye bırakır.
Parlak günlere dair bir tür nostalji hareketi ile korku hareketi arasında el değiştirir sahne. Bu kısır döngüyü kırmak için hayal kurmanın yararsız ve umutsuz bir çaba olmadığını hatırlamak gerek. Şeffaflık özneyi köreltir; çünkü şeffaflıkta hayal gücüne yer yoktur. Hayal uzun vadede imkanları örme, elde etme ve keyfini çıkarmayla yeri doldurulamayacak bir insani etkinliktir. Neyse ki, hayal gücünü bohçasına atıp serpe serpe ilerleyen toplumun diri unsurları hala vardır.
Teşekkürler, biz almayalım
Öncelikle nasıl bir dünyada olduğumuzu anlamamız ve insani reflekslerimizi buna göre geliştirmemiz gerek. Bilgi teknolojilerinin sunduğu imkanlar iktidar sahiplerinin en derin karabasanlarını tetikliyor. Ancak sorun şu ki, bu, etrafında yarattığı halenin bizi edilgin kılmadığı zamanlarda mümkün olabiliyor. Günümüzde üniforma içselleştirildiği için kafa aynı kalmış ve kişi, kendi kendinin jandarması olmuştur. Sistemin içerisini sorgulayabilecek bir dışarısı yoktur artık. Bu, sömürünün özgül karakterini ve savunma hattını bize anlatır.
Henrik İbsen’in “Bir Halk Düşmanı”adlı oyunu, normal yürüyenlerin ters yürüdüğü sanılan varsayımsal bir dünyada geçer. Bu varsayımsal dünyayı deneyimleyen talihliler, bildikleri yoldan yürürken polise yakalanırlar. Terslik nerede diye sorguladıkları kısa bir andan sonra, kendileri gibi suçlanmış talihlilerle karşılaşınca umutlanır; demek, aramızda daha delirmemiş olanlar var yahut biz deli değilmişiz diye nefeslenirler.
1980 darbesinin ayak izlerinin belirgin olduğu yıllarda bu oyunu sergileyen Ankara Sanat Tiyatrosu’na, tesadüf bu ya, ertesi yıl devlet desteği yapılmaz. İnsanların manevi varlıklarının geri geri gittiği çarpık bir düzeni ustaca yansıtan oyunun kendisi bu sefer yolda polise yakalanır. Bu ilk değildir. Ancak son olup olmayacağı bireyin tavrında saklıdır. Hal böyleyken Aziz Nesin dostlarına sorar; “Sizlere destek verilip, herhangi başka tiyatroya gerekçesiz ya da bir bahaneyle destek verilmemiş olsaydı siz ne yapardınız?”
Bu soru aslında ipleri tekrar ele almak için yöneltilir. Yakın tarihte deneyimledikleri olaylarda “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” dedikçe kaybettiklerini hatırlatmak istercesine… O günlerden günümüze ne oldu? Evet yılan bin yaşadı, ama dokunmadıklarına dokunmadığı için değil, sıraya koyup zamanı gelince onlara da dokunduğu için.
Korkudan kurtulmanın çeşitli yolları vardır. Güce boyun eğebilir, güçle özdeşleşebilir, ona uyum sağlayabilir ya da büsbütün edilgin kalır hiçbir şey yapmayabilirsiniz. Gün sonunda egemenin payandası olmaktan öteye geçmez tekil bir yaşamdır bu. Nihayetinde teklik korkunun dostudur, sizi gafil avlar. Şeffaflık toplumu da tekil yaşamı besleyen bir kaynaktır. Burada empatiden nasibini almamış, yalıtılmış bireylerin tesadüfen bir araya gelişine rastlarız. “Biz” oluşturmaya muktedir topluluklardan farklıdır, der Byung-Chul Han, “ruhları” yoktur.
Haklılığına inanmış insanların çok ve toplu olarak örgütlenip eyleme geçmeleri, korkudan insanca kurtulmanın yegane yoludur. Örgütlü toplum, bireylerin sayısal toplamından fazlasını
ifade eder. Sayısal toplam ile birlikte o topluluğun gücü ortaya çıkar. Bu nedenle, otorite yanlıları eline geçen her fırsatta bireylerin örgütlenmesine engel olur; yahut var olan örgütleri yozlaştırır. Örgütlülük korkunun düşmanıdır. 1951’de Arendt, totaliter bir devletin ideal bir uyruğunun, inanmış bir Nazi’den çok, “gerçek ile kurguyu ve doğru ile yanlışı birbirinden ayırt edemeyen insan” olduğunu yazmıştır. İnsanları yalan haberden etkilenmeye açık bırakan şey ise “yalnızlık”tı. Eğer bu kuşak, Auschwitz-Birkenau’ya varan trene binmek istemiyorsa; dört başı mamur ve insanca bir yaşam sürme hakkını, ifade özgürlüğünü, gözetlenmeme ve siyasal manipülasyona uğramama özgürlüğünü savunmak istiyorsa; bunun, artık özel ve kişisel bir dünya içinde yapılamayacağını kavramalıdır.
İnsanın, rüyaya benzeyen kurtuluş reçetelerinden ziyade irade gücünü kaldırdığı çekmeceden çekip çıkarması yeterli olacaktır. 2011’de olan buydu. Ardından, hepimizin üstüne rutubetli hava gibi yapışan korku, felç ve yönelimsizliktir. Ancak ne denli geniş ve etkili olursa olsun, korku ve yılgı ortamından etkilenmeyen toplumun diri unsurları her zaman olmuştur. Bugün muhalefete alan açan bu unsurlar, önyargıya hiç meydan vermeksizin, insanları ırkçı, milliyetçi ve kadın düşmanı çözümlere savrulmaktan alıkoymak için ortak bir zemin bulma göreviyle karşı karşıyadırlar.
Yurdumuzun eskiden beri süregelen, bugün de güncelliğini koruyan en önemli sorunlarından birinin korku olduğu kanısındayım. Ancak toplumu korkuya sokanlar, korkuttukları insanların toplamından daha çok korkmaktadırlar. Tarihte yurttaşın hep bir ağızdan; “Teşekkürler, biz almayalım!” dediği anlar bu korku açığa çıkmıştır. Adalet önünde hesap verme günü gelip çattığında ise otorite yanlıları, insanın iğrendiği için parmaklarının ucuyla tutup kaldırdığı pis bir bulaşık bezine benzemiştir.