Söyleşi: Türkiye’de Yasakların, Mücadelenin ve Siyasetin Tarihini 1 Mayıs’lar üzerinden Okumak

Arkadaşımız Ece Öztan’ın,  Doç. Dr. Hakan Koçak ile yaptığı söyleşi:

Türkiye’de 1 Mayıs kutlamalarının geçmişine bakacak olursak, nasıl bir seyir izledi? İlk ne zaman kutlandı ve nasıl bir değişim geçirdi? Kısaca anlatır mısınız?

 Evet, aslında uzun bir tarihi var. 2. Meşrutiyet döneminde 1908 büyük grevlerinin ertesinde ilk sendikal örgütlenme çalışmaları başlıyor. Tabii ki, Türkiye derken Osmanlı coğrafyası üzerinden düşünmek lazım. Balkanlar, Üsküp ve Selanik bölgesi sanayisinin de, tütün sanayi ve diğer sanayinin de geliştiği yerler. Buralar Batılı fikirlerin de, sanayinin de girdiği kapı; ilk işçi hareketinin, sosyalist hareketin de geliştiği bölgeler. Dolayısıyla ilk 1 Mayıs kutlamaları da oralarda başlıyor. “Bilinen” diyelim- çünkü kayıtlara geçmemiş olabiliyor- ilk kutlamalar 1909’da Üsküp’te. Sonrasında İstanbul’da da 1 Mayıs kutlama geleneğinin başladığını biliyoruz. Ardından İttihat Terakki’nin daha baskıcı yılları geliyor. Bu nedenle 1913 sonrasında bir kesintiye uğruyor. 1920’lerde İstanbul’da işgal döneminde çok güçlenen bir işçi hareketi var. Özellikle Türkiye Sosyalist Fırkası ve diğer sosyalist kadroların içinde faaliyet yürüttüğü çeşitli işçi örgütleri var. Bu örgütler o dönemde İstanbul’da kutlamalar yapıyorlar. Özellikle meşhur olan Kağıthane gibi yerlerde, boş alanlarda yürüyüş kortejleri oluşturuyorlar. Dönemin işçi taleplerini yansıtan dövizler taşıyorlar, güzel giyiniyorlar, yakalarına karanfiller takıyorlar ve disiplinli kortejler halinde yürüyüşlerini bu belirlenen alanlarda yapıyorlar. Alanda çeşitli konuşmalar oluyor. Bu dönemde Enternasyonal fikri de güçlü. İşçi hareketinin uluslararası boyutu ve dayanışma önemli. Bu, bir ölçüde yürüyüşlere de yansıyor. Her ne kadar günümüzde Osmanlı tarihine ilgi varsa da Osmanlı’nın bu tarihi pek bilinmiyor. Tabii hareketin müthiş güçlü olduğunu söyleyemeyiz, ama daha 1920’li yıllarda vapur işletmelerinde grev yapıp İstanbul’un gündelik hayatını durdurabilecek ölçüde kapasiteye sahip bir işçi hareketinden söz ediyoruz yine de.

Balkanlardaki miras, aslında Türkiye’deki emek hareketine bakışta önemli bir kopuştur. İlk işçi hareketlerine ve örgütlenmelerine Müslüman kitlelerin dışındaki işçilerin, Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin, Bulgarların öncülük etmesi söz konusu olmuştur. Bunların Osmanlı’dan kopmasıyla, -özellikle İstanbul’da- bir gelenek zayıflaması olmuştur. Yine de 1920’lerde bir hareket var. Milli mücadele sonlarında da, İstanbul’daki işçi hareketinde Millicilerle komünistler arasında bir çekişme var. Çekişme, özellikle kurulan işçi örgütlerinin kimin denetiminde olacağı konusunda. Ama aynı zamanda bu mücadele sürecinde, işçi hareketinin sol damarı üzerine bir baskı da başlar. Hemen daha 1924’te mesela ilk 1 Mayıs yasaklamaları da başlar. Özellikle İstanbul’da Amele Teali Cemiyeti gibi bünyesinde İstanbul işçi birliklerini toplayan örgüt, sokakta 1 Mayıs kutlaması yapmak ister. Ancak izin verilmez ve salon toplantısı yapmak zorunda kalınır. Keza sonrasında 1925 ve 1926’da da aynı yönde girişimler olur, ama hep salonda toplanmak zorunda kalınır. O yıllarda, Türkiye Komünist Partisi’ni oluşturan kadrolar aynı zamanda işçi hareketi içerisinde de güçlüdür. İşte onlar 1 Mayıs için broşür çıkarırlar ve dağıtırlar. Bu nedenle de hapis ve sürgün gibi cezalar alırlar.

Dolayısıyla 1 Mayıs’ın tarihi, daha Cumhuriyet’in başından itibaren yasaklarla başlar.

Tabii aslında o dönemde hemen yanı başımızda Sovyetler Birliği’nin inşası nedeniyle, rejimin buradan gelen güçlü etkiyi frenleme hedefi de var. Bir tür antikomünizm ile iç içe geçen anti-Rusçuluk da var. Mustafa Suphi’lerin Karadeniz’de katledilmesi gibi olaylar da olmuş. Daha başlangıçta yaşanan baskılar, yasaklar vb nedeniyle Türkiye’de politik işçi hareketi açısından -ve genel olarak işçi hareketi açısından- aslında 1 Mayıs hep şaşırtıcı bir önemdedir. Belki bu kökenleri nedeniyle, Türkiye’de 1 Mayıs’lar, benzer ülkelere göre bile, en kitlesel ya da en çatışmalı ama her zaman belirgin bir şekilde mücadele konusu yapılan, çok sembolik bir öneme sahip olmuştur.

Sonra 1 Mayıs’lar uzun süre yasaklı olur Türkiye’de. 1930’ların ortalarına gelindiğinde resmi bayramlar belirlenir ve o dönem 1 Mayıs Bahar Bayramı olarak kabul edilir. 1 Mayıs, sonrasında 1970’li yıllara kadar da bahar bayramı ile ikame edilmiş olur. Ama sosyalistlerin kolektif eylem hafızasında her zaman yer alır. Mesela 1950’lerin ortasında Hikmet Kıvılcımlı’nın Vatan Partisi bu alanda küçük bir deneyimdir. O partide yer alanlardan Suat Şükrü anılarında anlatır: Belgrad Ormanları ya da bir başka mesirede parti örgütünden militanlar toplanırlar ve piknik şeklinde bir 1 Mayıs kutlaması yapılır. Fıkralar anlatılır, türküler, şarkılar söylenir, karanfillerle 1 Mayıs kutlaması yapılır. Dolayısıyla uzunca bir dönem -1970’lere kadar- bir tür yeraltı 1 Mayıs kutlaması geleneği oluşur. 1950’lerin sonlarında Adnan Menderes’in bir radyo konuşmasında işçilerin 1 Mayıs bayramını kutlaması ilginçtir. O dönem sendikalar 1 Mayıs’ı kutlamamaktadır. Hatta Türk-İş, 1963 Temmuz’unda Türkiye’de ilk toplu iş sözleşmesi ve grev kanunları çıkarıldığı tarihin, 1 Mayıs yerine bir İşçi Bayramı olarak anılmasını, kutlanmasını önerir ve aslında bunun için bir süre de uğraşır. Ama bu “yerli ve milli” işçi bayramı önerisi tutmaz.

1970’lerde tekrar kutlamaların başlaması tesadüf değil; çünkü 12 Mart rejiminin aşılmasının ertesinde, Türkiye’de sol hareketler de DİSK de toparlandıktan sonra, 1 Mayıs’lar daha Marksist bir kimlik edinir. Enternasyonalist kimliğin de daha çok gündeme gelmesi ile birlikte 1975’de DİSK tarafından büyük bir salon toplantısı organize edilir 1 Mayıs’ta. 1976 ve 1977’de Taksim’de büyük mitingler organize edilir.

1960’ların 1 Mayıs kavrayışı ilginç aslında. Bir yandan büyük grev dalgaları, 1961 Anayasası, işçi hakları alanında gelişmelere rağmen sendikaların 1 Mayıs kutlamaları yapmamasını nasıl açıklamak gerekir?

“Yerli ve milli”cilik 1960’larda solda da egemen. Henüz antikomünizmin güçlü olduğu böyle bir dönemde, 1 Mayıs’ın da, solun da meşruiyetini, enternasyonalist değil de yerli ve milli bir işçi hareketi üzerinden arama çizgisinin egemen olması anlaşılabilir bir durum. Böyle bir politik iklimin etkisi ile 1 Mayıs “kızıl bir bayram” olarak öne çıkarılmak istenmemiştir. Yoksa işçi hareketi, dediğiniz gibi, bir yükseliş evresindedir. Anımsayalım: Kavel, Paşabahçe, Derby… Fabrika işgalleri, grevler. 1967 DİSK’in kuruluşu…

Gerçekten 1960’lar Türkiye’sinde işçi hareketi, gazetelerin ilk sayfasından yer verilen hak arama mücadeleleri olarak bugüne kıyasla epey filtresiz yer buluyor mesela basında… Hatta sağ basında bile…

1961 Anayasası ile birlikte güçlü bir sosyal haklar söylemi, kalkınma söylemi ve anti-emperyalizm söylemi var. O dönemde sağda bile işçi hareketine, “Komünistlerin eline düşmemesi” koşuluyla,  “masum” biçimde bir hak arama mücadelesi olarak bakılabiliyor. Mesela 1961’de Saraçhane Mitingi’nde de bu tutum belirgin. Sağ kalemler tarafından miting üzerine yapılan yorumlar da bu minvalde. Dediğiniz gibi işçilerin hakkını, hukukunu tanıyan, ama bu “masum işçileri” komünistlerden uzak tutmaya çalışan bir söyleme tanık oluyoruz bu dönemde sağda da.

1 Mayıs aslında politikleşmiş bir işçi hareketinin sembolü ve ifadesi. 1960’lar, işçi hareketinin yükseldiği; ancak daha çok iş yeri temelli sendikal talepler üzerinde yükseldiği bir dönem. Politik bir işçi hareketi yavaş yavaş, özellikle DİSK’in kuruluşu ve sonrasındaki süreçte yükselişe geçiyor. Bu yükseliş sürecinde de bir 12 Mart kırılması var. İşte bu kırılmadan çıkıldıktan sonra politik işçi hareketinde, kadroların giderek Marksist külliyattan beslendiğini, söylemin giderek Marksistleştiği ve politik bir harekete evrildiğini görüyoruz 1970’lerde. DİSK’in içindeki TKP’li kadroların etkin hale gelişi ve DİSK’in daha Sosyalist-Marksist bir kimlik kazanması ile de paraleldir 1 Mayıs kutlamalarının gündeme gelişi.  1976 ve 1977 1 Mayıs’ları, DİSK’in öncüsü olduğu, tabii Türkiye’nin sol-ilerici birikiminin de meydanlara taşındığı çok kitlesel 1 Mayıs’lardır. 1977, halen tam derinliği anlaşılamamış, ancak tabii bugün ana çizgilerini bildiğimiz büyük bir provokasyondur. Bu provokasyon, sonuçları itibariyle tarihe “Kanlı 1 Mayıs” olarak geçti. Aynı zamanda Türkiye’de kısa süre içerisinde hızla gelişen sol yükselişin de kırılmaya uğradığı bir an; aslında 1980’e doğru gidişin de habercisi olan bir olay bu anlamda. Ardından yine 1978’de bir miting yapılıyor Taksim’de. Ama darbeden önce son iki yıl yine yasaklar var. Mesela 1979’da İstanbul’daki sol güçlerin İzmir’e taşındığını; 1980’de tümden yasaklandığını; Behice Boran gibi önderlerin sivil itaatsizlik eylemleri ile sokağa çıkmayı denediği ve gözaltına alınarak hapsedildiği 1 Mayıs’lar yaşandı.

1980’lerin karanlığından nasıl çıkıldı peki yeniden?

Sonra tabii 1980’lerde uzun bir kesinti dönemi var. Bu kesintiden çıkmanın 1986 ve sonrasında gerçekleştiğini görüyoruz. 1986’dan itibaren işçi hareketleri kıpırdanır. 1988’e gelindiğinde sendikalar yeniden Taksim’de 1 Mayıs kutlanmasını gündeme getirmeye başlıyorlar. İlk denemede ciddi bir polis şiddeti ile karşılaşılıyor. Sendikacıların o zamanki SHP binasından çıkarak Taksim’e çelenk bırakma girişimi engellerle karşılaşıyor. Sonrasında da bu minvalde devam ediyor. 1989’da yine Taksim’e çıkmaya çalışan gruplar olduğu gibi Mecidiyeköy civarında toplanıp oradan yürüyenler oluyor. Ama çok sert biçimde engelleniyor. Mehmet Akif Dalcı Şişhane civarında polis kurşunuyla yaşamını yitiriyor. Her şeye karşın ilerici sendikaların ve sosyalist solun 1 Mayıs’ı sokaklarda kutlamak yönünde bir iradeleri her zaman oldu.

Peki 1990’lı yıllarda 1 Mayıs’ları tanımlayan dinamikler neler?

1990’ların başlarında ise ilk yasal-izinli mitingler dönemi başlıyor. Bir yandan da Taksim’e çıkmanın çok terörize edildiği, salt bir çatışma görüntüsüne hapsedilmeye çalışıldığı bir dönemde bazı sendikacılar şöyle bir tercih yaptılar: Yasal miting alanlarında daha geniş emekçi kesimleri bir araya getirerek 1 Mayıs’ı kutlamak. Taksim bir yandan elbette sembolik öneme sahip bir yer. Ancak böyle bir tercih, çatışmalı durumun işçi taleplerinin görünür olmasını da engellediği argümanına dayanarak yapılıyor. Dolayısıyla da, ilk olarak 1993’te İstanbul’da iki ayrı mitingle kutlama yapıldı. Çağlayan’da Türk-İş yaptı. Türk-İş ilk kez 1 Mayıs’ı sahiplenmeye başladı böylece. Ama burada da meydan ayrımları da başladı. Bu da 1 Mayıs’ın Türkiye’deki öyküsünün ayrı bir bölümüdür. Yeniden kurulan ve yeni yeni ayakta durmaya çalışan DİSK mesela 1980 sonrası dönemde ilk 1 Mayıs’ını, 1993’te, Pendik’te kutlamıştır. 1 Mayıs kutlamalarına ardından Çağlayan, sonra da Kadıköy ev sahipliği yaptı. Çağlayan’da bir meydan yok aslında.

Mekan neden bu kadar önemli 1 Mayıs kutlamaları için? 1990’lardan bugüne mekansal mücadeleyi düşündüğümüzde, neler söylersiniz?

İşçiler zaten mekansal olarak kentin kenarlarında, görünmezliklerinde yer alırlar. Sanayi bölgelerinde, fabrikalarda, yer altında… Kutlamaların en temel esprilerinden biri budur: Bir gün işi bırakmak, toplanmak ve bir sınıf olarak görünür olmak. Eric Hobsbawm bunu çok güzel anlatır bir yazısında. “1 Mayıs dünyanın en evrensel büyük bayramı” der. 1 Mayıs hiçbir dinin ulaşamadığı kadar geniş bir bayramdır; bir dünya işçi sınıfı ütopyasına bir günlük yanıttır aslında. Bu yüzden de önemlidir.

Kutlamalar, 1990’lar boyunca gözden ırak yerlerde yapıldı. Ancak güçlenildikçe daha görünür olmaya başlandı. 1995’ten itibaren toplanma alanı Kadıköy oldu. Bu dönem, Türkiye’de sol ve işçi hareketinin yeniden yükselişte olduğu bir dönemdi. Fakat 1996’da Kadıköy’de 3 işçinin yaşamını yitirdiği bir provokasyon oldu. 1 Mayıs günü, işçi hareketinin, sol hareketin yükselişinin görünür olduğu bir gün. Bu nedenle de, bu yükselişi kırmak isteyen güçlerin tercih ettiği bir gün. 1996 1 Mayısı’nın kişisel olarak da tanığıyım. İnsanların çocuklarıyla, aileleriyle birlikte geldiği şenlikli 1 Mayıs’tı o; ama kana bulandı.

1990’lardan itibaren aslında 1 Mayıs’ın katılımcılar açısından da çeşitlenmeye başladığı bir dönem, değil mi? Çalışan sınıflardaki çeşitlenme ve parçalanmaları da yansıtan…

Tam olarak öyle. Özellikle o dönem çokça hem sosyal bilim literatüründe hem de gündelik basında “varoşlar meselesi” gündemde. 1996 1 Mayıs’ında mesela bu “varoşlar” söylemi doruğa çıkmıştır. Basında, varoşlardan gelip çiçekleri döven gençler fotoğrafı öne çıkarılır. Bir de kimileri, 1 Mayıs konuşulurken şunu söyler: “İyi de orada işçiler yok ki, işçiler çok az vb” 1 Mayıs, işçiler ve işçi sınıfını tartışmak için de iyi bir fotoğraf verir. Yani “varoşlardakiler” kimdir? Varoşlarda da merdiven altı tekstil atölyelerinde çalışandır, tersanedeki taşeron işçidir ya da işsiz gençtir vesaire. Yani neoliberal dönemde emeğin parçalanmasının, güvencesizleşmesinin, katmanlaşmasının bir ifadesidir. Bugün de böyle. “1 Mayıs Meydanı”, o renkleri yansıtır. Geleneksel, klasik sendikaların kapsayamadığı, giderek geniş emek kesimleri de yer alır. İşte buna enformel emek dendi, marjinal emek dendi. Sonra giderek “güvencesizler” denmeye başlandı. Ama giderek bir heterojenleşme, bir dağılma, parçalanma görüldü. En son prekarya tartışmalarına varıldı. Bütün bunları da farklı renkleriyle yansıtır. Elbette her birinin temsiline soyunan farklı gruplar yer alır. Çeşitli platformlar, gayriresmi oluşumlar yer alır. Günümüzde 1 Mayıs fotoğrafı, örneğin 1977’nin 1 Mayıs fotoğrafından epey farklıdır. 1977, tipik bir Fordist emek örgütlenmesini yansıtır. Mesela DİSK’in öncüsü olan Maden-İş’in üyeleri, fabrikalarının adını taşıyan pankartların arkasında, kimi zaman giydikleri tulumlarla, oradaki disiplinle yer alırlar. Oysa 2000’li yıllarda post-Fordist dönemin diğer renkleri de gelir. LGBTİ’ler, feministler, anarşistler, mahalle grupları, futbol taraftarları, beyaz yakalıların platformları, Alevi örgütlenmeler… Başka damarlardan beslenen farklı farklı gruplar. Dolayısıyla 1 Mayıs kutlaması; aslında tabii ki bir emek bayramı, emeğin uluslararası bir dayanışma ve mücadele günü olmakla birlikte, her zaman bir tür solun tüm renkleriyle katıldığı bir gövde gösterisi, aynı zamanda bir birbirini görme-tanıma ve güçlenme alanıdır.

Ya Taksim süreci, nasıl gelişti?

Taksim’e yönelme çabası epey sürdü. 2000’li yıllarda Taksim Meydanı gündeme gelmeye başlar. Tabii burada, girişimi başlatan o dönemki DİSK yönetimini anmak lazım. Emek hareketi, Çağlayan’ı kabul etmeyen ve Taksim’de ısrar eden bir hattı benimsedi. Bu arada tabii bölünmüşlük de kurumsallaştı. Türk-İş mesela Kadıköy’de yaptı. Dolayısıyla kimileri için zor bir tercih haline geldi. Bazı sendikalar Kadıköy’de, solcular Taksim’de…. Fakat uzunca bir mücadele, ısrar, kamuoyu desteği ve hem DİSK’in hem de sol güçlerin o dönemki ısrarcı çabalarıyla -2000’lerin sonlarına doğru- Taksim 1 Mayıs alanı haline geldi. Aslında önce 1 Mayıs’ın resmi bayram haline gelmesi, emek-dayanışma günü haline gelmesi gerçekleşti 2009’da. Tabii AKP’nin açılım dönemi gündemi sebebiyle de böyle bir denk düşme gerçekleşti. Ama yine de önemli; çünkü bizim emek tarihinde hep tartıştığımız “tepeden müdahale-aşağıdan mücadele” tartışması vardır. Bu denk düşme önemli olsa da, aslında Taksim, tipik bir hakkın aşağıdan yapılan basınçla elde edilme öyküsüdür.

Sonrasında Taksim’in gerçekten ne kadar sembolik bir öneme sahip olduğunu gösteren çok kitlesel, coşkulu ve renkli birkaç 1 Mayıs kutlaması oldu. Ana akım medyanın diliyle “gayet olaysız geçti”. Ama sonrasında Taksim yeniden yasaklandı ve bu kez AKP’nin Gezi öncesi ve sonrasında hızla yükselen otoriterleşen yönelimiyle birlikte 1 Mayıs tekrar terörize edildi.

Bu nedenle 1 Mayıs; bir yanıyla Taksim’in yeniden elde edilmesi, bir yanıyla da işçi taleplerini bu mekan sorununa hapsetmemek ve talepleri farklı yerlerde de dile getirmek arasında konjonktürel tartışma ve tercihlerle devam etti.

Peki İstanbul dışında ve Anadolu’daki 1 Mayıs’lar?

Tabii bunları hep İstanbul merkezli anlattım. Emek hareketinin öteden beri kalbi İstanbul ama aslında bugün nicel olarak baktığımızda daha işçi kenti ya da ilçesi diyebileceğimiz yerler var. Mesela Gebze, mesela Bursa, mesela, İzmit, Kırıkkale… Buralarda, özellikle solun güçlü olduğu yerlerde daha güçlü 1 Mayıs kutlamalarına rastlıyoruz. Kimi 1 Mayıs’larda, örneğin gruplar ya da sendikalar daha merkezde toplanmayı ve orada birlikte geniş bir güç oluşturmayı tercih ederken, kimi yıllarda daha yaygın 1 Mayıs’ları tercih etmiştir. Örneğin Taksim’in yeniden yasaklanması ile 2010’larda böyle bir eğilim de görülmüştür. Daha önce 1 Mayıs kutlamalarının yapılmadığı kimi yerlerde dahi 1 Mayıs örgütlenmeye çalışılmıştır. Mesela Düzce’de çok uzun yıllar sonra Petrol-İş’in öncülüğünde1 Mayıs kutlanmıştır. Bazı yerlerde ilk kez 1 Mayıs komiteleri kurulup 1 Mayıs kutlanmaya başlamıştır. Böyle baktığımızda Türkiye çapında yüz binlerce insanın 1 Mayıs kutladığını da eklemek lazım. Objektifi yalnızca İstanbul’a çevirmemek lazım. İzmir’de de güçlü 1 Mayıs’lar oldu. Keza Ankara’da. Özellikle sendikal hareketin daha tek vücut hareket ettiği başka il ve ilçelerde de 1 Mayıs organizasyonları gerçekleştirilmiştir. Bunun tipik örneği Gebze’dir; metalin can damarı Gebze.  Gebze’de böyle güçlü bir gelenek var. Yerel düzeyde, farklı konfederasyonlara bağlı sendika şubelerinin, iyi kötü birlikte eyürüttüğü bir sendika birliği var; ortak bir platform var. Bunlar, En azından bazı temel meselelerde ortak tavır alıyor. Dolayısıyla Gebze’de hep 1 Mayıs kutlama geleneği var. Muhtemelen bu yıl da güçlü bir 1 Mayıs kutlaması yapacaklar. Sol yapıların ve sendikaların tercihine göre, eğer İstanbul’da bir merkezileşme talebi yoksa, 1 Mayıs burada daha da güçlü ve kitlesel şekilde kutlanır.

2000’lerin bu AKP otoriterleşme sürecine eşlik eden bir diğer şey de oldu. Özellikle Hak-İş ve Türk-İş cenahında giderek bir yerli ve milli sendika olma esprisi çerçevesinde, enternasyonalist karakterine uymayan bir 1 Mayıs kutlama programı geleneği oluşmaya başladı. Mesela Türk-iş 2016’da Çanakkale’de, geçen sene Ankara’daydı. Şimdi Türk-İş karar almış, Hatay’da kutlayacak… İşte “milli tarihimize” -veya o dönemki hükümet politikalarına- göre “duygulara” hitap eden programlarla yapılmış 1 Mayıs’lara rastlıyoruz. 2000’lerin başına kadar ortak Emek Platformu, ayrımlarına rağmen, bir arada durabilen konfederasyonlardan oluşuyordu. Bu gelenek dağılmış oldu. Dolayısıyla şöyle bir manzara oluştu: DİSK ve Türkiye sol ve sosyalist hareketinin ana gövdesi bir tarafta, Hak-İş bir tarafta; Türk-İş ve solun kısmen bir bölümü bir tarafta gibi… Bu da Türkiye işçi hareketinin kapasitesi açısından zayıflatıcı bir şey oldu. Bu yıl da 1 Mayıs, DİSK, KESK, TMMOB ve TTB, Maltepe meydanında kutlama kararı aldı. Geçen yılki Bakırköy Meydanı’nın üzüntü vericiliğinden sonra, çok kitlesel bir 1 Mayıs hedeflendi.

Bu 1 Mayıs’ta CHP’nin, CHP’nin temsil ettiği kitlelerin buraya yönelmesi belirleyici. “Hayır” cephesinin kitlesel olarak moral de bulacağı, bileşenlerin birbirinden destek alacağı bir birliktelik önemli. Ancak az önce bahsettiğim ayrışmalar bu yıl da belirleyici. Türk-İş’in Hatay’da 1 Mayıs kararı Afrin operasyonuna destek çerçevesinde. Tabii Türk-İş şemsiye bir örgüt. İçerisinde farklı sendikal geleneklerin bulunduğu bir yapı. Mesela Tek-Gıda-İş Gebze’de kutlayacak. Türk-İş’in daha sol ve mücadeleci kanadından farklı yönelimler olacaktır. Belki Hatay’a sembolik gidiş olacaktır; ama Ankara’da, Gebze’de kutlamalar vb yönelimler de olacak. Öte yandan DİSK içerisinde de bir farklılaşma var. Birleşik Metal-İş, Nakliyat-İş, son 3-4 yıl içerisinde DİSK içerisindeki ayrımların doğal bir sonucu olarak da farklı bir tutum izlediler ve onlar yine Taksim Meydanı’nı işaret ettiler.

Yeni kuşaklar,  güvencesiz ve esnek çalışma biçimlerine maruz kalanlar, gençler, göçmenler, farklı çalışma rejimlerinin ve sendikanın ne olduğunu bile bilmeyen çalışanlar karşısında nasıl bir dil yoluyla örgütlenmeli?

Türkiye hızlı bir proleterleşme, işçileşme yaşadı 2000’lerde. Dolayısıyla, bu yeni işçilerin çoğunun eski kolektif hafıza ile hiçbir bağlantısı yok.  Çok genç bir işçi sınıfı oluşmuş oldu. Bu nedenle, tabii onların dilini konuşacak, onların beklentilerine yanıt verecek, onlarla iletişim kurabilecek farklı adımlar atılmak durumunda. Renkler, kullanılan mecralar, dil… Mesela çok yeni yeni sendikalar, son birkaç yıldır, sosyal medyayı kullanmaya başlıyor.  Sendikalar bir yanıyla korkuyorlar da. Sendikacılar seçimle iş başına geliyor. Genel kurul dönemleri oluyor. Riskli alanlara girerek başarısız olmak istenmeyebiliyor. Sonuç alınması şimdiden öngörülemeyen alanlara girdiyseniz, mesela taşeron işçiler, burada kasayı açmak ve yeni harcamalar yapmak durumundasınız. Sendikaların kaynak ve enerjisini bu alanlara yönelteceksiniz; belli işçi bölgelerinde ofisler, örgütlenme büroları açacaksınız. Bu alanda istenen başarı da sağlanamadıysa, bunu açıklamakta zorlanırsınız. Dolayısıyla sendikacılar bu dönemde mümkün olduğu kadar az riskli, öngörülebilir olan, sonuç alıcı, görece risksiz örgütlenmelere girmeyi tercih etmekteler. Hele hele beyaz yakalılar, küçük ve dağınık işyerleri, işvereni belli olmayan ofisler, taşeron işçiler, mağaza çalışanları hele hele göçmenler vb. gruplara ulaşmak böyle bir ortamda risk olarak görülebilmektedir.

Türkiye sendikalarının kendilerini örgütlenme odaklı, örgütlenme yönelimli bir yapıya getirmeleri gerekir. Kısmen bunu yapma yönünde çabalar yok değil. Ancak sürecin hızıyla, yani işçileşme ve gençleşme sürecinin hızıyla sendikaların bu alana yönelme hızı arasında bir uçurum var. Tabii bunun için her şeyden önce bir hukuk devleti zemini gerekli.

Tabii burada siyasi partilere de bu konuda eleştiri yöneltmek lazım. Sonuçta örgütlenmenin gelişmesi için popüler algı düzeyinde örgütlü emeğin meşruiyetini sağlayacak adımlar atmaları lazım. Gerek meclisteki gerekse meclis dışındaki sol partiler için söylüyorum bunu. 1990’lardaki postmodern hegemonyanın gücü yeni yeni kırılıyor aslında. Tabii ki bir sürü önerge veriliyor mecliste, ben bunu küçümsüyor değilim. Ama kendi ana kampanyalarında, seçim çalışmalarında öne çıkmıyor bu konu. Bu önemli; çünkü ancak öne çıktığında karşılık buluyor. Mesela CHP’nin taşeron işçilere yönelmesi, bir önceki seçimlerde karşılık buldu. Nitekim AKP’yi de o tarafa yöneltti. En genel anlamda sosyal siyaset meseleleri çok karşılık bulacak bir şey. Fakat kültürel savaşlar alanında kalıyorlar. Dolayısıyla sendikalar o anlamda çok fazla siyasi dayanak da bulamıyorlar. Ama tabii söylediğiniz önemli. Söylem, dil, renkler, seslenme biçimleri, nutuklar önemli. Mesela farklı kesimlerin adıyla anılması önemli. 1960’lı yıllarda TİP’in kazandığı seçimler öncesinde radyo konuşmaları “ameleler, ırgatlar, köylüler” diye başlar mesela. Buna benzer bir dil; kapsayıcı ve farklı kesimleri içine alan bir dil önemli. Gezi direnişinin hepimize gösterdiği gibi, mizahı içeren kapsayıcı bir dil çok önemli. Tabii bu sendikalar için de çok kolay değil. Çünkü oralardaki kadrolar da başka bir formasyondan geliyorlar. Ama bu yönde adımlar da var. Buradaki olumlu örnekleri öne çıkarmaktan yanayım. Hiçbirini romantikleştirmeden. Mesela tüm bu olumsuzluklara rağmen muazzam bir genç işçi hareketi de yaşıyor Türkiye: Metal işçilerinin isyanı mesela; “Metal Fırtına” denilen ve bence aslında hala dinmemiş bir isyan.

Aslında bir arayış yok değil, var. O zaman nerede gösterildi nerede gösterilemedi bu arayış; onun hesabını yapmak ve işleyen alanlardaki örneklere bakmak lazım. Entelektüel katkıyı da almak önemli. Sendikalar da sahadaki yeni çalışmalardan beslenmeli; temaslar, hem farklı iş kollarında hem de akademi ile sendikal mücadele arasında artmalı. Mesela DİSK ilk kez Türkiye işçi sınıfı profilini araştırdı. Ham verilerini de sundu. Birleşik-Metal İş de benzer bir üye profil çalışması yaptı. Bu tür veriler her zaman elimizde yok. Bu verileri iyi okumak, analiz etmek, tartışmak; bunun için zaman ve enerji ayırmak gerekli. Eğer yeni örgütlenme alanlarına açılmak istiyorsak, sistematik bilimsel verileri de arttırmak zorunlu. Farklı statülerdeki ve farklı yaşlardaki emekçilerin hangi açılardan farklılaştığını, özlemlerini ve beklentilerini anlamak gerek. Buradan stratejiler belirlemek, sonra da o stratejileri ısrarla ve kararlılıkla takip etmek gerek. Benzer sorunlar her yerde yaşanıyor.

Bir cevap yazın