Merhaba Saliha Hanım, öncelikle size tanıyalım. Kendinizi tanıtır mısınız?
Merhaba, 1964 İstanbul doğumluyum, 33 yıllık iş hayatından sonra işten emekli ama hayattan emekli olmadan, yaşamımızı insan kalarak sürdürmeye çalışan, Cumartesi Annelerini yalnız bırakmayan Cumartesi İnsanları’ndanım. Sergi hazırlığı içinde bir yıldır aksatsam da ben hep oradaydım, onlar hep benimleydi…
Ne güzel ifade ettiniz. “Cumartesi İnsanları’ndanım”. O zaman öncelikle serginizin ifadesinden, adından başlayalım. “Âh Cumartesi Aşk” ne anlama geliyor?
“Âh” o meydanın acısını, hüznünü, “aşk” ise 23 yıldır her şeye rağmen bitirilemeyen sevgiyi, inadı ve ısrarı resmediyor. Bu çalışmanın ilk ilmeğinden son ilmeğine kadar elini üzerimizden eksik etmeyen, desteğini hiç azaltmadan sürdüren, “Sen bunu anlatıyorsun, serginin ismi de bu olmalı” diyen sevgili ağabeyim Sezai Sarıoğlu, yaptığımız sohbetlerden bizim dile getirmeye zorlandıklarımızı sergi için hazırladığımız kitapçıkta şu sözlerle anlatıyor:
“Bir, iki üç, çok…” Eski bir kabilede insanlar üçe kadar sayar sonrasına “çok” derlermiş… Saliha, “Bir, iki, üç, yok…” olarak özetlenebilecek “âh” olduğu kadar, ısrar ve inat olan bir aşkın hikâyesini göz-göz, ilmek-ilmek işleyerek hafızalarımızı tazelemeye davet ediyor bizi. Unutmanın kolay, hatırlamanın zor olduğu, düğmenin gömleğe, insanın insana yanlış iliklendiği günlerde, ipe un ve ün sermeden, “hafıza ipi”nin marifetiyle ilmek- ilmek, acıyla dokunmuş portrelerdir bunlar… Gözyaşından sözcüklerle ve iple beze yazılmış hikâyelerdir bunlar. Kayıplar, kayıp yakınları ve Saliha bize diyor ki; bulamayacak kadar birbirimizden ve kalbimizden uzaklaşmış olamayız. Eski kendimizden “yeni kendimize” taşınmaya davet eden “hafıza ipi”, her bakışta kalplerimizi birbirimize yeniden ilikliyor…”
Böylesine özel bir sergi fikri nasıl gelişti?
İş hayatından emekli olduktan sonra ihtiyacı olan çocuklara atkı, bere, kazak gibi şeyler örmeye, yetişemediğim yerde de arkadaşlarımla dayanışma içinde toparladığımız örgü iplerini dağıtıp üretmeye çalıştık, ulaşabildiğimiz yerlere ulaşmasını sağladık, bu kış için yapılan bir çalışma idi. Uzun yılların çalışma temposundan sonra elimi belime koyup, kapımı penceremi kapatıp oturamazdım. Cumartesi İnsanı olarak bulunduğum meydanda “Başka ne yapabilirim” diye düşünürken, zaten ilgi alanımda olan geleneksel diyebileceğimiz el işlerinden kanaviçeye benzer goblen işleme tekniği ile yapılan süsleme sanatı dikkatimi çekti. Fransız saraylarında “zenginlerin süsleme sanatı” olarak bilinse de, biz süsleme sanatı olarak değil, bir yaraya az da olsa nasıl merhem olabileceğimi düşünerek, “zenginlerin hobisi” diye elimin tersiyle itmek yerine bize nasıl faydası olabiliri hayal ettim ve denedim..
Goblen yapmaya ne zaman başladınız? Daha önce bir serginiz oldu mu?
Bu ilk goblen sergim ve kamusal alanda ilk paylaşımım… Bir önceki sorunuzda da anlatmaya çalıştığım gibi Cumartesi İnsanı olmak bir yere kadar… “Başka ne yapabilirim?” derken goblen işleme denemeleri yapıyordum. Önce aile içinde hatırasına saygı olarak trafik kazasında kaybettiğimiz kardeşimin portresini annemiz için işledim. Annem gözyaşları içinde duvarına asıp sevdiğinde artık ne yapmam gerektiği şekillenmişti. Ve işte o günlerde Cumartesi Anneleri/İnsanları’nı derinden etkileyen her sarılmamda anne kokusunu içimde hissettiren Güzel Ana’yı doğaya emanet ettik.
Tezgâhın başına geçtim, veda töreninde taşınan resmini işlemeye başladım. Neredeyse her ilmeğe gözyaşım döküldü. O an karar verdim, gücüm yettiği kadar Cumartesi Anneleri’ni/İnsanları’nı ölümsüzleştirecektim. Onlar ölmemeliydi, unutulmamalıydı, kayıplara tahammülümüzün kalmadığı zor günlerdeydik…
İlk yaptığınız çalışma, 2017 Eylül’ünde yaşamını kaybeden Güzel Şahin’in portresi. Güzel Şahin’in sizin için anlamı ne?
Meydandaki insanlarla olduğu gibi benimle de özel bir bağı vardı. (“Eylem” adını taktığımız bir köpeğimiz var meydanda, şimdi artık o da gidemiyor, o bile Güzel Ana’yı farklı severdi…) Hani olur da annem eğer bu röportajı okursa alınmasın ama Güzel Ana bir annenin ötesinde severdi bizi, onun sarıldığı, kokladığı gibi, sanki annem bana öyle sarılıp koklamamış gibi gelirdi. Bizler onun evlatları idik, o Güzel Anamız’dı, daha ne ister ki insan olan.. İlerlemiş yaşına rağmen neredeyse her eylemdeydi, aramızda biz onu “eylem güzeli” diye severdik, o da bizi “ bebeğim” diye sever sarılırdı. Hep sorardık “Ana nasılsın?”, “Şu an iyiyim sonrasını bilmem” diyen, o ânı yaşayan Güzel bir insandı. Onu hepimiz çok özlüyoruz, toprak incitmesin doğa emanetine sahip çıksın…
Tablolar arasında iki erkek de var. Biri Hasan Ocak’ın babası diğeri de Tahir Elçi. Neden özellikle ikisini seçtiniz?
Evet, iki erkek var. Bu çalışmaya başlarken karşımıza nasıl bir sonuç çıkacağını tam bilemiyorduk tabii. Araştırdığımız kadarıyla dünyada bu haliyle fotoğraftan baskı olmadan tek-tek, ilmek-ilmek işlenen konulu bir çalışma yok. Belki de bir ilke imza atacaktık, bu da Cumartesi Anneleri/İnsanları için olmalıydı. Ve o sergiye gelen herkes, bilen bilmeyen karşısında bir Cumartesi Meydanı tarihi görmeliydi, biz de onu yapmaya çalıştık… 1995 yılında gözaltında kaybedilen Ocak Ailesi’nin olağanüstü çabaları ile kimsesizler mezarlığında bulunan oğlu Hasan Ocak’ın doğaya emanet edildiği töreninde , “Biz 58 gün boyunca Hasan’ın nikâhına hazırlanmışız meğer. Hasan’ı bulduğumuz gün Hasan’ımın düğünüdür!” diyen, oğullarının mezarı olduğu halde başka kayıplar olmasın diye o meydana iz bırakan Baba Ocak olmadan olmazdı. Öte yandan, yıllarca hukuksal her sorunumuzda yanımızda olan, faili meçhul cinayetlerle bizden koparılan hukukçularımızı temsil eden, kendisi de bir faili meçhul cinayete kurban edilen, ölüm haberi geldiğinde oturma eylemindeki Cumartesi Anneleri/İnsanları’nı ilk kez ayağa kaldırıp slogan attıran Tahir Elçi olmadan bu hikâye eksik kalırdı.
Eserleri ne kadar zamanda tamamladınız? Eserler üzerine çalışırken Cumartesi Anneleri’nin buluşmaları devam ediyordu. Neler hissediyordunuz?
Son 5-6 yıldır düzenli olarak onlarla birlikte olmaya, o büyük ve çıkar gözetmeyen ailenin içinde yer almaya başladık. Öyle ki birçoğumuz gibi cumartesileri iple çeker hale geldik. Bu çalışmaya 1 yıl önce başladığımda düzenli gidememeye başladık, tezgâhta iğneyi-ipliği bırakıp gittiğimiz haftalarda her gün onları karşımda görmenin, hikâyeleri ile hemhal olmanın verdiği acıyla oradaki her karşılaşma, okunan her metindeki gerçekliğin beni ne kadar doğru bir şeye niyet ettirdiği konusunda daha da kamçıladığımı hissettim. Bir yıl, günde ortalama 15-16 bazen 20 saat yapılan 652.000 ilmekten oluşan bu çalışma, onların bana verdiği inat, sabır ve aşk olmasa üstesinden gelinebilecek bir çalışma değil sanırım. Son tablo olan Plaza de Mayo Anneleri’nden Nora Cortinas’da son ilmeği attığımda içimde bir boşluk hissedecektim. Hâl böyle olunca “son ilmek” değil, belki de yeni çalışmalar için, insan olmanın olmaya çalışmanın “ilk ilmeği” gibi düğüm atmadan, ucunu bağlamadan bırakmalıydım, öyle de yaptım…
Serginiz annelerin ilmek-ilmek ördüğü mücadeleyi, ilmek-ilmek örerek bir kadınlık direncini, kararlılık ve gücünü görünür kılıyor. Özellikle “örmek” ediminin böyle bir çağrışımı var. Hayatı örmek, mücadeleyi örmek, sabırla örmek… Bu bağlantı gerçekten çok etkileyici… Kadınların direnç ve sabrı hakkında, Cumartesi Anneleri’ni takip eden bir yurttaş olarak ne dersiniz.
“İlmek-ilmek”, sanırım işin sırrı bu sözcükte. Kadının mücadele azmini, direncini, kararlılığını ve gücünü anlatan sessiz bir çığlık… Cumartesi Anneleri bu topraklarda mücadeleyi, direnci, aşkı ilmek-ilmek örmenin sessiz çığlığının en canlı örneğidir. İlmek atarken tek başınasındır ama bittiğinde o artık kamusal alana çıkmıştır ve bir mesajı vardır. Kadınlarımız yüzyıllardır bu ilmekleri hep bir mesaj için kullanmadı mı, kâh bir yemeni oyasında, kâh bir duvar işlemesinde, kâh bir yöresel kıyafette… Ben de bir kadın olarak bu mücadele azmini en iyi “ilmek” ile anlatabilirdim, kayıplar ve yakınlarına “bir ilmek” faydam olmuşsa ne mutlu bana…
Saliha Hanım, emeğinize sağlık! Bu ülkede vicdanların ilmek-ilmek dokunmasına, birbirimize dokunmaya ve anlamaya çok ihtiyacımız var.
Burada önemli olan “ben” değilim, bu sese ses katıp çığlık olmak sağır kulaklara, görmeyen gözlere ulaşmak vicdanlı herkesin yapabileceği bir çalışma, katkı muhakkak vardır. “Tek başıma ne yapabilirim?” demeden, tek kişinin çok kişilere dokunabileceğini unutmayalım… Bu ilmekler sizinle de birbirimize dokunmamıza vesile oldu. Adil bir toplumda huzur ve barış içinde birlikte yaşamanın yolu geçmişle yüzleşmek ve hesaplaşmaktan geçiyor. Hesaplaşmanın ilk koşulu ise gözaltında devlet korumasında olması gerekirken kaybolan-kaybedilen insanların akıbetidir. Bu politik ve etik yüzleşme yapılmadan, bir avuç kemiğe razı edilen Kayıp Anneleri ve yakınları orada iken, kapımı, penceremi ve kalbimi kapatıp sessiz kalarak bu insanlık suçuna ortak olamazdım. Emeğimle bir farkındalık yaratıp, annelerimize ses olmaya çalıştım… Bir “ilmek” katkım olduysa başım göğe, ellerim kalbime erer… Ben bir “ilmek” kadar aracıyım, siz de benim nezdimde Cumartesi Anneleri’ne ses oluyorsunuz, bu anlamda biz sizlere teşekkür ederiz…
*Arkadaşımız Ece Öztan’ın
Saliha Şanlı ile gerçekleştirdiği söyleşi