Arkadaşımız Ece ÖZTAN’ın Siyasal İletişim Uzmanı Dr. Gülfem SAYDAN SANVER ile yaptığı söyleşi.
Öncelikle pandemi süreci ile başlayalım. Pandemi süreci dünyada ve Türkiye›de siyasetin ve siyasal iletişimin kanalları açısından da yeni bir döneme mi işaret ediyor?
Pandemi süreci, hem siyaset hem de siyasal iletişim açısından birçok tartışma konusunu beraberinde getirdi. Demokrasinin ve kamusal alanın yeni bir inşa sürecinde girmesine tanıklık ediyoruz; dolayısı ile hem demokrasinin geleceği hem de kamusal alanın dönüşümü açısından riskleri ama aynı zamanda fırsatları da beraberinde taşıyan yeni bir sürecin içinden geçiyoruz. Bir yandan, bireylerin içerisinde bulunduğu sağlık korkusunun kendini güvenlikte hissetme ihtiyacı ile birleşmesiyle kişisel verilerin gönüllü olarak paylaşıldığı ve dolayısı ile gözetleme politikalarının yoğunlaştığı bu süreç, maalesef otoriter rejimlerin ve populist liderlerin gücünü artırmasına neden oluyor. Diğer yandan, COVID-19 sürecinin artan dijitalleşme hızına farklı bir ivme vermesiyle mevcut sistemleri dönüştürme imkanı da tartışılmaya başlanıyor. Özellikle karar verme mekanizmalarına, siyasi süreçlere katılım ve hatta oy kullanma pratikleri açısından e-demokrasinin sunduğu imkanlar ile insanı merkeze koyan, daha eşitlikçi ve demokratik bir toplum vaadi de eş zamanlı olarak tartışılıyor. Dolayısı ile bir dönüm noktasından geçiyoruz ve vereceğimiz kararlar, yapacağımız eylemler demokrasinin geleceği açısından belirleyici olacak.
Bunu biraz daha açar mısınız? Pandemi sürecinde alınan önlemler demokrasiyi –bir anlamda- tehlikeye mi atıyor?
ABD’de 11 Eylül saldırıları yaşadıktan sonra güvenlik öncelikli bir siyasi anlayışın hakimiyetine girdik. O gün güvenlik gerekçesiyle alınan önlemlerin ve toplanan verilerin, bugün baktığımızda, içinden geçtiğimiz gözetleme çağının temelini oluşturduğunu anlıyoruz. O gün için bize aşırı gelen ama geçici olduğunu düşündüğümüz birçok uygulama, -örneğin ülke girişlerinde parmak izi vermek vs- bugünün standart uygulamalarına dönüşmüş durumda. Bugün de benzer bir süreçten geçtiğimizi düşünüyorum. Pandemi / sağlık gerekçesi ile kişisel verilerin toplanma, saklanma ve kullanılma süreçlerindeki belirsizliklerin kişisel hak ve özgürlükler boyutu ile de tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Örneğin, bugün cep telefonlarına yüklediğimiz Hayat Eve Sığar (HES) Uygulaması’nda toplanan verilerin ne kadar süre ile ve nerede saklandığına, kimlerin erişimine açık olduğuna dair herhangi bir bilgilendirme bulunuyor mu? Uygulama ile ilgili TBMM’de herhangi bir onay sürecinden geçildi mi; hatta herhangi bir tartışma yaşandı mı? Demokrasinin geleceği açısından bu konularda şeffaflık talep etmemiz hatta bu konuda ısrarcı olmamız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü artık biliyoruz ki, bu gibi veriler -seçim kazandırmaktan tutun- toplumu yönetmede ve hatta gözetlemede kull anılabilecek en büyük araç.
Önümüzde bir seçim olsa mesela bu dönemi siyasal iletişim açısından nasıl yönetmek gerekir?
Birçok ülkede seçim kampanyaları uzun bir zamandır veri odaklı olarak kurgulanıyor. Bizde de, her ne kadar veri kullanılmaya başlanmış olsa da, henüz veri odaklı seçim kampanyaları dönemine girdiğimiz söylenemez. Ama size net olarak söyleyebilirim ki, önümüzdeki dönemde veriyi etkin kullanan kampanya başarının sahibi olacak. Veri kullanımının sadece dijital hatta sosyal medya kullanımı için gerekli olduğu gibi yaygın bir yanlış kanaat var. Oysa başarılı seçim kampanyaları matematiksel bir hesaplama ile başlar. İktidar olmak için kaç oy almam gerekli, benim taban oyum kaç, kazanmam gereken yeni seçmen sayısı kaç, dönüştürmem gereken seçmen sayısı kaç, rakibimin taban oyu kaç?… Ve sonra daha önemli sorular gelmeye başlıyor. Kim bu seçmen? Nerede bu seçmen? Ona ulaşmamın en etkili yolu ne? Onun öncelikleri neler? Vermem gereken mesaj ne? Bu soruların cevaplarını sağlıklı bulmak istiyorsak, veri sahibi olmamız gerekiyor. O halde, ne kadar çok veri, o kadar mikro hedefleme imkanı! Unutmamamız gereken en temel nokta, seçimlerin kişisel olduğu. Kampanyanız o seçmenin hayatına, önceliklerine, hayaline, kızgınlığına vs ne kadar yakından dokunabilirse o kadar başarılı olabilir. Bu noktada sözü sizin önceki sorularınıza bağlayacak olursam şunu söyleyebilirim: İşte bu nedenle, bu dönemde toplanan verilerin ne kadarsüre ile saklanacağı ve kimlerin erişimine açık olacağı son derece önemli bir konu.
Muhalefetin siyasal iletişimine ilişkin konulara gelmek istiyorum. İktidar her gün bir olay yaratırken, gündem oluşturmak ve yeni bir iletişim kurmak nasıl mümkün olabilir?
Seçmen hiçbir zaman takipçi görmek istemez. Lider olmak istiyorsanız gündeme de hakim olmalısınız. Seçmenler, her ne kadar son aşamada birey olarak oy veriyorsa da, biliyoruz ki insanlar sosyal varlıklar ve düşünme hatta ikna süreçleri de sosyal / toplumsal bağlamdan etkileniyor. Yaşadıkları şehir, mahalle, izledikleri TV kanalı, kullandıkları iletişim araçları; kısaca içinde bulundukları “hikaye” onların mesajı algılama biçimini değiştirebiliyor. Duydukları bir mesajı değerlendirirken, o mesajı iletenin kendine benzeyen kişiler, güvendikleri kanaat liderleri olup olmadığı ve tabii ki mesajı kim tarafından, nerede ve ne şekilde iletildiği önem taşıyor. Bu aşamada yurtdışındaki kampanyalar üzerine yapılan birçok araştırma bize gösteriyor ki, halen yüz yüze iletişimden daha etkili bir iletişim yok. Tanıdığınız bir kişinin sizi yüz yüze iletişim ile ikna edebilme şansı TV’de veya dijital platformda gördüğünüz her türlü reklamdan daha yüksek. ABD Başkanı Donald Trump’ın Covid 19’a rağmen saha çalışmalarına başlaması hatta kendisinin bile sahaya inmesinin ana nedeni de işte budur. Hem sahada hem de dijital platformlarda “Yerel toplulular oluşturmak” bu nedenle çok önemli. Bu nedenle, muhalefet en temel gerekliliklerden biri, dijital varlığının yanı sıra sürekli sahada olmak ve doğru seçmene doğru mesajı iletmek. İktidar her ne kadar sürekli gündem yaratmaya çalışsa da seçmenlerin temel öncelikleri var ve muhalefetin kendi gündemi işte bu öncelikler olmalı. O, bu öncelikler doğrultusunda mesaj oluşturmalı. Doğru mesaj, popüler olanı söylemek değil aksine söylenmesi gereken konuyu popüler yapabilmektir. Burada unutulmaması gereken nokta şudur: Verilen mesajların siyasi göndermesi yoksa, siyaseten geri dönüşü de olmayacaktır.
İktidarın CHP›li belediyelerin yurttaşa yardımlarını engellediğini geniş kitlelere nasıl anlatmak gerekir? Örneğin İstanbulluların bir kısmı, Marmaray –Ulaştırma Bakanlığı’na bağlı olduğu halde- bilet fiyatının artmasının İBB kaynaklı olduğunu düşünebiliyor. Bu gibi konuların aktarılması ve yaygınlaştırılması için nasıl bir yol izlemeli?
İletişim çalışması bir bütün ve özellikle bizim gibi yalan haber yayılma hızının yüksek olduğu bir ülkede 360 derece iletişim yapmak, sürekli yapmak ve vermek istediğiniz mesajı çok sık tekrar etmek gerekiyor. Unutmamalıyız ki, sadece biz değil rakibimiz de iletişim yapıyor ve dolayısı ile seçmenler çoğunlukla farklı mesajlara maruz kalıyor. Kaldı ki, iletişim araçları o kadar çeşitlendi ki, her seçmen kendi kanalında ve çoğu zaman muhalefetin mesajlarını görmüyor bile. Bu nedenle, muhalefetin farklı kanallara ulaşabiliyor olması gerekiyor. Saha çalışmalarından zaten bahsettim; ama buna ilaveten dijital platformları, sosyal medyayı da çok iyi kullanabiliyor olmak gerek. Seçmen nerede ise sizin de orada olabilmeniz gerekiyor. Bugün doğru veri kullanımı ile bunu yapmak mümkün. Büyükşehirlerin CHP’ye geçmesi, CHP hatta muhalefetin bütünü açısından çok büyük bir avantaj oluşturdu. Seçmene mesajınızı iletmek istiyor ve onların sizi duymasını sağlamak istiyorsanız, seçmenle önceden bağ kurmalısınız. Belediyeler, işte bu bağı kurabilmek için sınırsız fırsat taşıyor.
Son dönemlerdeki “Kemalizm/Atatürk” konusunu kendi içinde köpürtmek CHP açısından bir iletişim sorunu değil miydi? Ne düşünüyorsunuz?
Son derece gereksiz bir tartışmaydı. CHP İl Başkanı’nın, kaldı ki İstanbul’un alınmasında en başından beri ana aktörlerden biri olmuş ve hem partisine hem de onun kurucu değerlerine olan inancını defalarca göstermiş bir siyasetçinin, bir cümlesinden yola çıkarak tartışma açmanın bir partiye ne gibi faydası olabilir? Son dönemde oy kaybetme trendine girmiş ve iki yeni parti kurulması ile de bölünen, zayıflayan bir Adalet ve Kalkınma Partisi imajı karşısında bütünleşen ve büyüyen bir Cumhuriyet Halk Partisi imajı çizmek varken bu tarz iç tartışmalar seçmeni yormaktan öteye gidemez.
Değerli Hocamız Prof. Dr. Taner Timur, geçtiğimiz günlerdeki sosyal paylaşımlarında, çok yerinde bir saptama ile “kutuplaşma” kelimesinin Türkiye’de yaşananları yansıtmaktan uzak aldatıcı bir kelime olduğunu, sanki birbiri ile “kutuplaşan” iki dengeli güç varmış yanılsaması yarattığını vurguluyordu. Oysa Hocamızın da altını çizdiği gibi ortada, insan haklarını hiçe sayan, yargı bağımsızlığını ayaklar altına alan, yolsuzlukları örtbas eden bir iktidarla, ona direnen adalet ve özgürlük güçleri var. Ne dersiniz bu türden siyasal dağarcığımızı ören kelimelerden mi başlamalı değişime?
Hocamızın saptaması çok değerli ama kutuplaşmasının olabilmesi için güç dengelerinin eşit olması şart değil. Güçlerin dengesiz olduğunun bilinci ile bu kutuplaşmanın önüne geçmek gerekiyor. Dünyanın farklı coğrafyalarında popülist liderlerin en sık kullandığı yöntemlerden biri, halkı kutuplaştırmak. Kutuplaşan toplumlar, liderlerin kendi seçmenini konsolide etmesini kolaylaştırdığı gibi karşı seçmenin kulaklarını da size karşı tıkamasını sağlıyor.Siz “Öteki” olduğunuz müddetçe seçmenin sizi duyması zor. Diğer yandan kutuplaşan toplumlarda sorunlar “Öteki” üzerinden açıklandığı için problemlerin ana nedenleri, liderlerin başarısızlığı, sistem tartışmaları gibi konuların da üzeri kapanmış oluyor. Muhalefetin yapması gereken; bu kutuplaşmanın üzerine çıkabilmek ve seçmene başka bir bakış açısı, başka bir vizyon, bir birliktelik gösterebilmek. Diğer yandan ülkede her olan biteni de kutuplaştırma ile açıklamaya çalışmak ve kutuplaşmanın bir parçası olmamak için siyaset yapmaktan kaçınmak da yanlış. Muhalefetin, kendi söylem ve sembollerini üretmesi lazım.
Solun Türkiye toplumunun sorunlarını çözebileceğine ve daha iyi “yönetebileceğine” ilişkin bir siyasal iletişime ihtiyaç var. Bu konuda neler düşünüyorsunuz? Son neden müzmin muhalefet olarak etiketleniyor? Eksik olan nedir?
Sol partiler, iktidar olmak istiyorlarsa, kriz anlarını iyi değerlendirebilmeliler. En temel eksikliğin bu olduğunu düşünüyorum. İktidar, ihtiyacı olduğu zamanlarda, “ulusal çıkar” başlığı altında muhalefetin farklı söylem üretmesini engelleyebiliyor. Kriz anlarında tüm partilerin ortak bir dil kullandığını görüyoruz. Dolayısı ile muhalefet farklılığını ortaya koyabileceği, başka bir çözümün mümkün olabileceğini gösterebileceği fırsatları kaçırıyor. Siyaset; hedef koyarak, sembol ve söylem üreterek seçmenle bağ kurmaktır. Bunları üretmeden rakibe destek vermek, rakibin siyasetini meşrulaştıracağı gibi muhalefeti değil rakibinizi büyütür. Muhalefet, kendi söylemlerini pekiştirmeli ve seçmeni siyaseten bir pozisyona yönlendirmeli. Daha önce de söylediğim gibi, kutuplaşmanın parçası olmayayım derken siyaset üretemez pozisyona girmek sadece rakibi büyütür.
Umut temelli bir iletişim gerekli hepimize. Ancak bu kadar öfkeliyken nasıl olacak?
Unutmamak gerek ki, son dönemde dünyadaki birçok seçim sonucunu etkileyen ana faktör, kızgın seçmenlerin varlığı. Kızgınlığı örgütlemek ve sandığa yöneltebilmek başlı başına bir başarı. Kızgın seçmenler değişim yanlısı oluyor ve bu doğrultuda oy kullanıyor.Bizde genelde seçmen ne zaman kızgın olsa bile bir şekilde korkutularak içe kapanması sağlanıyor. Korku, seçmeni var olan düzen tarafında tutan bir duygu halidir. Korkan seçmenlerin çoğunlukla iktidar yanlısı oy kullandıklarını gözlemleyebiliyoruz. Var olan memnuniyetsizlik durumuna katlanmak; belirsiz bir gelecekten, yani daha kötü olabilme ihtimali veya elindekini de kaybetme riski nedeni ile daha az ürkütücü gelebiliyor. Dolayısı ile asıl yapılması gereken, öfkeyi dindirmeye çalışmak değil öfkeli seçmeni, -ona başka bir geleceğin mümkün olduğu hayali kurdurtarak- örgütlemek ve sandığa götürebilmek.