Arkadaşımız Ece ÖZTAN’ın gazeteci Bahadır ÖZGÜR ile yaptığı söyleşi.
Bu sayımızda gazeteci sevgili Bahadır Özgür ile bir söyleşi gerçekleştiriyoruz. Bahadır ile Susurluk kazasının meydana geldiği 1996 yıllarında aynı üniversitede öğrenciydik. Biliyorum ki Bahadır o günlerden bu yana, Türkiye siyasetinin de, siyasetin tam orta yerinde akan karmaşık ve ürkütücü ilişkilerin de takipçisi. Bu alanda çok iyi bir gazetecilik örneği sergiliyor. Kamu-özel işbirliği projelerinden, enerji sektöründeki batık kredilere, alım garantili ihalelerden, SGK yolsuzluklarına ve dahası havuz şirketleri ve paranın akışı ile siyaset arasındaki karmaşık ilişkileri birbir takip ediyor. Dahası, yazıları ile bu düzeneğin tarihsel, uluslararası ve siyasi tüm bağlantılarını ortaya koyuyor.
Bahadır, Sedat Peker videoları ile bu düzeneğin yeniden tartışılmaya başladığını görüyoruz ama bu tartışmalarda olaylar arasında kaybolup, düzeneği ve siyasal akla gömülü sürekliliği gözden kaçırmamak için biraz resme uzaktan bakalım mı? Nedir bu kanalizasyon patlaması?
Sedat Peker’in videoları ile beraber ortaya çıkan ilişkiler ağı, olayların bize sunduğu manzarada hem bir süreklilik hem de geçmişe nazaran büyük farklılıklar söz konusu. Bir süreklilik var çünkü; Peker’in kendisi de dahil 40 yıldır bir şekilde devlet-çete-siyaset ekseninde aşina olduğumuz aktörleri, daha da önemlisi benzer nitelikteki ilişkileri görüyoruz. Zaten bu süreç mesela, Susurluk olaylarının merkezinde yer alan Mehmet Ağar gibi isimler ve Uğur Mumcu, Kutlu Adalı gibi cinayetlere dair ifşaat ve bilgilerin verilmesiyle başladı. Keza uyuşturucu trafiğinin de tıpkı 90’larda olduğu şekliyle devlet-siyaset evreninin bir parçası olarak devam ettiğini de öğrenmiş olduk.
Ama bu süreklilik, daha doğrusu bahsettiğimiz aktör-olay üzerinden görülen süreklilik, bugün karşımıza çıkanları anlamak konusunda ciddi bir yanılgıya da beraberinde getirebilir. Daha anlaşılır ifade edeyim; geçmişle bağlantı dediğimizde aynı isimlerle, olaylarla karşılaşmayı kastetmiyorum. İktisadi ve siyasi rejimin dönüp dolaşıp bu dinamikleri yeniden üretmesi, üretmeye mecbur kalması.
Bu düzenekte süreklilikler olsa da AKP döneminde değişkenlik gösteren dinamikler neler? Aktörler, güç ilişkileri bakımından nasıl bir değişim var? Bunu hem ulusal hem de uluslararası aktörler açısından soruyorum.
Ben açıkçası bu sorduğunuz sorudaki “bugünkü farklılığa” daha fazla önemsiyorum. Nedeni de Susurluk olayları ile daha da görünür olan ve esasında Türkiye tarihinde çok daha eskilere uzanan, “derin devlet” olarak popülerleşen devlet mekanizması; her dönemde sermaye kesimlerinin, iktidarların ihtiyaçları, toplumsal sınıflar arasındaki güç dengesi ve çatışması zemininde yeniden ve yeniden şekilleniyor, yeni biçimler alıyor. Bu yeni biçimi, uluslararası güç dengeleri ve çatışması da doğrudan etkiliyor. Yani, yine popüler ifadeyle tekrarlarsak, “derin devlet” dediğimizde sürgit aynı aygıtı anlamak hata olur diye düşünüyorum.
50’lerde, 60’lardaki biçimiyle 70-80’lerdeki, 90’lardaki biçimi değişkenlik gösterir. Daha yakın geçmiş olması bakımından örneğin 90’larda, Kürt siyasi hareketinin etkili bir yükselişi olması ile bu meselenin konumlanışı, amacı bambaşka bir düzeye erişti. Aydın kırımı, kontrgerilla faaliyetleri ve özellikle polis ve jandarma içindeki özel birimlerin merkezinde olduğu bir faaliyet öne çıktı. Haliyle onun doğurduğu sonuçlar da farklıydı. Bugün ise Suriye’ye, Libya’ya müdahale, önce tek parti ardından tek iradeyle temsil edilen başkanlık rejiminin ihtiyaçları; o rejimin yarattığı yeni iktisadi gelişmeler, sonuçlar devlet aygıtını da buna paralel şekillendirdi. Bugün özel bütçelerle bir takım “özel birimler” ve ona bağlı kimi “sivil” unsurlar değil; bölgesel askeri müdahalelerin ürünü olan yapılanmalar, daha açık silahlı-silahsız bürokratik kadrolar ve hatta aleni şekilde yargı ile bunlarla son derece iç içe geçmiş yeni sermaye kesimlerinin bir siyasi partinin çatısı altında faaliyet göstermesine tanık oluyoruz. Parti devletinin eksiksiz bir tablosu var. Haliyle kontra yöntemler yerine, açık ve topyekün bir baskı uygulanıyor. Yani legal alanla yasaların çizdiği sınırın ötesindeki gri alan o kadar da ayrı görünmüyor. Bir benzetme yaparsak eğer; devlet 90’larda kendi meşruiyetini dayandırdığı yasal alan dışında faaliyet yürütürken “aparatlar”a ihtiyaç duyardı. Şimdi neredeyse devletin kendisi ve onun bürokratik ve yönetim aygıtını tamamen hakimiyetine almış siyasi iktidar yasadan, denetimden azade. Konuştuğumuz konuyla alakasız görünen bir örnek, esasında her şeyi anlatıyor. Devletin gelir yaratan tüm iktisadi faaliyetlerinin, hiçbir kurumsal ve yasal denetime tabi olmayan, bunun da ötesinde sadece tek imzaya tabi Varlık Fonu bünyesine alınarak karartılması, nasıl bir yapının oluştuğunu özetliyor.
Bu zeminde bakarsak eğer; bugünkü ilişkiler ağı, ortaya dökülen suçlar, faaliyetler tam da böyle bir siyasi rejimi sürdürmek için gerekli pratiklerin sonuçları diyebiliriz. Başkanlık, maliyetli bir rejimdir. Ve nasıl ki tek parti iktidarını dürdürebilmek için sürekli işleyen bir iktisadi dağıtım mekanizmasına ihtiyaç duyulmuşsa; Başkanlık rejiminin de temelini sürekli bir kaynak akışı oluşturuyor. Benze tam burası yaşadığımız süreci kalbi.
AKP’nin ekonomi politikasının temeli, kaynak dağıtımını mümkün olduğu en geniş kesime, mümkün olduğunca fazla yapabilmeye dayanıyordu. Özelleştirme, aşırı iç ve dış borçlanma ile yerel yönetimlerin ve merkezi bütçenin kamu ihaleleri ile istenilen yere, istenilen hızda transferi kesintisiz devam etti, ediyor da. Burada ağırlıklı kamu bankaları eliyle ve 2010’lara kadar sosyal yardımlarla, TOKİ aracılığıyla kentsel imar rantlarından paylar vererek vb. politikalarla aşağıdaki tabanı da mümkün olduğunca tutuldu. Tek parti rejiminin ekonomi politik temeli buna oturuyordu. Ve bunun sürmesini sağlayan da uluslararası konjoktürün başka hiçbir iktidara tanımadığı avantajlardı; kısaca bol para dönemiydi.
Ama bir süredir bu konjonktür, ABD Merkez Bankası’nın faiz kararları ile terse dönmeye başladı, işte o zaman rejimin işleyebilmesi için gerekli olan iktisadi kaynakların kanalları de değişmeye başladı. Kaba bir milat verirsek; bu 2015 sonrası dönemdir. Nitekim 2000-2007 IMF-AB çıpalı restorasyon döneminden sonra başlayan dış finansman kaynaklarına dayalı hızlı büyüme süreci, 2015’lerde terse döndü ve 2018 krizi ile nihayete erdi. İnşa edilmeye çalışılan başkanlık rejimi için ihtiyaç duyulan kaynak bu sefer “kapı pencere” açılarak sağlandı. Yani uyuşturucu gelirinden silah kaçakçılığına, petrol-gaz ticaretinden kara paraya kadar aklımıza gelebilecek her yoldan ülkeye para girişi sağlandı. Bunun yasal zemininin de gayet istikrarlı biçimde oluşturulduğunu ekleyelim. 7 kez “varlık barışı” yasası çıkarılması; bunlardan üçünün ama özellikle 2016’dakinin eşi benzeri görülmemiş niteliğe sahip olması önemli. O yasa için muhalefet net biçimde, “bu yasa Türkiye’yi kara para cennetine çevirir” demişti. Sonuçları görüyoruz.
Bu değişim hali hazırda kamu ihaleleri, yerel yönetimlerin kaynakları üzerine kurulu yolsuzluk ağını, uluslararası kaynaklarla daha da genişletti ve bölgeselleştirdi. Dolayısıyla biz şu an, yolsuzluk, suç ekonomisi vb. kavramların yetersiz kaldığı; sadece rüşvetçi, mafya ile iş tutmuş emniyetçiler, bürokratlar, yargı mensupları, bakanlarla sınırlı kalmayan ilişkiler ağından aslında başkanlık rejiminin aynasına bakıyoruz.
Son günlerde yargı, medya, bürokraside şaşırtıcı şeyler de oluyor. Viranşehir Savcısının çıkışı, Anadolu Ajansı muhabirinin bakanlara yönelttiği sorular, Süleyman Soylu hakkında suç duyurusu, İstinaf Mahkemesi’nin Mehmet Ağar Mehmet Ağar, İbrahim Şahin ve Korkut Eken’in olduğu 19 sanığın, faili meçhul cinayetlerden yeniden yargılanmasına karar verişi… Tüm bunlar çatlaklar, siyasal iktidarın gidişinin ön belirtileri olabilir mi? Sen nasıl değerlendirirsin bu çatlakları?
Bu çatlaklar veya bundan sonra ortaya çıkacak olanlar hukuki mekanizmanın işlemeye başlamasından ziyade, iktidarın az önce anlatmaya çalıştığım ekonomi politik zeminin çözülmesi, çözüldükçe de şimdiye kadar kaynak akışının sağladığı göreli istikrar durumunun, kaynaklar kesildikçe bozulmasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu çözülüş; bazen siyasi klik çatışması olarak, şimdiye kadar çatışma yaşamamış çetelerin birbirlerine yönelik tasfiye girişimleri olarak veya bürokraside, iktidar partisi içindeki çekişmeler, itibarsızlaştırmalar vb. olarak tezahür ediyor. Yargıdaki kararların da böyle olduğu kanısındayım. Oraya kim hakimse diğer tarafın aleyhine işletebiliyor. Zaten yakın zamana kadar bildiğimiz iktidar içi klik çatışması şimdi daha da hızlanacak ve bunun AKP-MHP koalisyonuna doğru bir yarık açmaması sürpriz olur.
Örgütlü suç siyasetin önemli bir aktörü olarak oldukça geniş bir kaynağa el koyuyor. Meselenin kriminal boyutunun dışında ekonomi, kamu kaynakları, bölüşüm ve nihayetinde piyasa ilişkilerinin tam merkezinde olan bir yanı var. Yazılarında bu meseleye çok kapsamlı yaklaştığını biliyorum. Bunu tartışmak için siyaset bilimi, ekonomi alanında yeni kavram setlerine ihtiyacımız var sanki.
Latin Amerika bağlamında örgütlü suç-siyaset ilişkisi üzerine çalışmalar yapan Nicholas Barnes bu ilişkiyi karşılıklı rekabet ve işbirliğinin düzeyine göre sınıflandırıyor. Örgütlü suç ile devlet arasında yüksek bir rekabetin olduğı formu Yüzleşme, düşük bir rekabetin olduğu formu “yaptırımdan kaçınma”, düşük işbirliğine ilişkin formu “İttifak” ve yüksek işbirliği formunu “entegrasyon” olarak adlandırıyor. Bu kategorileştirme içinden Türkiye’de örgütlü suç-devlet ilişkilerini tarihsel olarak bakmak açıklayıcı olabilir mi?
Türkiye için en uygun tanım sanırım “entegrasyon” olurdu. Çünkü bugün çete-mafya-siyaset olarak formüle ettiğimiz olaylar, sadece devletin toplumsal muhalefete karşı reflekslerinin, uluslararası ilişkilerdeki konumunun getirdiği ihtiyaçların -NATO-Gladyo gibi- ürünü olmaktan ziyade; bizatihi başkanlık rejiminin ihtiyaçlarının, hatta varolma çabasının ürünü olarak görünüyor. Haliyle Türkiye’nin 1980’lerde başlayan ve hiç de yumuşak geçmeyen neoliberal yapılanmasının tamamlandığı bir dönem olarak 2002 sonrasının siyasi ve iktisadi rejimiyle, bu meseleler sembiyoz halindedir.
Nasıl ki inşaata ve krediye dayalı ekonomik büyüme 5’li çete diye anılan sermaye gruplarını ortaya çıkarmış ve kamu kaynağı sayesinde inşaat üzerinde üzerinde bir kartele dönüştürmüşse; enerjide, savunma sanayiinde de benzer yapılar oluştu. Kartelci bir parti, kartelci bir iktisadi model yarattı. Ve bu değişim bir takım illegal yollarla olmadı.
Yolsuzluk olduğunda Romalı tarihçi, hukukçu, senatör olan Cornelius Tacitus’un şu sözü sık anımsanır: “Devlet ne kadar yolsuz olursa, kanun sayısı da o kadar fazla olur.” AKP dönemini en iyi anlatan da bu. Zira, AKP iktidarını kendinden önceki diğer tüm iktidarlardan farklı kılan karakteristik özelliklerinden birisi; ekonomik rant yaratma ve bunu bölüştürme faaliyetini hukuki boşlukları kullanarak değil de; bizatihi hukuku kullanarak yürütmesi.
Yani Türkiye uzun bir hukuki, siyasi, iktisadi değişim yaşadı. Şimdi bütün bu ortaya çıkan suç ekonomisini ve yapılarını bundan azade düşünebilir miyiz?
Süreklilikleri görünce aslında derin bir umutsuzluk peyda oluyor hepimizde. Sanki aktörler değişiyor yalnızca. Susurluk kazası sonrası ortaya saçıp dökülen onca şeyden sonra, suç-siyaset ilişkisini değiştirecek pek bir şey olmadı yani. Umutlanmak için neye ihtiyacımız var?
Bugün Susurluk’tan çok farklı bir durumla karşı karşıyayız. İlki; devletin bir takım yasadışı faaliyetlerine dair güçlü bir delil oryaya çıkmadı. Yani derin devlet ne durumda tahmin ediyoruz; lakin, tam bilemiyoruz. Artı, Susurluk olayları çözülmedi ama siyasi ve iktisadi bir yapılanmayla halkın aleyhine bir şekilde aşıldı. Orada nispeten toplumsal güçlerin mücadelesine rağmen bu kavga kazanılamadı.
Bugün ise bizzat başkanlık rejiminin yarattığı bir tablo duruyor. O nedenle her yerden dağılıyor, karmaşık ilişkiler çıkıyor. Hatta çoğu yasadışı dahi değildi düne kadar. Yani bugün tartışılan şey devletin bir takım gizli yapıları ve faaliyetleri değil, dolayısıyla mücadele de oradan şekillenmiyor. Doğrudan başkanlık rejiminin ekonomi politik kolonları çöktüğü, çözüldüğü için tartışmalar ve doğal olarak muhalif siyaset bu hedefle hareket ediyor. Bu iyi bir şey, kötü olansa Susurluk’ta olduğu gibi bugün de devletin kurumsal yapısının değişmez çekirdeği yine bir mistik tülün ardında kaldı.