Yakın tarihimiz Türkiye siyasetini şekillendiren belli başlı dönüm noktaları, sıçramalar görmüştür: 12 Eylül Faşizmi ve ertesinde gelen tasfiyecilik; darbe sonrası Kürt hareketine yönelik itibarsızlaştırma politikaları ve –bir nebze de olsa- bunun bir sonucu olarak şiddet ortamının 30 yıldır siyasetimize hakim olması; şiddet ortamının körüklediği kimlik siyaseti; 1990’ların güvenlikçi devlet anlayışı, faili meçhuller, asker üniformalı başbakanlar…
Yaklaşık 30 yıldır devlet, bildiğimiz devlet. İktidar, merkez sağdan siyasal İslam’a el değiştirse de, ceberrut yapısı biçim değiştirerek devam ediyor. Eskiden muhalifler, devrimciler karakollarda polis tarafından öldürülürken şimdi karakola alınmadan sokakta öldürülüyor. Gitti DGM, geldi Özel Yetkili Mahkemeler. 1996 Gazi Ayaklanması’na panzerlerle, 2013’te Gezi Direnişine TOMA ile cevap veren devlet aynı devlet.
Devlet aynı devlet; ancak siyasal iktidar, baskı kapasitesi ve kapsama alanı itibariyle kendinden öncekilere göre “usta”laşmış, daha profesyonel hale gelmiştir. Devlet geleneksel olarak Kürtleri, Alevileri, azınlıkları, işçi sınıfını ve sosyalistleri baskı altına alırken, yeni sahibinin tercihi doğrultusunda bir kesimi daha ekledi listeye: “laikler”. 9 Temmuz 2012 tarihli Milliyet Gazetesi’nde Kadri Gürsel’in yazdığı üzere “Devlet kati biçimde el değiştirdi. Ve laiklerin onu eski haliyle geri alma şansı yok. Dolayısıyla bu devlet üniter olsa ne fark eder, olmasa ne fark eder? Özgürlüklerine ve yaşam tarzlarına musallat olanların onları Ankara’dan keyfince yönetmesi artık bu sınıfların menfaatine aykırı…”
“Faşizme karşı birleşmeyenler, faşizmin zindanlarında buluşurlar!” (Bertolth Brecht)
Türkiye’de seküler Batılı taban, anadilde eğitim ve ademi merkeziyetçilik gibi konuları bilimsel olarak kabul etmekle birlikte bölünme korkusunun dillerine pelesenk ettiği “ama”lardan kurtulamamaktadır. Bu korku, gelmeyen barışın da eksik demokrasinin de önemli bir nedenidir. Seküler kesim ile Kürt hareketi artık aynı sistem tarafından eziliyor. KCK, Balyoz gibi davalardaki hukuksuzluklar, davaların siyasal niteliği bunun en açık örnekleri. On yıllardır Kürt halkının şerbetlendiği devlet şiddeti belki de ilk ve en ağır olarak 29 Ekim 2012’de “kaygılı orta sınıfa” uğramış; bu kesimin, devletin zor gücünü sorgulamasını sağlamıştı.
Evet sorun bu; çözüm de bir birleşik cephe oluşturmaktan geçiyor. Milliyetçiliklerin etkisiyle birbirinden uzaklaştırılmaya çalışılmış bu iki halk nasıl birleşecek diye düşünürken yakın tarihimizin dönüm noktalarına büyük bir kavşak eklendi; Kürtleri, Alevileri, sosyalistleri, sosyal demokratları, aydınları, apolitik gençliği, laikleri, “kaygılı orta sınıf”ı, LGBT’leri bir araya getiren… Bu büyük kavşak; Gezi Parkı! Bu, Gezi’den Lice’ye, Gazi’den Harbiye’ye yakın tarihimizin en büyük dönüm noktasdır.
Tabular yıkıldıkça iktidarın yıkılmaz sanılan otoritesi darma dağın oluyor. İçki yasağına karşı çıkanla türban yasağına direnen, Türk Bayrağı’nı elinden düşürmeyenle BDP’li, LGBT birey ile Çarşı taraftarı… Hepsi bir arada, kendilerini karşısında birleştiren diktatöre karşı.
Bu, kendiliğinden gelişen, toplumun bütün kesimlerini içine alan bir antifaşist halk hareketidir. Ancak solun bundan daha fazlasına ihtiyacı var. Sol, seçim dönemlerinde geleneksel hale gelen boykot ve ortak aday çıkaramama tavrını sorgulamalıdır. Sosyalistler ve sosyal demokratlar birlikte kazanmak zorundadır. Başka bir çevre politikasını ve üretim-bölüşüm düşünü deneyimleme fırsatını, küçük farklılıklara ve kibire kurban etmemelidirler. Bu da yetmez; mücadele, seçimden seçime bir çıkar birlikteliğinden ortak gelecek kurma iradesine dönüşebilmelidir. Türkiye’nin sosyalistleri ve sosyal demokratları -biçim ve araçlarıyla- 21. yüzyılın yeni siyasetini birlikte oluşturmalıdır. Eskinin merkezci, öncü örgüt yapısı yerini kapsayıcı paydaşlıklara, taban esaslı demokrasiye bırakmalıdır. Solun belleğinde buna benzer ortaklıklar da vardır. Ancak düşmanı devirmek yetmez, yerine ne koyacağımız da önemlidir.
Gezi öncesi üzerine çok yazı çıkmasa da Türkiye’de müşterekler çoğalmış, “Yeni Türkiye”nin dinamikleri oluşmaya başlamıştır. CHP, taban baskısıyla daha solda söylemlerle öne çıkarken, daha soldaki hareketler de halkla buluşmanın kanallarını temel hak ve özgürlükler üzerinden yakalamaya çalışıyorlar. Halkevleri’nin “Halkın hakları var” kampanyaları; özellikle “Barınma hakkı” çalışması; 4+4+4’e karşı oluşan büyük ortak tepki zamanla sol hareketi söylemde yakınlaştırmış, ancak harekete dönüşen bir ortaklık oluşamamıştır. CHP demokrasi paketini, “gelin özgür, demokratik bir Türkiye’yi birlikte kuralım” sloganıyla duyururken ÖDP’nin yeni büyük kampanyasının adı da “Türkiye’yi yeniden kuralım” oluyor. Söylemde ve gezi parkı özelinde gördüğümüz hareketteki bu ortaklaşmayı göğüsleyebilecek, buna uygun önlemler alabilecek en büyük parti CHP’dir. Söylem bir noktaya kadar bu devrimci dinamiği sürdürse de -Can Yücel’in dediği gibi- mesele tüzük meselesi değildir.
Birçok sebebi olmakla birlikte Gezi Parkı bir temsil krizine işaret etti. Siyasi Partiler Kanunu ve seçim barajı, demokratik katılımın önündeki en görünür engeller. CHP, bu sorunu Gezi’deki siper yoldaşlarıyla birlikte çözmelidir. Ortak işler, ortaklaşılmış kampanyalar solu birleştirecek; halk nezdinde solun güvenilirliğini arttıracaktır. Bunun gerçekleşme olasılığı eskisinden daha fazladır. Kuvvetler ayrılığı, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, yaşanılabilir asgari ücret, laiklik gibi hayati önemde birleştirici konularda uzun vadeli birlikte mücadele yürütülmelidir. CHP’nin, bu yeni politika biçimini eski tip kadrolarıyla yönetemeyeceği açıktır. Buram buram bürokrasi kokan merkeziyetçi siyaset yapısı yerini alabildiğine yatay ve karar alma mekanizmalarının şeffaf ve katılımcı olduğu yeni örgütlenme biçimine bırakmalıdır.
Türkiye’nin yeni demokrasisinin temelleri Gezi’de atılmıştır. Forumlarda devam eden katılımcı yapısı, konsensus usulü karar alma süreci, atölyelerdeki iş ortaklığı gerçek bir demokrasi deneyimidir. Başta CHP, bütün sol hareketler bu deneyimlerden dersler çıkarmalı, örgüt biçimlerinin özeleştirisini verip yenilenmelidir. Başka çıkar yolu yoktur.
Türkiye solu kendini yenilemeli ve ortaklaşmalıdır. Bu; solun kadınlara, gençlere, çevreye karşı tarihsel sorumluluğudur. Aksi halde barbarlık kendini yeni biçimleriyle var etmeyi sürdürecektir.
İnan Dağdelen
Sosyal Demokrat Dergi Yayın Kurulu Üyesi
inandagdelen@gmail.com