Sheri Berman – Sosyal Demokratlar Dünyayı (Yeniden) Kurtarabilir mi?

Bu makale ingilizce orijinalinden Ankara Üniversitesi Doktora Adayı, Işık Üniversitesi Öğretim Görevlisi Onur Alp YILMAZ tarafından (onuralp.yilmaz91@gmail.com ) Sosyal Demokrat Dergi için çevrilmiştir.

“Komünizm ve demokratik sosyalizm bugünün siyasal bölünmüşlüğüne merhem olamayacaktır. Lakin, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından aşırılıklara engel olan sosyal demokrasinin bu bölünmüşlüğe merhem olabilir.”

Sosyalizm, bir yeniden diriliş sürecinin içindedir. Kamuoyu araştırmaları, özellikle gençler arasında olmakla beraber, onun artan popülaritesini gözler önüne sermektedir. Bernie Sanders ve Alexandria Ocasio-Cortez gibi popüler politikacılar, göğüslerini gere gere kendilerini sosyalist olarak tanımlamaktadırlar. Bunun yanında, basın ve aydınların bu mesele üzerinde tartışmayı sürdürecekleri de aşikar.

Sosyalizmin yeniden boy vermesinin ana nedeni kapitalizmdir – daha doğrusu, onun sebep olduğu olumsuz çıktılardır. Ekonomik gelişmişlik geride kalan on yıllarda yavaşlamış ve ekonomik varlık adaletsiz dağıtılmıştır: Amerika’da gelir eşitsizliği nüfus sayımlarının bu verinin izini sürmeye başladığı tarihten beri en yüksek seviyesine ulaşmıştır. Bunun yanında, Amerikan Merkez Bankası’na göre Amerikan toplumunun en zengin %1’lik kısmı neredeyse

orta sınıfının sahip olduğu servetin tamamı kadar serveti kontrol ediyor. Artan eşitsizlik, artan güvensizlik tarafından takip edilmiştir. Yale Üniversitesi Profesörü Jacob Hacker’ın altını çizdiği gibi, halk finansal temellerini kaybettikçe ve statü kaybettikçe gelir dalgalanması da arttı.

Küreselleşme ve teknolojide yaşanan dönüşümler, aynı zamanda, Batılı devletlerin vatandaşlarının kendilerinin ve çocuklarının gelecekleri hakkındaki kaygılarını artırmaktadır. Bunun yanında, toplumsal hareketlilik de, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde, “sahip olmak” ve “olmamayı” aileden miras sahibi olmak ya da olmamak kategorilerine dönüştürmekle tehdit etti. Dahası, bugünün sahip olmayanlarıyla sahip olanları arasında yalnızca, bu şekilde kalma olasılığı geçmişte olduğundan daha fazla olan, büyük bir ekonomik uçurum yoktur. Aynı zamanda, bugünün sahip olmayanlarının yaşam sürelerinin daha kısa olması, fiziksel ve zihinsel hastalıklardan muzdarip olmaları, alkol düşkünlüğü ve bağımlılığına yakalanma ihtimalleri ve birçok imkandan yoksun topluluklarla beraber yaşama olasılıkları çok daha yüksektir. Tüm bu gelişmeler, Batılı toplumlarda derin bölünmeler ve engeller yaratmaktadır ve bu tür toplumlar yabancı düşmanlığı, kutuplaşma ve popülizm gibi zararlı tohumların büyümesi için son derece verimli topraklara sahiptir.

Bugünün kapitalist düzeninin olumsuz sonuçları büyük ve yıkıcıdır. Ancak kapitalizmin bu etkileri yeni değildir. Ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonraki on yılların göreceli başarısı ve demokratik istikrarı nedeniyle Amerikalılar ve Avrupalılar yıkıcı kapitalizmin sebep olduğu kargaşa ortamını unutmuşlardır.

Açıkçası, 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında yaygın kanı kapitalizm ve demokrasinin uzlaştırılamayacağı yönündeydi. Birçok liberal ve muhafazakar[1] kitlelerin güçlendirilmesi halinde, demokrasinin John Stuart Mill’in tanımıyla “Çoğunluğun Tiranlığı”na dönmesinden korkuyordu –bununla birlikte (Onlara göre), James Madison’ın[2] dediği gibi “Kişisel güvenlik veya mülkiyet haklarıyla” uyumsuzdu. Lundwig von Mises, Friedrich Hayek, Milton Fiedman ve bazı diğer düşünürlerse ekonomik bağımsızlığa karşı tehditleri önleyebilmek için demokrasinin bir süre ertelenerek, otoriter liberalizmin çeşitli biçimleri lehine irade koymanın gerekli olabileceğini savunmuşlardır. Bu dönemde sosyalistlerin iddiasıysa kapitalistlerin demokrasiyi rahatça ıskartaya çıkartabildikleri yönündedir – 19. Yüzyılın sonlarında İsveçli bir sosyalist ve sendika lideri olan Fredrik Sterky’nin yazdığı gibi “süngülere başvururlar” – Yani kapitalistler, demokratik yolla seçilmiş bir hükümetin onların ekonomik ayrıcalıkları ve güçlerini sarmasındansa, “süngüleri” tercih ederler.

Ancak 1930’lar boyunca ve özellikle 1945’i takip eden yıllarda, Batı genelinde sözde bir büyük dönüşüm meydana geldi, demokrasi ve kapitalizm uzlaştırıldı. Bunun önemli nedenlerinden biri, ikisi arasındaki ilişkinin sosyal demokrat anlayışın bir zaferi olmasıydı. Sosyal demokrasi, sosyalizmin bir türü olmakla beraber, demokrasinin ikisini (sosyalizm ve kapitalizm) bir arada mümkün kıldığına olan inancıyla sosyalizmden ayrılır ve piyasaları düzenleyerek, vatandaşları pazarın istikrarsızlaştırıcı ve yıkıcı sonuçlarından koruyan toplumsal politikaları uygulayarak kapitalizmin yükselişlerinden faydalanmak ister.

Dünya şu anda kapitalizme ve sosyalizmin yeniden dirilişine karşı bir başka toplumsal tepkinin ortasında olduğundan için, bu durumda daha önceki dönüşümün neyi gerektirdiğini, üzerine inşa edilen sosyal demokrat ilkelerin diğer sosyalistlerin tercih ettiklerinden ne açılardan farklı olduğunu ve bunların bize neler söylediğini gözden geçirmeye değer görünmektedir. Ayrıca, bu değerlendirmeler bize bugün karşı karşıya olduğumuz sorunlarla ilgili de bir şeyler söyleyecektir.

19. yüzyılda kapitalizmin yayılması bir yandan görülmemiş bir ekonomik gelişme ve yeniliğe neden olmuş, diğer yandansa çarpıcı bir eşitsizliğe, toplumsal bozulmaya ve kültürel kargaşaya da neden olmuştur. Doğal olarak, bu yeni duruma karşı ciddi bir tepki de büyük bir hızla ortaya çıktı. Yüzyılın son on yıllarında, Karl Marks’ın düşünceleri kapitalizmin en güçlü eleştirisi olarak ortaya çıkarken; Marks, gelişen uluslararası sosyalist hareketin hakim ideolojisini ortaya koydu. Marksizm’in gücü, kapitalizmin doğası ve sonuçlarının sert bir eleştirisini yapmakla beraber, bunların kapitalizmi kaçınılmaz olarak çöküşe götüreceğine dair bir ikna yeteneğini birleştirebilmiş olmasından geldi.  

19. yüzyılın sonunda uzun bir kriz yaşanmasına karşın kapitalizm Marks’ın kaçınılmaz çöküş öngörüsüyle bağdaşan herhangi bir emare göstermedi. Bu durum, “ne yapılmalı?” sorusunu gündeme getirdi. Kapitalizm kendi kendine yok olmazsa, sosyalizm daha iyi bir dünyayı nasıl var etmelidir?

Bazıları kapitalizmin kendi kendine yok olmayacağını, sosyalizmin onu cebir yoluyla ortadan kaldırması gerektiğini savundular. Rus devrimci ve sonrasında Sovyet lideri olan Vladimir Lenin bu görüşün en önemli savunucusuydu ve onun metodunun mirasçıları komünist olarak adlandırılmaya başlandı. Ancak Lenin döneminde, birçok sosyalist Lenin’in bu cevabını reddetmiş ve sosyalizme barışçı ve demokratik yolla geçiş fikrine bağlılıklarını sürdürmüşlerdir.

Aynı şekilde demokratik kampta da bir bölünme vardı. Demokratik sosyalistlere göre, Marks’ın kapitalizmin çöküşünün yakınlığı konusunda hatalı tespitleri olmasına rağmen, kapitalizmin doğası gereği eşit olmaması ve işçiler ve yoksullar için yıkıcı sonuçlarının sonsuza kadar devam edemeyeceği ve sürmeyeceği konusundaki tespitleri haklıydı. Bu bakış açısına göre, kapitalizmin reformları sistemin özünü değiştirmediğinden, bu reformlar çok da kıymetli değildir. Örneğin bu cenahın en önemli temsilcilerinden biri, Polonyalı-Alman aktivist Rosa Lüksemburg’tur. Lüksemburg, sosyal demokrasi ve Leninist komünizme aynı uzaklıktadır. “Kapitalist sömürüyü azaltma” girişimlerinin başarısızlığa mahkum olduğuna inanıyordu, önde gelen bir Fransız sosyalist olan Jules Guesde, “yapılan reformlar, yalnızca hileleri çoğaltır” demiştir – onlara göre, kapitalizm var olduğu sürece işçiler her zaman sömürüleceklerdi.

Bir başka demokratik fraksiyon, sosyal demokrasinin öncüleri, kapitalizmin öngörülebilir gelecekte çökmek zorunda olduğu görüşünü reddetti. Sosyalizmin, kapitalizmi aşmaya çalışmak yerine, büyük üretken kapasitesinden yararlanırken yıkıcı amaçlardan ziyade ilerici hedeflere ulaşmak için çaba sarf etmesi gerektiğini savundu. Sosyal demokratlar reformcu olmakla beraber reformu kendi içinde, başlı başına, bir amaç olarak görmediler; daha geniş hedefleri vardı.

Sosyal demokratların erken döneminin en etkin savunucusu olan Alman bir politik teorisyen ve politikacı Eduard Bernstein, “Sosyalizmin nihai hedefi olarak adlandırdığı şey benim için hiçbir anlam ifade etmemektedir. Hareket her şeydir.” Bernstein’in kastettiği şey, soyut bir gelecek hakkında konuşmanın çok az değeri olduğu anlamına geliyordu; bunun yerine, amaç birikimli olarak daha iyi bir dünya yaratabilecek somut reformlar uygulamak olmalıdır.

Sosyalizmin son yüzyıldaki hikayesi komünizm, demokratik sosyalizm ve sosyal demokrasi arasındaki mücadele içinde yazılmıştır. Batıda bu mücadelenin şiddeti iki savaş arası dönemde zirve noktasına ulaşmıştır. Sosyalistler, Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte dönüşen yeni bir politik manzara ve Büyük Buhran’la beraber doruk noktasına ulaşan büyük iktisadi sorunlarla yüz yüze geldiler. Bu kaotik dönemin bir sonucu birçok vatandaşın acı çekmesine neden olan ideolojik aşırılıklardır. İdeolojik aşırılıkların ortaya çıkış nedeni vatandaşların ihtiyaçlarını demokratik hükümetlerin karşılayamamaları ya da karşılamak istememelerinin sonucunda, insanların yaşadıkları hayal kırıklıklarıdır.

Bu acı ve hayal kırıklığını görmezden gelmenin demokrasi ve sol siyaset için taşıdığı tehlikeleri kabul eden sosyal demokrat siyaset, solun en önemli amacının devletin reform yapmak ve hatta belki de kapitalizmi dönüştürmek için kullanması gereken bir araç olduğunu savundu. Demokratik sosyalistlerse, sosyal demokratların bu görüşünün uygulanması gerektiğini ya da bunun iyi bir düşünce olduğunu düşünmüyorlardı. Çünkü demokratik sosyalistler açısından, kapitalizmin özü reforme edilemez ve çöküşü kaçınılmazdır.

Bu dönemde, komünistler Büyük Buhranı sevinçle karşılamışlardır. Bunun nedeni, yıkılmasını kaçınılmaz olarak gördükleri demokratik-kapitalist sistemi zayıflatmasıdır. Doğrusu, en trajiği Almanya’da olmakla beraber, bazı olaylarda komünistler kapitalizmin bir an önce sonunu getirebilmek için faşistlerle ittifak kurmuşlardır. Nazilerle birlikte Alman parlamentosunu işlemez hale getirmek için ortak çalışmalarına ek olarak komünistler, Ekim 1932’deki güvenoyunda faşistlerle birlikte hareket edip hükümete güvenoyu vermemişlerdir. Bunun sonucunda mevcut hükümet düşmüş ve bunun ardından yapılan seçimlerle yeni bir dönem başlamıştır. Nihayetinde, 1932 Kasım’ında yapılan seçimler Adolf Hitler’i iktidara taşımış, Hitler de Avrupa’yı faşizme ve savaşa giden yeni menziline doğru taşımıştır. ABD’de de Roosevelt örneği de birçok açıdan Avrupalı sosyal demokratlarla benzer sonuçlara ulaşmıştır. ABD, Almanya’yla birlikte, Büyük Buhrandan en büyük zararı gören ülke olmuştur. ABD’de demokrasi, Avrupa’ya göre çok daha derin temellere dayansa da 1930’ların başlarında demokrasi kavramına soğuk yaklaşan Amerikan vatandaşlarının sayısı artış gösterdi, popülist ve ırkçı hareketlere destek yükseldi ve Henry Ford, Charles Lindbergh ve Charles Coughlin gibi isimlerin de içinde olduğu bir grup vatandaş ve siyasetçi sürpriz bir biçimde açıkça Hitler’i övdüler.

Roosevelt[3], kriz için olağanüstü önlemler alınmaması durumunda durumunda demokrasiye yönelik tehditlerin artacağını fark etti. Roosevelt, bu fikrine uygun olarak, “Amerikan halkı için Yeni Düzen (New Deal)” sözü verdi. Yeni Düzenin hedefi, ülkeyi tahrip eden ve sosyal düzeni tehdit eden ekonomik mağduriyeti ele almaktı. Hükümet, vatandaşlarına onları kapitalizmin neden olduğu acılardan, risklerden ve güvensizlik hissinden  koruyacağını gösterme amacını taşıyordu. Yeni Düzen, işte hem bunlara hem de demokrasiye olan inancı yeniden inşa etmek amacını taşımaktaydı. (Yeni Düzencilerden biri şöyle demişti, “Biz sosyalistler kapitalizmi kurtarmaya çalışıyoruz ve kahrolası kapitalistler bize izin vermiyor.”)

Kısaca belirtmek gerekirse, 1930’ların ortalarıyla birlikte sosyal demokrasi, demokratik hükümetlerin kapitalizmin olumsuz sonuçlarıyla mücadele etmesi gerektiği temeline dayanan açık bir siyasi profil ve program edindi. İki savaş arası dönemde sosyal demokratlar kendi gündemlerini uygulayabilecekleri bir saha bulamadılar. –İskandinavya ve daha düşük bir seviyede de olsa ABD hariç.- Tüm Avrupa’da demokrasinin çöküşü ve ardından ikinci Dünya Savaşı’yla beraber; kapitalizm ve demokrasi arasındaki ilişkiyi sosyal demokrat anlayışa göre yorumlamakla ilgili bir fırsat doğdu.

Örneğin Alman merkez sağını temsil eden Hristiyan Demokratların 1947 programı, şöyle demekteydi: “Yeni Alman ekonomisi, her şeyden önce kapitalizmin dayattığı müdahalelerden muaf ekonomi modelinin bittiği farkındalığı üzerine inşa edilmeli.” Aynı zamanda, Fransız merkez sağını temsil eden Katolik Cumhuriyetçi Halk Hareketi (Catholic Popular Rebulican Movement) 1944’te yayımlanan ilk manifestosunda, zenginliğe sahip olanların gücünden kurtulmuş bir devlet yaratmak için “devrimi” destekledi. 

Amerikalı önemli figürler de bahsi geçen bağlamdaki sosyal demokrat görüşü destekledi. Bu figürler Batı Avrupa’da demokrasinin başarıya ulaşabilmesi için, Avrupa’yı iki savaş arası dönemde başına bela olan ekonomik kriz, sınıf çatışması ve ideolojik aşırılıklardan korunması elzemdi. Bu fikrin yansıması olarak, ABD Hazine Bakanı Henry Morgenthau 1944’teki Bretton Wood Konferansı’nın açılış konuşmasında şöyle demiştir:  “1930’larda dünyaya yayılan krizi gördük… Akıl karışıklığının ve acıların faşizmin ve nihayet savaşın yetiştiricileri olduğunu gördük.” Morhenthau, fenomenin tekrarlanmasını önlemek için, ulusal hükümetlerin insanları kapitalizmin “kötü etkilerinden” korumaya muktedir olmaları gerektiğini savundu.

Bu fikir doğrultusunda, 1945’ten sonra Batı Avrupa milletleri bir ekonomik büyüme inşa etmeye başlarken aynı zamanda vatandaşları kapitalizmin olumsuz sonuçlarından da korudular. Reformlar ve onlara eşlik eden beklentilerdeki değişimler o kadar kapsamlıydı ki, savaş sonrası Avrupa kapitalizmi tarihçilerinin en nüfuzlusu olarak nitelendirilebilecek olan, Andrew Shonfield’ın belirttiği gibi  “Şu anda içinde yaşadığımız düzenin ve onunla birlikte gelen sosyal yapının, önceki yapılardan çok farklı olması nedeniyle kapitalizm olarak tanımlanıp tanımlanamayacağını” merak etmişlerdir.

Tabii ki, komünistlerin ve demokratik sosyalistlerin umduğundan farklı olarak kapitalizm kaldı, ancak bu kapitalizm demokratik hükümetleri öfkelendiren klasik liberalleri de hayal kırıklığına uğratan bir kapitalizmdi.

Bu sosyal demokrat düzen dikkate değer şekilde son derece iyi işledi: 1945’ten sonraki 30 yıl, Batı’nın bugüne kadar yakaladığı en hızlı büyüme dönemiydi. Bu dönem boyunca, sınıf çatışması ve aşırılıklara olan destek düştü ve Batı Avrupa tarihinde ilk kez, demokrasi bir norm haline geldi. Sosyal demokratik düzen bu üstün başarısına rağmen, 20. Yüzyılın sonlarında etkisini kaybetmeye başladı. 1970’lerde başlayan ekonomik güçlükler, sistemin saldırılara açık hale gelmesini sağladı ve 1989’dan sonra en büyük rakibinin çökmesinin ardından –Sovyet komünizmi- sosyal demokrat düzenin altı günden güne daha da oyuldu.

Komünist tehdidin ortadan kalkmasıyla beraber, Amerika’da ve Batı Avrupa’da sağ, tehdidin varlığını sürdürdüğü dönemlerde kabul edilebilir bir düşman olarak görülen sosyal demokrasiye saldırmak için cesaretlendi. Daha genel bir ifadeyle, kontrolsüz kapitalizmin tehlikelerinin tanınmasının yaygın olarak kabul edildiği savaş sonrası model trajik bir şekilde tersine döndü. Komünizmin çöküşü, kapitalist demokrasinin içsel üstünlüğü ve istikrarı üzerindeki siyasi spektrum boyunca bir zafer sarhoşluğuna yol açtı.

20. yüzyılın sonlarına doğru, Atlantik’in her iki tarafındaki ekonomistler ekonomiyi ileri düzeyde anlamaları ve modern kapitalizmin doğası gereği sorunlu olmaktan ziyade genel olarak gerekli olduğuna dair genel bir inanç nedeniyle, krizin önlenmesi de dahil olmak üzere temel makroekonomik sorunların çözüldüğüne dair genel bir kabulde buluştular. Onlar, kapitalizm doğası gereği kötü olmaktan ziyade, savaş sonrası selefleri İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes’ten esinlenerek, iyi bir ince ayara gereksinim duyduğuna inanıyorlardı. Politikacılar, Tony Blair gibi görünüşte solda olanlar dahi “Devlet ve piyasa arasındaki eski çatışma”nın çağdışı kaldığını vurguluyorlardı. (Görünüşte solcular) Sosyal demokrat öncüllerinin kendilerini anladıkları gibi, kapitalizmin yöneticileri olmaktan ziyade, politikacıların aslında iyi kötü çalışan bir sistemi yöneten teknokratlar olduğunu savundular. Amerikan Başkanı Bill Clinton da benzer bir sonuca vardı.

Böylesi bir sapmanın sonuçları öngörülebilir olmasına karşın öngörülemedi. Sosyal demokratik düzenin gerilemesi, sosyal demokrasinin merhem olmaya çalıştığı yaraları yeniden kanattı. Ekonomik eşitsizlik ve güvencesizlik yükseldi; toplumsal bölünmüşlük ve çatışmalar arttı; demokrasiye olan inanç düşerken aşırılıklar yayıldı. Bu sorunlar yeniden su yüzüne çıktıkça, bu sorunlardan sorumlu olarak görülen sisteme karşı bir tepki de yeniden su yüzüne çıktı. Komünizmin şiddeti, otoriterliği ve verimsizliği nedeniyle gözden düştüğü göz önüne alındığında, bunun yerine demokratik sosyalizmin temaları ve argümanları kapitalizme karşı çağdaş tepki olarak ortaya çıktı.

Geçmişte olduğu gibi bugün de, demokratik sosyalistler kapitalizmin özünün adaletsiz, istikrarsız ve demokrasiyle uzlaştırılmasının mümkün olmadığını yinelemektedirler. Kapitalizmin güncel olarak en güçlü eleştirisi Alman sosyolog Wolgang Streeck’ten gelmiştir. Streeck’e göre, “dengesizlik ve istikrarsızlık” kapitalist toplumlar için bir istisna değil bir kaidedir. Kapitalizmle demokrasi arasında temelde bir gerilim vardır ve onların uzlaşabilir olduğunu varsaymak “ütopyacılık”tır.

Kapitalizmin doğası gereği istikrarsızlaştırıcı etkileri göz önüne alındığında, demokratik sosyalistler bunun yerine reformun yapılabilirliğini kökten reddederler. Bunun yerine kapitalizmin kaldırılmasını isterler. Demokratik sosyalizmin önemli savunucularından Bhaskar Sunkara’nın da ortaya koyduğu gibi, demokratik sosyalistlerin amaçları geçmişte olduğu gibidir. Demokratik sosyalizmin amacı sosyal demokrasi ya da Yeni Düzen değil; sosyalizmdir. Çünkü onların bakış açılarına göre, sağlıklı bir toplum ve demokrasinin var olabilmesi ancak kapitalizmin aşılmasıyla mümkündür.

Kapitalizme yönelik bu tür saldırılara yanıt olarak, sağ cenahtaki birkaç kişi demokrasiye açıkça son verilmesi çağrısında savaş öncesi öncülleri kadar ileri gitmişlerdir, ancak bazıları da bu doğrultuda, kitaplarda demokrasiyi sorguladı. David Van Reybrouck’un Seçimlere Karşı (Against Elections), Jason Brenennan’ın Demokrasiye Karşı (Against Democracy) ve David Harsanyi’nin The People Have Spoken (And They are Wrong) [Halk Konuştu (ve Hatalılar)] gibi kitaplar işte bu akımın örnekleridir. Bu isimlerin dışında kalanlar da ABD Başkanı Donald Trump gibi demokrasinin değerini düşüren ve küçümseyen kişileri desteklemişlerdir.

Financial Times’tan Edward Luce’un belirttiği gibi, günün bazı elitleri, Trump’ı onların mülkiyet haklarını tehdit edebilecek olası bir kasırgaya karşı bir sığınak olarak görmektedirler. (Goldman Sachs’ın eski CEO’su ve şimdilerin Kıdemli Başkanı Lloyd Blankfein’e, Trump gibi açıkça özgürlük karşıtı olan ve anti demokratik eğilimleri hissedilen bir siyasetçiyi desteklemeyi nasıl kendisine yedirdiği sorulduğunda şöyle cevap vermiştir, “Trump en azından ekonomi için iyi.”

Bugün her kim ki demokrasi ve kapitalizmi savunma kaygısındaysa geçmişte demokrasiyi rekabetçi ve sürdürülebilir kılan şeyleri kavrayarak işe başlamalıdır. Savaş sonrası kurulan sosyal demokratik düzen, kapitalizmin yükselişini koruma taahhüdüne dayandırılırken, aynı zamanda vatandaşların olumsuz sonuçlarından korunmalarını da sağladı. Bu inancı gerçeğe dönüştürmek zor bir uzlaşmaya gereksinim duyuyordu. İşçiler ve dezavantajlılar gelirlerin daha adil bir şekilde dağıtılması, ortaya çıkan risk ve güvensizlikten korunma ve ekonomik basamağını yükseltme fırsatlarına sahip olmalarını sağlayan politikalar için kapitalizmi ortadan kaldırma çağrılarından vazgeçtiler.

Diğer taraftan, elitler de zirveye çıkmalarını sağlayan sistemin yıkılma tehdidinin ortadan kalkması için, sahip oldukları bazı imtiyazlarından ve zenginlik araçlarından vazgeçmişlerdir. (1945’ten sonra kapitalizm taraftarlarının kabul ettiği şey şuydu, “servete yönelik saldırıları sona erdirmenin en iyi yolu yoksullukla savaşmaktı.”) Sonuç olarak, tüm vatandaşlar sosyal çatışmanın ve aşırılıkçı eğilimlerin azalmasından ve toplumlarının kolektif sorunlarını zaman içinde, uzlaşma temelinde çözmelerini sağlayan güçlendirilmiş bir demokrasiden yararlandı.

Demokratik sosyalistler, geçmişte olduğu gibi bugün de sadece kapitalizmin kusurlarını görüyor ve bir kez daha ortadan kaldırılmasını istiyorlar. Bunun yanında, pek çok kişi de sadece kapitalizmin faydalarını görüyor ve bir kez daha bu faydaların dar bir çevrede, haksız bir şekilde dağıtılmasına yol açan sosyal ve siyasi istikrarı zayıflatan politikaları destekliyorlar. Önceki nesil Avrupalı ve Amerikalı siyasetçilerin ve vatandaşların, kapitalizmin tehlikelerini, demokrasinin kırılganlığını ve bu ikisinin (kapitalizm ve demokrasi) arasındaki uyumu ve sürdürülebilirliğini sağlamak için uzlaşma ihtiyacını kavramaları için iki savaş arası dönemin ve İkinci Dünya Savaşı’nın trajedilerini yaşamaları gerekti.

Bu sosyal demokrat uzlaşma, Batı’nın en büyük başarılarını yakaladığı dönemi alttan alta destekledi. Bu düzene ilişkin politikaların bazıları 20. yüzyılın sonlarında kredisini tüketti. Ancak, onun temel amacı olan kapitalizmin yükselişinden faydalanırken, vatandaşları kapitalizmin olası olumsuz etkilerinden koruma anlayışı her zamanki önemini korumaya devam ediyor.

Dünya, 1930’larda ve 1940’larda karşılaştığı durumda olmamakla beraber işaret fişekleri olduğu da açık bir gerçektir. Bugün yaşadığımız sorunların siyasi spektrumda yeni bir trajediye yol açmayacağını umut eden insanların yegane yolu sosyal demokrasinin avantajlarını tanımaktır.

*Sheri BERMAN
Siyaset Bilimi, Prof. Dr.,
Bu makale, 15 Ocak 2020 tarihinde Foreign Policy’de yayımlanmıştır.


[1] Batı’da muhafazakarlık, bizdeki kullanımından çok farklıdır. Muhafazakarlar, mevcut toplumsal düzeni korumaya çalışan akımı temsil ederler. Köklü değişimlerden çekinir, aşamalı ve yavaş değişimleri savunurlar. (Çevirmenin Notu)

[2] ABD’nin 4. Başkanı (Çevirmenin Notu).

[3] ABD’nin 32. Başkanı. En uzun süre görevde kalan ABD Başkanıdır (4 Dönem).