Avrupa’da ve dünyada aşırı sağcı popülizmin önlenemez yükselişi, küresel piyasalarda daralma eğilimi, göç karşısında savunmasız kalan ulus devletler, İngiltere’nin ayrılık kararı (Brexit) sonrası Avrupa Birliği’nin (AB) kimlik sorunu, Ortadoğu’da İran karşıtı yeni bir çatışmanın gün geçtikçe yakınlaşması, Donald Trump ABD’sinin diplomatik dengeleri sarsan kararları, Çin’in Modern İpek Yolu projesiyle giriştiği ekonomik yeni hegemonya savaşı, sınırları aşan terörizm… Dünya birbirinden faklı ve olağan dışı gündemlerle boğuşurken, hepsi de gitgide yaklaşan yeni 10 yılı belirlemesi muhtemel sorunlar. Peki sosyal demokrasi bu makro çatışmaların neresinde konumlanıyor? Bu sorunları çözecek önermeleri sunmak için ne gibi tartışmalar yürütüyor? Ve sosyal demokratları gelecek 10 yılda neler bekliyor?
Kurumsallaşan aşırı sağ
Tüm bu sorulara yanıt vermeden önce 2010’ların sonundan önümüzdeki 10 yıla nelerin yadigar kaldığına bir göz atalım. Şüphesiz geride bırakılan döneme; Afrika ve Ortadoğu’dan Batı’ya yönelik kitlesel göç, 2008 yılında Wall Street’in çakılmasıyla başlayan küresel ekonomik krizin neden olduğu kemer sıkma politikalarına verilen tepkiler, Brexit ile birlikte AB’nin çatırdaması ve bunlardan güç alan popülist dile sarılan aşırı sağın kurumsal siyasette kendine bir yer edinmesi gibi olgular damga vurdu. Maddelerin hepsi birbiriyle ilişkili. Avrupa ile ABD’nin, Ortadoğu ve Afrika’da doğrudan veya dolaylı bir şekilde katkı sağladığı işgaller/katliamların tetiklediği kitlesel göç hareketi, 2008 krizi sonrası Batı’nın sağlam sandığı toplumsal dengesinin bozulmasına yol açtı. Ekonomik darboğaz nedeniyle işsiz kalan Hollandalı, Yunan veya Alman, piyasada kendisine teklif edilenden düşük ücretin bile altına razı gelen göçmene kin besler hale geldi. “Öteki”ye duyduğu nefret, dini ve etnik manada saf bir memleket vadeden aşırı sağcı partilerin cazibe merkezi haline gelmesine yol açtı.
Ekonomik kriz derinleştikçe ana akım siyasi yapılar olan Hristiyan demokrat ve sosyal demokratlara duyulan güvenin azalması, yıllarca sistemin radikal sayarak yüzüne bakmadığı partilere fırsat sundu. Aşırı sağ, iktidar hayalinin imkansız olmadığının farkına varınca partilerindeki “neo-nazileri ve komplocu antisemit dili” silip atarak doğrudan AB’yi hedef alan ve tüm günahı göçmenlere yükleyen popülist bir formül geliştirdi. Geride bıraktığımız 10 senede başarılı olan bu dil, ABD’de Cumhuriyetçi Parti’nin en aşırı kanadından gelen Donald Trump’ın 2016’da başkan seçilmesiyle küresel bir fırtınaya dönüştü. Bugün popülist aşırı sağ, Avrupa’dan Asya’ya birçok yerde hükümette veya en büyük iktidar adaylarından. İtalya’da Lega Partisi lideri Matteo Salvini İçişleri Bakanı olurken, Hindistan’da ırkçılık düzeyinde Hindu milliyetçisi Narendra Modi ile Macaristan’da göçmen düşmanı Viktor Orban başbakanlık koltuğunu işgal ediyor. Avusturya’da Özgürlük Partisi, Fransa’da Marine Le Pen’in Ulusal Birlik’i ve İngiltere’da Brexit’in yaratıcısı Nigel Farage yeni kurduğu Brexit Partisi ile Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesi anketlerde birinci konumda. Almanya’da ırkçı AfD 94, İspanya’da ise merkeziyetçilik taraftarı Vox partisi 24 sandalye elde ederek ülkelerinin parlamentolarında Nazi ve Franco dönemleri sonrası aşırı sağa ilk büyük zaferlerini yaşattı.
Taklitler asıllarını yaşatıyor
Bugün sosyal demokratların, yaşadıkları iç tartışmalar neticesinde geldikleri farklı noktalar, aşırı sağın siyaset sahnesinde kurumsallaşması karşısında takınılan ikircikli tutumla yakından ilişkili. Popülist aşırı sağın göçe verdiği tepkiden güç aldığını hesap eden sosyal demokratlar, pek çok ülkede ‘rakibini taklit’ stratejisini benimsedi. Avrupa’nın sınırlarını zorlayıp geçen 2015 yılındaki mülteci akını ile birlikte ne yapacağını bilemeyen merkez sol, güçlenen sağ eğilimden oy devşirme umuduyla söylemini sertleştirdi. Belçika Sosyalist Partisi “Avrupa’ya göç indirilmeli” derken, Danimarka Halk Partisi de “Müslüman sığınmacıların refah devletinin dengesini bozduğunu” savundu. Bu dönemde iktidar koltuğunda oturan Almanya’da Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD), Fransa’da Sosyalist Parti (PS) ve İtalya’da Demokratik Parti (PD) gibi aktörler, “sığınmacı karşıtı söylem kampanyasından” ağzı ilk yananlar oldu. Elbette taklit aslını yaşattı. Aşırı sağcı partiler güçlenirken, her üç ülkede de sosyal demokratlar iktidarı kaybetti[1].
Sanılanın aksine, söylem krizi sadece Avrupa ile sınırlı değil. İsrail’de de liderliğine Avi Gabbay’ı getiren İşçi Partisi, sosyal talepler yerine Filistinlilerin ülkede yeri olmadığına dair siyasi bir dil benimsedi. Gabbay’ın Amerikan gazetelerine verdiği “İsrail, güvenlik politikalarına öncelik vermeli” ya da “Batı Şeria’daki yasa dışı yerleşim yerleri İsrail’e bağlanmalı” şeklindeki demeçleri, varlık nedeni ülkenin sosyal devlet sorunlarına çözüm üretmek olan partinin dibe vurmasına neden oldu. Gabbay, sağcılıkta Başbakan Benyamin Netanyahu ile yarışmaya kalkınca, 2019 Nisan erken genel seçimlerinde tam 13 vekil kaybederek %4 ile tarihi bir sandık yenilgisine uğradı. Fakat seçmenin sosyal demokratları sandıkta es geçmesi, liberal medyanın öne sürdüğünün aksine, soldan en sağa doğru bir taban kaymasından kaynaklanmıyor. Guardian gazetesinin yayımladığı son verilere göre Almanya, Fransa ve İtalya gibi ülkelerde aşırı sağın oylarındaki %5-10’luk artışlar yeni seçmenlerden veya Hristiyan demokratların tabanından geliyor. Vaziyet milliyetçi söylemden rahatsız olarak yeterince solcu bulmayan tabanın sandığa gitmemesinden ve liberalleşen sosyal demokratların kurumsal siyaset aktörü olarak seçmenin güvenini yitirmesinden ibaret. İşte yeni 10 yıla girerken sosyal demokrasinin yenilenme süreci de, “kendi tabanını sandığa götürmek” ve “yeni seçmeni kazanmak” stratejisi üzerine oturuyor.
Somut talepler ve soldan yeniden doğuş
Olumsuz tabloya rağmen sosyal demokrasiyi popülist saldırıdan hasar almadan çıkaran önemli bir akım da mevcut. Bu, liberal sapmadan sola yönelerek sıyrılan ve siyaset yapma şeklini ideolojik söylemden değil, somut sosyal taleplerden alan bir akım. Temsilcileri ise ülkelerinde düzenlenen son seçimlerden zaferle çıkan, milliyetçi söylemi elinin tersiyle kenara iten ve gücünü sol taleplerden alan İspanya Sosyalist İşçi Partisi (PSOE) ile İngiliz İşçi Partisi.
İngiltere’de 2014 yılında partinin gençlik kollarından aldığı güçle başkanlık koltuğuna oturan Jeremy Corbyn, liberal medyanın tüm saldırılarına rağmen[2], partisini yerel ve erken genel seçim imtihanından başarıyla çıkardı. İşçi Partisi’nin 2017’de meclisteki sandalye sayısını 34 artırmasıyla neticelenen süreçte başarının anahtarı, eğitim ve sağlık sistemine dair somut taleplerle seçmenin karşısında çıkması oldu. İspanya’da da benzer bir şekilde işleyen süreç, PSOE’nin 28 Nisan 2019’da %28,7 ile sol popülist PODEMOS partisine kaptırdığı oyları geri almasıyla son buldu. PSOE lideri Pedro Sanchez, sağın parçalanmasından aldığı kuvvetle, somut talepleri ön plana çıkardı; yüksek kira sorununu taban-tavan dengesine oturtmak, emekli maaşlarına zam, esnek çalışma saatlerinde çalışan haklarının korunması… Nitekim Sanchez’in ilk icraatı da ülkede tüm çalışanlara mesai saatinin başında ve sonunda kart basma zorunluluğu getirerek fazla mesai ödemelerini yasayla garanti altına almak oldu.
Rüştünü sandıkta ispat eden bu yeni siyasa, AB’nin sosyal demokrat partilerinin Avrupa Parlamentosu Başkan adayı Frans Timmermans tarafından da takip ediliyor. Timmermans da kıta çapındaki toplantılarında sol bir söylem kullanıyor; AB’nin çok uluslu şirketlerinden alınan vergileri artırarak Avrupa vatandaşlarını sırtındaki yükü azaltmayı vadediyor. Bu satırlar kaleme alınırken henüz Avrupa Parlamentosu seçimleri neticelenmediğinden, Timmermans ve sosyal demokratların bu imtihanı nasıl geçirdiğini söylemem imkansız. Yüzünü sola dönmekte ürkek davranan ve gittikçe hristiyan demokrat Alman Başbakanı Angela Merkel’in “ekürisi” konumuna düşen SPD ile Fransız sosyal demokratlarının yaşadığı krizin AP seçimlerini olumsuz etkileyeceği öngörülebilir. Ancak bu, yine de sol sosyal demokrasinin rüzgarının dineceği anlamına gelmiyor. Yeni 10 yıla yaklaşırken sosyal demokrasi, başta çevre meselesi olmak üzere pek çok alanda kendini yenileyerek ulusal ve uluslararası soldan yeniden doğuyor.
*Şerif Egemen AHMET
Gazeteci – Yazar
serifegemenahmet@yahoo.com
[1] Buradaki tek istisna Almanya’dır. Ülkede 2017’de düzenlenen son genel seçimlerde SPD, %20’lere inerek İkinci Dünya Savaşı sonrası tarihinin en düşük oy oranını gördü. SPD liderinin koalisyona girmeme kararı almasıyla uzun süre kurulamayan hükümet yine de SPD’nin tekrar Hristiyan Demokrat CDU/CSU ile koalisyona razı olmasıyla kurulabildi.
[2] İngiliz İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn, ana muhalefetin başına geçtiği günden bu yana, başta Telegraph gazetesi olmak üzere liberal medya tarafından siyaset dışı saldırılara maruz kalıyor. Milli marşı bilmediğine dair haberlerle başlayan saldırılar, son olarak İsrail’in Filistinlilere yönelik şiddetini eleştirmesi nedeniyle antisemit olduğu savına kadar ulaştı.