“Ütopya ufuk çizgisinde duruyor. Ona iki adım yaklaştığımda iki adım geri çekiliyor. Eğer on adım ilerlersem, hemen on adım öne geçiyor. Ne kadar uzağa gidersem gideyim ona erişemiyorum. Peki o zaman ütopyanın amacı ne? Amacı şu: Bizi harekete geçiriyor.”
Eduardo Galeano
Dünya siyaseti otoriterleşme, eşitsizlikler, yükselen sağ-popülizm ve toplumsal kutuplaşmanın hakim olduğu bir kriz evresinde. Üstelik dünyanın herhangi bir ülkesi bu krizin dışında kalamıyor. Sağ-popülist partiler Avrupa genelinde göçmen karşıtı söylemleri ile yükselişteler. Sosyal demokrasinin oldukça güçlü olduğu İskandinav ülkelerinde dahi popülist partiler dikkate değer bir destek görmeye başladılar. Demokratik kurumları ve güçlü denge-denetleme mekanizmaları ile bilinen ABD, Trump yönetiminde yeni bir döneme girdi. Dünya genelinde, tek adam kültü demokrasinin temel kurumlarına yönelik ciddi tehditler oluştururken, siyasal ve toplumsal eşitsizlikler giderek derinleşiyor.
Tüm bu tabloda sorunlara çözüm öneremeyen ve kendilerini yenileyemeyen geleneksel merkez sol partiler hızla toplumsal desteklerini kaybediyorlar. Peki sosyal demokratlar için çıkış mümkün değil mi? Dünyadaki siyasal gelişmeler ve yeni hareketler bize ne anlatıyor? Sol yeni bir ütopya kurabilir mi?
Dünyadaki örnekler bize solun, değişen ve dönüşen toplumun kaygılarına cevap verebilecek toplumsal ve siyasal adalet temelli programlar ve yeni örgütlenme biçimleri ile kitleleri mobilize edebileceğini gösteriyor. Her ülkenin kendine özgü siyasal, ekonomik ve toplumsal dinamikleri olmakla birlikte küresel dünyanın sorunları pek çok noktada ortaklaşıyor. Bu ortak sorunların başında giderek artan adaletsizlik, yurttaşların gelecek hakkından yoksun olması, gündelik hayatta güvencesiz ve kırılgan olmaları ve her geçen gün temel hak ve özgürlüklere yeni kısıtlamaların konulması geliyor. Dünyanın en müreffeh ülkelerinde dahi gelir eşitsizliği derinleşirken, yerleşik demokrasilerde demokrasinin temel kurumları zedeleniyor. Bu noktada solun uluslararası bir dayanışma içinde hareket etmesi oldukça önemli. Fakat hepsinden önce, solun yurttaşları mobilize edecek yeni bir ütopya kurması gerekiyor. Bu yeni ütopyayı meslektaşım Alphan Telek ile birlikte “sol-dönüşüm” olarak adlandırıyoruz. Umut ve adalet temelli, toplumsal dayanışmayı esas alan, yurttaşların gündelik hayatta yaşadığı sorunlara çözüm önerebilecek sınıf siyasetini geri çağıran ama kimlikleri de göz ardı etmeyen yeni bir programa dayanıyor sol-dönüşüm. Üstelik dünyanın farklı ülkelerinde deneyimlenmeye başladı bile. Bu örnekler sosyal demokrat partiler için de önemli bir keşif alanı ve geleceğe dair umut verici bir yol haritası sunuyor.
Sosyal demokrasinin sonu mu?
Sosyal demokrat partiler, özellikle 2008 krizi sonrasında, güçlü olageldikleri Avrupa genelinde önemli bir gerileme yaşadılar. Bu gerileme son birkaç yılda yapılan seçimlerle daha da belirginleşti. 1998’deki %40.9 oy oranı zamanla gerileyerek 2017 seçimlerinde %20.5’e kadar düşen Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) kamuoyu yoklamalarında puan kaybetmeye devam ediyor. 2009’da %44.5 ile iktidara gelen Yunanistan’ın sosyal demokrat partisi Panhelenik Sosyalist Hareket (PASOK), 2012’deki seçimlerde yeni solu temsil eden SYRİZA’nın zaferi karşısında ancak %13.2 ve %12.3 oy alabildi. 2015’te iki kez gerçekleşen seçimlerde ise tam bir hezimete uğrayarak %4.7 ve %6.3’te kaldı. Hollanda’da 2017’de yapılan seçimler sosyal demokratlar için tam bir yenilgiydi. %20’ye varan oy kaybı ile Hollanda İşçi Partisi %5.7’ye geriledi. İtalya’nın merkez solu Demokrat Parti ise 2008’deki %33.1’lik oyunu 2018’deki seçimlerde %18.8’e geriletti. İspanyol Sosyalist İşçi Partisi (PSOE) 2008’de %43.9 oy alırken, 2016’da %22.6’da kaldı. Her ne kadar merkez sağ hükümetin yolsuzluk skandalı ile düşmesi ile parti iktidara gelse de toplumsal desteği gerilemiş durumda. Fransa’da da durum çok farklı değil. Fransız merkez solunu temsil eden Sosyalist Parti’nin 2012’de adayı François Hollande başkan seçilirken, parti %29.35 oy almıştı. 2017’de ise adayı Benoit Hamon ikinci tura dahi kalamadı. Parti ise ancak %7.44 oy alabildi. Türkiye’de ise merkez solu temsil eden CHP 2018’deki seçimlerde %22.6’ya düşen oy oranı ile muhalefette kalmayı sürdürdü.
Türkiye’deki durum biraz farklı; ancak Avrupa’daki gerileyişte 2008 krizi ve son dönemlerde yoğunlaşan göç dalgası faturalarının sosyal demokratlara yüklenmesinin önemli payı var. Fakat bir yandan da -CHP’nin de dahil olduğu- sosyal demokrat partilerin toplumun değişen kaygılarına seslenemedikleri çok açık. Bu partiler, değişen dünyanın, değişen işçi sınıfının sorunlarına çözüm üretemediler. Gündelik hayatta artan güvencesizlik, derinleşen eşitsizlik, esnek emek, siyasete katılım mekanizmalarının oldukça sınırlı olması gibi sorunlara etkili bir şekilde eğilemeyip, örgütlenme konusunda da değişimin gerisinde kaldılar. Özellikle gençleri mobilize etmede başarısızlar. 2008 krizi sonrası kemer sıkma politikalarına karşı ortaya çıkan Occupy (İşgal Et) hareketlerinin taleplerini kucaklayamadılar ve sonucunda bu talepleri kurumsallaştıran SYRIZA ve PODEMOS gibi solun yeni partilerine ciddi oy kaybettiler. Bu oy kayması, son dönemlerde, sağ-popülist partilere de yaradı diyebiliriz. Türkiye’de ise CHP Gezi Hareketi’nin taleplerini kucaklayamadı.
Tüm bu tabloda, sosyal demokratların yaşadığı gerileme, solu yeni bir alternatif siyaset arayışına itiyor. Bu arayış bir taraftan bu yeni siyasetin felsefesi bir taraftan da yöntemleri üzerinde devam ediyor. Örneğin, Belçikalı teorisyen Chantal Mouffe’un öncülük ettiği bir grup, sol-popülizmi bu “yeni” siyasetin adresi ve sağ-popülizmin panzehiri olarak görürken; bir başka grup ise, popülizmin alternatifinin bir başka popülizm olmayacağı konusunda ısrarcı. Bir diğer tartışma ise değişimin, mevcut siyasal partilerin içinden mi yoksa yepyeni oluşumlarla mı örgütlenmesi gerektiği üzerine. Özellikle değişimin sosyal demokrat partileri içeriden dönüştürmekle başlayıp başlayamayacağı, hem bu konuda çalışma yapanlar hem de seçmenler için önemli bir soru işareti. Yunanistan, İspanya gibi ülkelerde sol, yeni partiler ve hareketlerle yeni bir oluşum çizerken, ABD ve İngiltere örneğinde mevcut siyasal partiler içinde yükselen sol bize çözümün ortak temelleri olduğu ama tek bir yöntemi olmadığını gösteriyor ve sosyal demokratlar için de ümitvar bir tablo çiziyor.
Demokratik sosyalizm ve Demokrat Parti
Demokratik sosyalistler ABD’de yeni bir hareket değil ama Bernie Sanders’in Demokrat Parti’den başkan adaylığı için yarışması ve kendini demokratik sosyalist olarak tanımlamasıyla yeniden harekete geçtiler. New York eyaletinde Demokrat Parti’nin ön seçimlerinde yine kendini demokratik sosyalist olarak tanımlayan 28 yaşındaki Alexandria Ocasio-Cortez’in bölgede on dönemdir koltuğunu koruyan ve Demokrat Parti’nin gelecekteki lider adayı olarak görülen Joe Crowley’i yenilgiye uğratması, bu hareketi son dönemlerde daha da görünür hale getirdi. Demokratik sosyalistler ABD’nin iki partili sistemi içerisinde Demokrat Parti içinden bir mücadeleyi ve partinin dönüşümü için çaba göstermeyi daha etkili bir yol olarak görüyorlar. Demokrat Parti’yi klasik bir sosyal demokrat parti olarak kabul etmesek de ABD’de sol kanadın kendini temsil alanı bulduğu yerleşik parti olması açısından Demokrat Parti’nin dönüşümü için verilen bu mücadele önemli bir örnek teşkil ediyor. Hareket, partiden bağımsız ama partide demokratik sosyalizmi hedefleyen adayları destekliyor. Ortaya koydukları ilerici adalet temelli programlarıyla da siyasi arenada dikkat çekmeye başladılar. Özellikle gençleri, göçmenleri, yoksulları mobilize etmekte çok başarılılar.
Vermont Senatörü Bernie Sanders 2016’da gerçekleştirilen ABD başkanlık seçim sürecinde Demokrat Parti’nin aday adayıydı. Trump’ın sağ-popülist ajandası ve Clinton’un toplumsal ve siyasal değişim vaat etmeyen programının arasına sıkışan Amerikan siyasetinde Demokrat Parti’nin içinden yeni ve alternatif bir program ortaya çıkaran Sanders, eşitsizliği ve güvencesizliği derinden hisseden milyonlara umut oldu. Sanders’e göre demokratik sosyalizm, yozlaşmış ve adil olmayan Amerikan siyasal sistemini yeniden reforme etmek, sadece ekonomik ve siyasal güce sahip olanların değil tüm ABD yurttaşlarının eşit temsil edildiği ve işleyen bir demokrasi demek. Sanders, eşitlik ve ekonomik güvence olmadan özgürlükten söz edilemeyeceğini vurguluyor. Sanders’in programında konut ve barınma sorunu, yoksulluğun önlenmesi için yeni istihdam alanlarının yaratılması, işyerinde çalışanı güçlendirecek demokratik düzenleme, genç işsizliği ve eğitim borçları, sağlık harcamaları ve sosyal güvenlik sisteminde reform gibi toplumsal adaleti tesis edecek önemli maddeler bulunuyordu. Sanders, ırkçılığa, LGBT ve göçmen düşmanlığına karşı da eşitlik temelinde programlar öneriyordu. Sanders’in bir diğer başarısı da, kampanyasında Occupy hareketinin sloganlarını kullanıp, onların taleplerini sahiplenmesiydi. Occupy protestoları, ekonomik eşitsizliğe ve şirketlerin ABD yönetimi üzerindeki nüfuzuna karşı, 2011’de New York’ta, ABD’nin finans merkezi olarak anılan Wall Street’te başlamıştı.
Sanders’in kampanyası ile başlayan sol-dönüşüm, geçtiğimiz Haziran ayında çok önemli bir başarı kazandı. Yine kendini demokratik sosyalist olarak tanımlayan 28 yaşındaki Alexandria Ocasio-Cortez’in kazandığı ön seçim zaferi ABD’de sol için yeni bir umut yarattı. Daha evvel Sanders’in kampanyasında çalışan ve hayatını idame ettirmek için barmenlik yapan Latin kökenli genç bir kadın sol için yeni bir sayfayı açmanın imkansız olmadığını gösterdi. Ocasio-Cortez de, Sanders gibi, toplumdaki eşitsizliklere odaklanan bir kampanya yürüttü. Çalışmalarına çeşitli sivil toplum örgütlerinin ve kent hareketlerinin desteğini kazanarak başladı. Geniş bir gönüllü ağı kurarak kendini dışlanmış ve görünmez hisseden gruplara erişti. New York gibi sembolik bir eyalette kazandığı bu başarı, ABD gibi sosyalizmin oldukça “sakıncalı” bulunduğu bir ülkede önemli bir işaretti. Artan eşitsizlikler ve adaletsizliğe alternatif yaklaşımlar sunan bir aday veya hareket, düzen savunucuları tarafından ne kadar görünmez kılınmaya çalışsa da başarılı olabiliyordu. Ocasio-Cortez’e göre, ortaya büyük paraların konduğu bir oyunu daha büyük para koyarak kazanamazsınız; başka bir strateji gerekiyor. Strateji diye işaret ettiği şey ise aslında alternatif bir politika yani yeni bir ütopya. Sanders ile başlayan Ocasio-Cortez’in zaferi ile devam eden bu yeni ütopya hikayesinin ABD’de önemli bir destek gördüğü ve sola bir ivme kazandırdığı ise aşikar.
Jeremy Corbyn ve İşçi Partisi
Jeremy Corbyn’in İngiltere’de İşçi Partisi içerisinden yürüttüğü sol-dönüşüm hareketi de demokratik sosyalizm olarak adlandırılıyor. Partinin seçim programında toplumsal ve siyasal adaleti sağlayacak reformlara yer veren Corbyn, İşçi Partisi’nin gençlere, güvencesizlere, değişim talep edenlere hitap edebilen yeni bir yüzle seçime girmesini sağladı. 2015’te İşçi Partisi’nin liderlik koltuğuna oturan Corybn, 2017’deki genel seçimlerde partinin oy oranını ve etkisini artırarak meclise girmesini sağladı. Bu nedenle, Corbyn için “kazanarak kaybetti” denildi. İlerici ve değişim vaat eden bir programla seçime giren Corbyn, partinin statükonun solundaki parti olarak değil, değişimin öncülü olarak rol oynamasını sağladı.
Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi’nin 2017 seçimlerine giderken oluşturduğu programın temel amacı, “yalnızca belli bir kesim için değil, tüm toplum için daha adil ve müreffeh bir ülke” ve herkes için işleyen bir ekonomik sistem oluşturmaktı. Corbyn’in programında finansal sistemin kamu yararı temelinde yeniden düzenlenmesi ve yüksek ücretli, güvenceli, gelecek vaat eden iş kollarına yatırım yapılacak bir endüstriyel stratejinin oluşturulmasının önemi vurgulanıyordu. Corbyn vergi sisteminde ve eğitim, sağlık, sosyal güvenlik programlarında reformu öngören, ücretsiz yüksek öğrenimi hedefleyen bir program öngörüyor. Corbyn, kamu yatırımlarının her bölgeye eşit dağıtılmasını sağlayan reform politikalarını ve toplu ulaşım, enerji ve su gibi temel ihtiyaç maddelerinin dağıtımının ve üretiminin devlet kontrolüne alınmasını savunuyor.
Corbyn ve İşçi Partisi’nin yükselişinin bir diğer sebebi, çok etkili bir hareket oluşturabilmesi. Corbyn’i desteklemek için ortaya çıkmış ve çoğunluğu gençlerden oluşan Momentum Hareketi, İşçi Partisi’nin dönüşümünü ve sol değerlerin partide yeniden savunulmasını hedefleyen bir örgütlenme. Momentum Hareketi dijital iletişimi, sosyal medyayı çok etkili kullanabiliyor. Hareketin oluşturduğu viral videolar partinin seçim kampanyasında büyük ölçüde etkili oldu. Hareket tüm çalışmalarını gönüllülük üzerinden yürütüyor. “Momentum Dijital Ağı” verilen örgütlenme ile gönüllü yazılımcıları, tasarımcıları bir araya getirerek var olan dijital altyapının gelişmesi ve yenilenmesi için çalışmalar yapılmasını sağlıyor. Geliştirilen cep telefonu uygulamaları ile de iletişim, örgütlenme ve katılım mekanizmalarını oldukça kolaylaştırıyor. Miting yerine konser ve imza günleri düzenliyorlar. Bu yeni yöntemler, özellikle gençleri partiye çekme konusunda çok etkili. Öte yandan, hareketin üyeleri geleneksel yöntemleri uygulamada başarılı. Üyelere, ikna ve fikir değiştirtme metotları üzerine eğitimler veriliyor ve hareket, yerel örgütlenmeleri sayesinde çalmadık kapı bırakmıyor. Bu yönüyle Momentum, İşçi Partisi’nin hantallaşmış örgütlenmesine önemli bir ivme kazandırdı ve partinin sol değerleri yeniden benimsemesinde Corbyn ile birlikte itici güç oldu. Avrupa’da geleneksel sol partiler gerilerken İngiliz İşçi Partisi, gerilemenin ilerici bir sol-dönüşüm programı ve yeni bir örgütlenme ile durdurulabileceği yönünde önemli bir örnek teşkil ediyor.
Solun ütopyasının ne olacağı konusunda bize önemli ipuçları veren Amerika’da Demokrat Parti içinden örgütlenen Demokratik Sosyalistler ve İngiliz İşçi Partisi’nde sol-dönüşümü başlatan Corbyn ve Momentum Hareketi, Türkiye için de özellikle incelenmesi gereken iki örnek. Türkiye’de; otoriterleşmenin derinleşmesi, demokrasinin temel kurumların zedelenmesi, ifade özgürlüğünün kısıtlanması gibi ABD ve Avrupa’da olduğundan daha derin sorunlar bulunsa da, toplumsal kutuplaşmayı aşacak ve toplumun tüm kesimlerine hitap edebilecek adalet temelli bir ütopyaya ihtiyaç var. Kimlik siyasetinin yarattığı açmazda solun esas dayanağı olan sınıf siyasetini siyasal alana geri çağıracak yeni bir ütopya…
Her ne kadar ideal olan, “yeni” olanın “yeni” bir hareketle kurulması olsa da, Türkiye’nin mevcut koşullarında mevcut kurumların içinden hareket etmek ve dönüşümlerini sağlamak daha işlevsel bir alan sunuyor. Bu ütopyayı inşa etmek zor, ama imkansız değil. Sola hareket kazandıracak olan, ancak sağlam temellere dayanan bu ütopya olacak. “Adalet” gibi çok doğru ve kapsayıcı bir temelde başlatılan yürüyüşün yarattığı hareket, ancak arkasında sağlam bir program ve ortak bir gelecek hayali ile devam ettirilebilirdi. Avrupa için olduğu gibi Türkiye için de hala geç değil; ama çözümün gerekliliği acil.
*Seren Selvin KORKMAZ
Siyaset Bilimci, İstanbul Politik Araştırmalar Enstitüsü Genel Direktörü (İstanpol)
selvin.korkmaz@gmail.com