Yerleşik yaşamın başlangıcından bu yana insanlık, karşılaşılan ekonomik zorlukları kişilerarası ve aile içi yardımlaşma ve dayanışma modelleri ile aşmaya çalışmıştır. Devlet yapısı ve inanışlar da genellikle bu yardımlaşmayı teşvik etmiş; kimi zaman devletler de bizzat bu yardımlaşmada rol almıştır. Ancak bu alanda karşılaşılan en büyük değişim ve dönüşüm, sanayi devrimi ve modern devletin doğuşu yani esasen kapitalizmle birlikte ortaya çıkmıştır. Bu dönemde devlet, toplumsal bir sorun haline gelen yoksullukla mücadelede daha fazla rol alan bir aktör olarak sahneye çıkmak zorunda kalmıştır. 1970’lerde yaşanan sosyoekonomik krizlerle birlikte, kamunun sosyal harcamalar vasıtası ile ekonomik büyümeyi sağlayacağı görüşünden vazgeçilmiş; ancak kapitalizmden vazgeçilmemiştir. Kapitalizmi yaşatma çabalarıyla bu sefer devletin ekonomik ve sosyal alandan tasfiye edilmesini ve piyasa prensipleri ile devletlerin küreselleşerek gelişmesini savunan neoliberal politikalar benimsenmiştir. Bu süreçte yaşanan dönüşüm, ülkeler ve bölgeler arasındaki dengesizliklerin artması, dengesiz ve kontrolsüz rekabetin sıradanlaşması ile sonuçlanmıştır.
1980’lerin sonlarında ülkeler arasındaki uçurum derinleşmiş, dünya ölçeğinde yoksulluk özellikle az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeler aleyhine artmıştır. Hatta sadece gelişmekte olan ülkeler için değil, gelişmiş ülkeler için de gelir dağılımındaki adaletsizliğe paralel olarak yoksulluğun devamlılığı söz konusu olmuştur. Devlete ekonomik ve sosyal alanda minimum alan tanıyan neoliberal politikalar sonucunda, devletlerin göz ardı edemeyeceği ölçüde yapısal ekonomik sorunlar ve krizler ortaya çıkmış; bu sorunların sosyal yardımlarla aşılmaya çalışılması ise neoliberal iddiaların aksine, kamunun sosyal harcamalarının artmasına ve mahiyetinin değişmesine yol açmıştır. Neoliberal politikaların tetiklediği ekonomik krizlerin yanı sıra ona eşlik eden insani krizler ise durumu daha da güçleştirerek ülkeleri dirençlilik düzeylerine göre farklı boyutlarda etkilemiştir.
Dünyayı şehirliler değiştirecek
16 milyonluk nüfusu ile Avrupa’nın ve Türkiye’nin en büyük kenti olan İstanbul, özellikle son 10 yılda afetler, çatışmalar, yer değiştirme veya hastalık gibi çeşitli şekillerde ortaya çıkan insani krizlerin doğrudan veya dolaylı etkisi altında kalmıştır. Özellikle Suriye örneğinde olduğu gibi ülkemizin yakın coğrafyasında meydana gelen çatışmalar veya Afganistan, İran, Irak, Özbekistan gibi yakın coğrafyadaki istikrarsızlığın neden olduğu yer değiştirme talepleri ve bir yılı aşkın süredir mücadele ettiğimiz COVİD-19 pandemisi, İstanbul’un karşı karşıya kaldığı insani krizler olmuştur.
Suriye’de devam eden çatışmalar nedeniyle yaşanan kitlesel göçler sonrasında güneydoğu illerinden başlayan ve hedef kent konumuna gelen İstanbul’da, mülteci nüfus artışına bağlı olarak yerel düzeyde hizmetlere yönelik talep artmıştır. Artan bu talep, toplum refahına yönelik tedbirlerin alınmasını, altyapının güçlendirilmesini ve genel anlamda kapsayıcı hizmet sunumu için gerek duyulan kapasitenin arttırılmasını zorunlu hale getirmiştir. Geçen 10 yıl içerisinde, ilk günlerde karşı karşıya kalınan insani krizler büyük ölçüde aşılarak, uyum, birlikte yaşam ve kalkınma odaklı bir göç politikası gözetilmeye başlanmışken, pandemi tüm kazanımları geriye çevirmiş ve temel ihtiyaçların karşılanması sürecine yeniden dönmek zorunda kalınmıştır.
Pandemi başta olmak üzere, karşı karşıya kalınan tüm bu krizlerin en önemli etkilerinden biri hiç kuşkusuz ekonomik düzlemdedir. Özellikle gündelik yaşamda yarattığı radikal değişikliklerle pandemi, zaten kırılgan olan ülke ekonomisindeki krizi tetikleyen ana unsurlardan biri haline gelmiştir. Pandemi; ekonomik olanakları kısıtlama, eğitim olanaklarını ve sağlık sistemini tehdit etme, ortak kültürel değerlerin sergilenme olanaklarını erteleme gibi sosyal devletin en temel alanlarını zaafa uğratmıştır. Vatandaşların asgari ihtiyaçlarının karşılanması bile tehdit altına girmiştir. İşsizliğin artması, ucuz işgücü, çocuk işçiliğin artması, eğitimden kopan çocuk sayısında artış, sağlık sisteminde yaşanan aksamalar krizin dolaylı maliyetleri olarak karşımızda durmaktadır. Ancak bir de doğrudan maliyetler dediğimiz gelir kaybı, kamu mal ve hizmetlerinde yaşanan aksamalar, su, altyapı, elektrik ve ulaşım alanında artan baskı ve sürdürebilme maliyetlerinde artışlar söz konusudur.
İstanbul’da 1.6 milyona ulaştığı öngörülen düzenli-düzensiz göçmen ve mülteci nüfusu önemli bir müdahale alanı iken, bu sefer de pandemiden etkilenen nüfusun büyüklüğü kentte önemli bir sorun alanı haline gelmiştir. Tüm dünyanın mücadele ettiği, önemli maliyetleri olan bu sorun, özellikle yoksul ve gelişmekte olan veya ekonomisi kırılgan olan ülkelerde daha yüksek maliyetlere yol açmaktadır. Zira kayıpların kontrol altında tutulabilmesi kalkınma düzeyi, kişi başına düşen gelir, toplumsal ayrışma ve kurumsallaşma düzeyi, eğitim, sağlık ve ekonomik yapılara ulaşma imkanı ile doğrudan ilişkilendirilmektedir. Bu ölçütler, insani krizlerin kentte yaratacağı tahribatın çapını doğrudan etkileyen unsurlardır. Bu gibi durumlarda kentlerin krizler karşısındaki dirençliliği çok önemli hale gelmektedir. İstanbul gibi yoğun göç alan kentleri, afet ve kriz durumlarında bozulan ekonomik koşullar ve azalan gelirlere rağmen zor durumdakilerin dahi ihtiyaçlarını karşılayabilecek düzeyde tutmak, küresel sorunlara yerelleştirilmiş çözümler sunmak önemli bir sınavdır.
“Hepimiz” olmadan, “Hiç”iz!
COVİD-19 pandemisi, yarattığı toptan etki ile sağlık ve hijyen tedbirlerinin alınması, arttırılması ve denetlenmesini zorunlu kılmış; yaşanan ekonomik sıkıntılar nedeni ile belediyeleri sağladığı destekleri arttırma, yeniden gözden geçirme ve yaratıcı metotlar geliştirme yönünde zorlamıştır. Bir bakıma belediyeye krizler karşısında kapasitesini test etme olanağı, başka bir bakış açısıyla önemli bir deneyimleme ve öğrenme ortamı sağlamıştır.
Tıpkı ekonomik etkilerde olduğu gibi, insani krizlerin sosyal etkileri de kendisi sosyal bir alan olan kentlerin karakterlerinden etkilenmektedir. Bayramoğlu’nun da belirttiği gibi1, sosyal farklılaşma ve ayrışmanın yüksek olduğu kentlerde insani krizler yoksulları ve insani bakımdan dışlanmışları daha da savunmasız hale getirmektedir. Sahada da deneyimlediğimiz gibi yaş, cinsiyet, etnisite, din, ulus vb. bölünmeler derinleştikçe insani yardım hizmetlerine erişim de zorlaşmaktadır. Toplumsal cinsiyet ve bağımlı nüfusun kırılganlıklarını artıran insani krizler, kadın ve çocukları risk altındaki en savunmasız gruplar haline getirmektedir. Dünya Ekonomik Forumu’nun 2020 Cinsiyet Uçurumu raporunda2 cinsiyet eşitliğini sağlamak için gerekli olan süre 99.5 yıl olarak belirtilirken, pandemi sonrası etkileri de içeren 2021 raporunda3 bu sürenin 135.6 olarak güncellenmesi bunun en önemli kanıtlarındandır.
Yine Dünya Bankası’nın Yoksulluk ve Paylaşılan Refah’a ilişkin 2020 raporunda4 COVİD-19 pandemisinin bu yıl 88 milyon ila 115 milyon insanı aşırı yoksulluğa sürükleyeceğinin tahmin edildiği, uluslararası yoksulluk sınırı olan günde 1,90 doların altında yaşayan aşırı yoksulların 2020’de dünya nüfusunun %9.1 ile 9.4’üne denk geleceği, ayrıca yeni yoksulların önemli sayıda orta gelirli ülkelerde de ortaya çıkacağı belirtilmektedir. Aynı raporda kadın ve çocukların yoksulluktan daha fazla etkilendiğinin altı çizilmektedir. Tam bu noktada, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP)5 tarafından yapılan İnsani Gelişme tanımını hatırlamakta yarar var. Bu tanıma göre insani gelişme; sürekli bir yolculuk, temel ihtiyaçların karşılanmasının ötesinde bir süreçtir. Ancak bu sürecin 2020 yılında tüm dünyada büyük bir darbe aldığını söylemek mümkün. İnsani gelişmişlikten bahsedebilmek için kadın, çocuk, yaşlı, mülteci/göçmen veya engelli ayrımı yapmaksızın kimsenin geride kalmadığından emin olacağımız ve temel ihtiyaçların ötesine geçen politikalar uygulanmalıdır.
İBB’den kapsayıcı belediyeciliğe bütüncül bakış
Temel ihtiyaçların ötesine uzanan politikalar geliştirmeyi kurum kültürünün bir parçası haline getirmek için, İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) olarak, geçtiğimiz iki yılda büyük çaba ortaya koyduk. Her vatandaşı etkilenen değil, etkileyen olarak katılımcı süreçlere dahil etmeyi öncelikli bir hedef olarak tanımladık ve yoksullukla mücadele dahil olmak üzere tüm alanlarda, bu hedef çerçevesinde hareket ettik. Bir yandan sosyal yardımlar aracılığıyla insanların hane düzeyinde temel ihtiyaçlarını karşılayarak, olmazsa olmazlara işaret eden mutlak yoksulluk ile mücadele ettik. Bir yandan da kişinin toplumsal bir varlık olmasından hareket ederek kendini yeniden üretebilmesi için gerekli olan eğitim, sağlık gibi diğer unsurları da dikkate alan göreli yoksulluğun tüm biçimleriyle bütüncül bir mücadele yürütüyoruz.
Bu mücadelede İBB olarak tüm politika ve uygulamalarımızda bilimsel veriyi temel alıyoruz. Pandemi döneminin başından itibaren oluşturulan yoksulluk haritasını İBB’nin sosyal hizmetler alanında atacağı adımlar için önemli bir kılavuz olarak değerlendiriyoruz. Pandemi süresince, İstanbul’da bulunan her 4 haneden 1’inin sosyal yardım ihtiyacı içerisinde olduğunu beyan etmesinden de hareketle, her geçen gün artan sosyal yardım bağımlılığının sürdürülebilir olmayacağı açıktır. Başarının sosyal yardım mekanizmaları vasıtasıyla yardım yapılan kişi sayısı üzerinden tanımlanması yerine, sosyal yardım sisteminden “mezun edilen” kişi sayısı üzerinden kalkınma temelli, kalıcı uygulamalarla tanımlanması benimsenmiştir. Bu model içerisinde kadın ve çocuk koruma mekanizmalarının varlığı, 7/24 hizmet veren çok dilli kadın destek hattı ve ISADEM (İstanbul Aile Danışma ve Eğitim Merkezi)’ler aracılığıyla kadın ve çocuk odaklı güçlendirme ve destekler, İBB’nin sahadaki önemli araçlarıdır. Bu model uygulanırken sosyal yardım için yapılan bütüncül inceleme sonrasında hane gelişim stratejisi oluşturulmakta, İSMEK’ler eliyle güçlendirilmiş mesleki eğitimler sağlanması ve İBB Bölgesel İstihdam Ofisleri vasıtasıyla kayıtlı istihdama yönlendirme yapılmaktadır. Yine inceleme sırasında tespit edilen ihtiyaçlar İBB’nin mevcut hizmetleri ile entegre edilerek yürütülmektedir. Örneğin sosyal yardım ihtiyacı için gerçekleştirilen bir sosyal incelemede, hanede karşılaşılan engelli çocuklar ve bakım verenler -ek bir başvuru ya da inceleme gerekmeksizin- destek mekanizmalarına yönlendirilmektedir.
Öte yandan İBB, sürdürülebilir kalkınma süreçlerine verdiği desteği kadın girişimciliği ve kooperatifleşme için de sürdürmekte, kurmakta olduğu Kooperatif Kuluçka Merkezi ile sahada ihtiyaç duyulan destekleri sağlamak üzere hazırlık yapmaktadır. 2024 yılına kadar 150 mahallede 150 kreş hedefi çerçevesinde, 20’ye ulaşan kreşlerimiz ile İstanbul’u tüm çocukların eşit imkanlara kavuştuğu bir kent haline getirme hedefine doğru ilerliyoruz. Sosyal yardım, eğitim destekleri, tablet gibi araçlarla acil ihtiyaçlara da çözüm üretilmeye devam ediliyor. Yine İBB tarafından üretilen benzersiz bir çözüm ve dayanışma aracı olan “askıda fatura” gibi platformlar sayesinde acil ihtiyaçların karşılanması için güçlü bir mekanizma ortaya koyulmaktadır. Örnektepe ve Sulukule’de başlattığımız mahalle evlerimizde ise mahalle ölçeğinde ihtiyaçlara göre şekillenen kültürel ve sosyal alanlar yaratarak, gençlere, çocuklara ve kadınlara güvenli ve etkili imkanlar sağlıyoruz. Katılımcı bir yaklaşımla oluşturulan İBB göç politikası çerçevesinde kenti, herkes için kapsayıcı hale getirmek hedefiyle ilçe belediyelerini de dahil eden koordinasyon ve kapasite geliştirme çalışmalarını destekliyoruz. Bütün bunları yaparken, İBB’nin afet ve acil durumlar başta olmak üzere kenti dirençli hale getirecek planlamalarının kapsayıcı hale gelmesi için de çalışıyoruz.
Sosyal demokrasi, dirençliliğin anahtarı olan kapsayıcı yerel politikaları işaret ediyor
İBB örneğinde de görüldüğü gibi pek çok sosyal demokrat yerel yönetim, kentlerin dirençliliğinin, kapsayıcı politikalarla doğru orantılı olduğu kabulü üzerinden hareket etmektedir. Bu çerçevede, süreci tersine çevirmek üzere kolektif kavramayı arttıracak girişimleri yoğunlaştırmaktadır. Hemşehrilerin söz ve karar sahibi olabilmesi, yönetime ve kararlara katılması, hizmetlerin halkın eleştiri ve takdirine açılması, halkın onaylamadığı projelerin gözden geçirilmesi, topladığı gelirleri hemşehrilerine hizmet olarak sunması ve hemşehrilerinin refahını arttırıcı projeler geliştirmesi gibi uygulamalar bu belediyelerde yoğunlukla karşımıza çıkmaktadır. Bunu yaparken neoliberal politikalar nedeniyle dışlanan olanaklar değerlendirilerek, toplumcu belediyecilik uygulamaları dayanışma pratikleriyle birleştirilmekte; bu uygulamalar, daralan aktivizm alanında duyarlı yurttaşlara da yan yana durmak için cesaret vermektedir.
Yoksulluğun önlenmesinde öğrencilere burslar, ailelere/yoksullara sosyal yardımlar verilmesi gibi temel ve acil ihtiyaçların karşılanmasının son derece kritik öneme sahip olduğu açıktır. Ancak tekrarlayan nitelikteki, yardıma bağımlı nüfus yaratan ve sürdürülebilir olmayan bu sosyal yardımların yenilikçi ve etkin araçlarla güncellenmesi ihtiyacı da açıktır. Yenilikçi ve etkin araçlar kullanılarak geliştirilecek destek sistemleri ile toplumun tüm kesimleri için ama en çok en kırılgan durumdakiler için etkin hizmet üretmek, kaynakları daha verimli kullanmak mümkündür. İBB olarak bizler de hem yardım sağlama, hem yardımseverlerle yardım ihtiyacı içerisindekiler arasında güvenilir köprüler oluşturma, hem de yoksullukla mücadele için kalıcı modeller, enstrümanlar geliştirme noktasında durmaktayız. Yoksulluğu yönetmek yalnız başına bir başarı kıstası değildir, bu nedenle amacımız yoksulluğu aşmak ve hak temelli bir sosyal devlet anlayışını harekete geçirmektir.
Kaynakça
Sonay Bayramoğlu Özuğurlu, “İnsani Krizlerin Kent Yaşamına Etkileri: Ekonomik ve Sosyal Boyutunun Analizi”, Dr. Nevzat Eren Ulusal Halk Sağlığı Sempozyumu, İnsani Krizler ve Kent Sağlığı, Mart, 2016.
UNDP, “Human Development Report 2020”, UNDP, December 15, 2020.
WEF, “Global GenderGap Report 2020”, WEF, December 16, 2019.
WEF, “Global GenderGap Report 2021”, WEF,March 30, 2021.
World Bank, “PovertyandSharedProsperity 2020: Reversals of Fortune”, World Bank, 2021.