Demokrasi cephesinin yerel seçimlerde, özellikle İstanbul’da tekrarlanan seçimlerde gösterdiği başarı, hüküm süren karamsarlığın yerini, temkinli de olsa, iyimserliğin almasını sağladı. Türkiye’de yerel demokrasinin eksikliği akademisyenler, teknokratlar ve bazı siyasetçiler arasında uzun dönemdir tartışılıyordu. Bu tartışmalar sayesinde, yerelleşmenin demokratikleşme açısından önemi, kurumsal ve yasal yapıdaki engeller ve nelerin yapılması gerektiği konusunda yeterli birikimimiz var.
Son zamanlarda, AKP yönetiminin yerel demokrasiden sadece uygulamalarla değil aynı zamanda kurallar ve kurumlarla da uzaklaşıyor olması endişe yaratıyordu. Yerelde kazandığı başarılarla merkeze yükselen AKP’nin merkezileşme ve otoriterleşmesine karşın büyük bir kitle desteğini almaya devam etmesi ise yaman bir çelişki olarak tartışılıyordu. Bu durum, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sağ/sol popülizm tartışmalarını gündeme getirmişti (Mouffe:2019; Werner-Müller:2019:Belge: 2017 v.d.). Bu nedenle, demokrasi isteyenlerin İstanbul seçimindeki başarısı çok geniş bir çevrede etki yarattı.
Eylem düzeyinde popülist siyaset ve sonrası
Türkiye’deki merkeziyetçi/otoriter devlet yapısı popülist siyasetin sağladığı kitlesel destekle yaşamını sürdürüyor. Popülist siyasetin söylemde “vatan, millet, iç düşman, dış düşman, iman…” gibi retoriklere dayandığını biliyoruz. Ancak, popülist siyasetin kitlesel desteğinin sadece söyleme değil, çoğu zaman açıkça ifade edilmeden gerçekleştirilen eylemlere dayandığını da çoğu zaman gözden kaçırıyoruz. Popülist yönetimler güçsüz kitlelere sadece moral vererek ya da kavga edecekleri düşman üreterek değil, aynı zamanda gündelik yaşamlarını kolaylaştıracak ortamı da sağlayarak ayakta kalabilmektedir. Türkiye’deki otoriter yapı, söylem ve eylem düzleminde yürüttüğü popülist siyaseti, her dönemin acil gereksinmelerine göre ustalıkla değiştirdi, esneklikle uyguladı ve toplumdaki gerilimleri yumuşatma becerisini gösterebildi. Hemen her dönemde, “bazılarının” yaptığı, “bazı” kuralsızlıklara göz yumdu, kayırmacı ilişkilerle, güce yakın olanların taleplerini karşıladı ve sonuçta demokrasiyi salt oy vermeye indirgedi. “Kuralla kural dışı” kimi zaman oy desteği için, kimi zaman muhalefetin bastırılması için hepimizin gözü önünde dans etti.
Bu nedenle, son seçimlerin muhaliflerin de kendilerini güvencede hissedeceği, herkesi kapsayan kurumsallaşmış bir demokrasiye doğru bir evrilmeyle mi, yoksa güce yakın kadroların değişmesiyle mi sonuçlanacağını bilmiyoruz.
Kurallarla güvence altına alınmış ve kapsayıcı bir yerel demokrasi mümkün mü?
Petrol ya da kıymetli maden gibi doğal kaynaklara sahip olmayan Türkiye’de toprak ve toprağın yarattığı değerler popülist yönetimlere her zaman önemli olanaklar sağlamıştır. Yerelleşme ve yerel demokrasi talepleri ise ancak, 1960 sonrasında kentleşmenin artmasıyla gündeme gelmeye başladı. Kentleşmeyi yönlendiremeyen yönetimler, çareyi göç edenlerin iş ve konut ihtiyaçlarını “kural dışı” yollarla kendi kendilerine karşılamalarında bulmuştu. Bu dönemde yerel yönetimler, popülist siyasetin sessiz kalma ve göz yumma alanı oldu ve otoriter yönetimlerin koltuk değneği haline geldi. Kentlerde enformel ekonomi, enformel konut alanları, enformel ilişkiler popülist yerel siyaset aracılığıyla yaşam buldu (Erder: 2015).
Bu süreçte, kentlerde olanlara göz yummanın ve kayırmacılığın sağladığı kitlesel destek, yerel demokrasinin güvence altına alınmış kurallarla herkesi kapsayacak biçimde yeniden düzenlenmesinde çok önemli bir engel haline geldi. Burada dikkati çekmek isteyeceğimiz nokta bu sessiz kabulün statükoya dahil olan bütün siyasal çevrelerce de desteklendiği gerçeğidir. Kendilerini sol ya da sosyal demokrat olarak tanımlayan siyasal çevrelerin yaşadığı çelişkileri ve zorlukları da hatırlamak gerekir. Bu dönemde, yerel demokrasiyi açıkça talep eden sol siyasal akımlar “bölünme” ya da “komünizm” korkusuyla baskı altına alınırken, statükoya dahil olabilenler popülist sisteme uyum göstererek varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Bu noktada, popülizmi kabul etmeyen, “halkçılığı” kurallara uyarak hayata geçirmeye çalışan İstanbul Belediye Başkanı (1973-77) Ahmet İsvan’ın yaşadıklarını hatırlamakta yarar görüyorum. İsvan’ın anılarından, kendisinin yerel demokrasiyi önemsediğini, ancak, düşüncelerini merkezde güçlü olan sosyal demokrat siyasetçilere bile kabul ettiremediğini öğreniyoruz (İsvan: 2011, ix-xix). İsvan’ın “keşke”lerle dolu anıları, “halkçılığı” kurallarla desteklenen bir yerel demokrasiye dönüştürmenin önündeki güçlüklerin sadece “sağ” siyasal akıma mensup olan partilerle kısıtlı olmadığını açıkça gösteren çok önemli bir deneyim olarak karşımıza çıkmaktadır.
Her şeye rağmen, 1980’den bugüne kadar yaşananlar, yerel siyaseti tartışmaya açtı ve sivil toplumu görünür kıldı. Bazı kentsel gruplar, yerel demokrasi taleplerini açıkça dile getirmeye ve STK’lar etrafında örgütlenmeye başladılar. Bu noktada, özellikle ‘99 depreminin, AB ile ilişkilerin, Kürt siyasal hareketinin yerel siyaseti benimsemesinin ve Gezi olaylarının önemine dikkati çekmek isteriz.
Bugün, yereldeki enformel ya da kuralsız yaşama olanaklarını maharetle kullanarak yükselen İslamcı siyasal akımın tüm gücüyle merkeze yerleştiği bir dönemi yaşıyoruz. Kuşkusuz, böyle bir dönemde, yerel demokrasiyi açıkça talep eden grupların seçim kazanması çok önemli bir değişim sürecini işaret ediyor. Bu seçimlerde oy desteğini verenler, kentlerdeki kuralsızlıklardan yorgun düşmüş orta sınıflar olabileceği gibi, artık kendileri de kuralsızlıktan sıkılan ve düzen aramaya başlayan yeni kentliler de olabilir. Bunu yorumlayacak verilere henüz sahip değiliz. Ancak, bu seçimin bize otoriter-popülizmin sadece “dış düşman, beka, iç düşman, iman vs.” söylemleriyle yürüyemeyeceğini, gündelik yaşamın idamesine dönük yeni arayışların gerekli olduğunu gösterdiğini söyleyebiliriz. Diğer taraftan, son dönemlerde yaşananlardan merkeze güçlü bir şekilde yerleştikten sonra “hukuki” kural üretme gücüne ulaşan ve hatta bunu yapmak isteyen AKP yönetiminin bu alanda çok da başarı sağlayamadığını gözlemliyoruz. Ne yazık ki, enformel dünyanın kuralsızlığına alışık olan kadrolar, işleyebilen kurallar üretmekte aynı mahareti gösterememektedir.
İstanbul seçimleri ve sonrası?
İstanbul seçimlerini büyük bir başarı ile kazanan İmamoğlu’nun, söylemlerinden ve yaşam öyküsünden, yeni kentlilerin sorunlarını yakından tanıdığını, yerel demokrasiye önem verdiğini, kuralları önemsediğini ve geliştirme yanlısı olduğunu anlıyoruz (Kılıç:2019). İmamoğlu’nu seçim başarısına götüren programın, Mouffe’nin kavramsallaştırmasıyla ifade edersek “antagonistik” (düşmanlar arasındaki mücadele) olmaktan çok “agonistik” (hasımlar arasındaki mücadele) olduğunu söyleyebiliriz (Mouffe: 2019). Bu söylemin kitleler nezdinde kabul gördüğü de açıktır. Bu aşamadan sonra başarı, bu programı hayata geçirmek ve kitlelerin gündelik yaşamında somut karşılığı olacak yaratıcı yeni uygulamalar üretmeye bağlı. Yaratıcı çözümler için yereli tanımak, kuşkusuz, önemlidir. Ancak, İstanbul gibi, birbirinden çok farklı deneyimlere sahip karmaşık grupların bir arada yaşadığı bir metropolde bu iş çok da kolay değildir.
AB ile yakınlaşma demokratik ülkelerdeki katılımcı süreçleri ve deneyimleri öğrenmemize yardımcı oldu. Açık, örgütlü, formel ve etkin yurttaş katılımının ancak demokratik kanalların açık olduğu toplumlarda gerçekleşebildiğini de artık biliyoruz. Burada cevaplamamız gereken soru, Türkiye gibi otoriter/popülist yönetimin olduğu toplumlarda “formel” katılımın nasıl sağlanacağı ile ilgilidir. Türkiye’deki yerel meclisler, kent konseyleri, e-katılım, yurttaş inisiyatifi gibi konularda yapılmış olan araştırmalardan “formel” demokratik kanalların çok da açık olmadığını biliyoruz. Bu nedenle, alternatif demokratik kanalları bulmak ya da açmak özel önem taşımaktadır. Hiçbir kurum ve kuralın değişmediği, merkezin sürekli engellemeler yaptığı bir kentsel ortamda alternatif demokratik katılım yollarının bulunması için yaratıcı çabaya ihtiyaç vardır. Neyse ki, her şeye rağmen bu zor işi başarmış yerel yönetim örneklerine sahibiz ve onların deneyimlerinden yararlanabiliriz.
İstanbul’da yıllardır sözü dinlenmediği için yorgun ve haklı olarak öfkeli olan kentsoylu orta sınıfların ya da sivil toplum aktörlerinin seslerini duymak göreli olarak kolay olabilir. Alternatif yol arayışında olanların tartışması gereken asıl konu, yıllardır kayırmacı ilişkilerin baskısı altında sessiz kalmak zorunda kalmış, sesini duyuracak gerekli vakti ve gücü bulamayan kent yoksullarının katılımının nasıl sağlanacağı ile ilgili olmalıdır. Ekoloji, ulaşım, kent sağlığı gibi konularda etkin kent yönetimi için gerekli bilginin teknokratik bir dile sahip olduğunu biliyoruz. Bu bilgiyi ve gerçekleri kitlelere aktaracak yeni bir dil aramak da etkin katılım yollarının açılmasını, alternatif politikaların üretilmesini ve kitlelerin gerçek taleplerinin neler olduğunun anlaşılmasını sağlayabilir. Bütün bunların yolu “sol popülizm mi?” bilmiyorum.
*Sema ERDER
Sosyoloji, Prof. Dr.
erdersema@gmail.com
Kaynakça
Şirin Mine Kılıç, Benim Sevgili Başkanın Ekrem İmamoğlu: Sıradışı Bir Liderlik Öyküsü, İstanbul: Humanist, 2019 Güncellenmiş 7. Baskı).
Chantal Mouffe, Sol Popülizm, çev: Aybars Yanık, İstanbul: İletişim Yayınları, 2019.
Erder, Sema, “Yerel Siyasette Popülizm”, İstanbul Bir Kervansaray (mı?) Sema Erder, içinde, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2015, s: 349-358.
İsvan Ahmet, Başkent Gölgesinde İstanbul, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Genişletilmiş I. Baskı 2011.
Jan-Werner-Müller, “Sağ Popülizm İle Mücadelenin Yolu Sol Popülizm Değildir” söyleşi çev. Edgar Şar, Medyascope, 2019: https://medyascope.tv/2019/05/23/jan-wernwr-muller-sag-populizm-ilemucadelenin-yolu-sol-populiz-degildi-turkce-metin-ve-dublaj/ erişim tarihi. 3.07.2019.
Murat Belge, “Popülizm, faşizmin ön adımıdır” Murat Şevki Çoban ile söyleşi, T24, 2017, https://t24.com.tr/k24/yazi/belge-populizm,1217. erişim tarihi 3.07.2019.