Etrafımıza duvarlar örülüyor…
Etrafımıza duvarlar örülüyor. Zihinsel duvarlar… Yükselen neo-faşist ve neo-popülist siyaset toplumları ayrıştıran, kimlikler üzerinden herkesi kendi cemaati içine sıkıştıran bir hırçınlığı tüm dünyanın üzerine boca ediyor. Neo-faşist sağ siyaset “ötekine” ve “düşmana” duyulan öfke üzerine kuruluyor. “Öteki” kimi yerde doğduğu topraklar üzerinden tanımlanıyor. Kimi zaman istemeyerek ülkesini terk etmiş olmak, göçmen veya sığınmacı olmak düşman görülmek için yeterli oluyor. Kimi zaman isteyerek yeni topraklarda bir hayat kuranlar “yerliye”, “milliye” tehdit kabul ediliyor. Neo-faşizm kimi yerde inanç üzerinden örüyor o duvarı. Bazı topraklarda siyasal İslam’la, bazı topraklarda İslamafobiyi yayarak… Hepsi aynı kapıya çıkıyor, inandığımız veya inanmadıklarımız üzerinden ayrıştırılıyor, ötekileştiriliyoruz. Kimi yerde giyimimiz üzerinden, kimi zaman cinsiyetimiz, cinsel yönelimimiz, yaşam tarzımız üzerinden ayrıştırılıyoruz. Yükselen sağ siyaset dört bir yanımıza duvarları yükseltiyor. Bu duvarların ortaklaştığı bir şey var; günlük kaygıların gerçek sebebi olan düzeni sorgulamamıza fırsat vermeden, kimliklerimiz üzerinden korkularımıza hapsolduğumuz alanlar yaratmaları.
Etrafımıza duvarlar örülüyor. Fiziki duvarlar… Kimi yerde meclislerde uzun uzun tartışılarak örülüyor, kimi yerde gözden kaçırılarak örülüyor bu duvarlar sınırlara.
Aynı Pink Floyd’un “The Wall” albümünde tarif ettiği gibi… O duvarlar sanatla kavga ederek, eğitimi ideolojilere hapsederek, müziği ve farklı sesleri kısarak örülüyor. Pink Floyd kendi albümündeki duvarı tam da böyle tanımlıyor: “Duvar” hayatımız boyunca etrafımıza kurduğumuz, kendimizi hapsettiğimiz bariyerlerdir; “duvardaki tuğlalar” ise bizi başkalarından kopartıp içe kapatan insanlar ve olaylardır.
Duvarları yıkacak olan sol…
Şimdi sola, sosyal demokrasiye, hepimize, etrafımıza örülen bu duvarları yıkmak düşüyor. Sınırlara fiziken duvar ören, zihinlerde kimliklerimiz üzerinden hepimizi ayrıştıran sağ siyasetin karşısında inatla, ısrarla ve samimiyetle bu duvarları yıkan kapsayıcı ve ilerici bir siyaseti var etmeliyiz. Sosyal demokrasinin krizinden söz edeceksek, bu krizin kaynağının bugüne kadar değişik biçimlerde bu duvarlar örülürken, duvarlara itiraz etmek yerine duvarları var eden düzeni kabullenen, uyumlanan anlayışın sonucu olduğunu görerek işe başlamalıyız. Ancak bu şekilde; bu kez duvarları yıkan bir yeniyi var etmenin yolunu bulabiliriz.
Sosyal demokrasinin içinde olduğu krizi aşmak için her şeyden önce duvarsız bir dünyanın hayalinde ve hedefinde herkesi ortaklaştırmak gerekiyor. Sağın yükselttiği duvarların içinden konuşan bir siyaseti büyütmek değil, o duvarların her yakasına evrensel değerlerimizden aldığımız özgüvenle seslenecek, ortaklaştıran bir siyaseti kurmamız gerekiyor.
Duvarlar örülürken ve örülen bu duvarların, “öteki” olana duyulan öfkenin çare olmadığı da kitleler tarafından yavaş yavaş keşfedilirken, sol mecburiyetin değil, umutla ve mücadele azmiyle ortaklaşılacak bir siyasetin, bir geleceğin adresi olmalı. Faşizmle mücadele etmek adına bir araya gelen milyonların ortaklaştıkları talepleri içeren, en önemlisi faşizmin sunduğunun aksine soldan tezi ortaya koyan bir siyaseti büyütmeye ihtiyaç olduğu kadar fırsatlar da var.
Faşizm bizi birbirimizden kimliklerimizdeki farklılıklardan dolayı ayrıştırmak istiyorken, yapmamız gereken bir yandan kimliği nedeniyle dışlananın, hak kaybına uğrayanın yanında olurken, diğer yandan kimliklere kör, onları siyasete malzeme etmeyen bir ortaklığı var etmek olmalı. Sosyal demokrasinin “üçüncü yol” serüveninde deneyimlediği, uyumlanan tavrından sıyrılıp özgüvenli evrensel değerlerini yücelten bir siyaseti kurma iddiasını büyütmeliyiz. Sosyal demokrasinin krizi ancak böyle aşılabilir. Bu yeninin kurulabileceği bir zemin tüm dünya coğrafyasında var. Sol bu zemini nasıl kullanacağına karar vermenin kavşağında duruyor bir kez daha.
Neoliberal kuralları kabul eden değil, o düzeni değiştirme iddiasını büyütmeli sosyal demokrat siyaset. Sosyal devlet, sermayenin tabana yayılacağı bir kamu, küreselleşmenin kurumlarını emeği merkezine alarak kurumları yeniden inşa edecek bir programı tartışmalı. Sanayi 4.0’ın dönüşüm eşiğindeki üretim ilişkilerinde yeniden emek sınıfını tanımlamak ve bu yeni emek sınıfını örgütleme ile ilgili kafa yormalı sosyal demokrat siyaset. Sosyal demokrasinin kendi temsil krizini aşmak için de, içinde bulunduğumuz küresel krizleri aşmak için de buna ihtiyacımız var.
Kendisi dilediğine inanan veya inanmamayı seçen ama inancı siyasete malzeme etmeyerek herkesin inanç tercihlerini bir temel insan hakkı olarak koruyan laiklik ilkesinden sapmadan bir siyaseti kurmanın tam zamanı. Çünkü inancın siyasete malzeme edilmesiyle derinleştirilen fay hatlarının yarattığı yıkımlar artık gözle görünür durumda. Bu krizi aşmak için ihtiyaç duyulan değerlere sahip olan siyasetin ta kendisi sosyal demokrasi.
Doğduğumuz toprakların çok ötesinde paylaştığımız bir gezegen olduğunu hatırlamalı sosyal demokrasi. Bu ortak gezegenin sorunlarına dair ortak çözümleri yaratmayı önemseyen enternasyonalist bir yaklaşımı bakış açımızın merkezine koymaktan çekinmemeliyiz. Farklılıklarımızın farkında olan ama bunları siyasete malzeme etmek yerine ortaklaştığımız insan hakları değerlerini büyüten bir siyasetle aşılacak hem sosyal demokrasinin krizi, hem de dünyadaki ekolojik, ekonomik ve toplumsal krizler.
Temel ilkelerini yeniden hatırlamış, onları güvenle sahiplenmiş bu sol siyaseti, bir romantik hayal, teorik bir tartışma olarak görenlerin kendi içimizde diktiği duvarları da aşmalıyız. Sosyal demokrasinin kendi krizini aşabilmesi için önce kendi içimizdeki bu duvarları yıkmak zorundayız. Solun bugün kimilerinin gözüne romantik gözüken tarifine, aslında çok uygun bir toplumsal ve siyasal zemin olduğunu bilen ve solu kendisine sol ve sosyal demokrat diyen partilerin iktidarında var ederek başlayan bir yeniye ihtiyaç var. Bu zemin hem küresel olarak hem de Türkiye özelinde de çok belirgin.
Solun romantizmi değil solun başarısı
Teoride kalmadığında, iktidar imkanı verildiğinde solun neler yapabildiğini, neoliberal düzenin yıkımının ağır yükünü halkın üzerinden alabildiğini ve kapsayıcı kalkınmaya yol açabildiğini bizzat hayatın içinden örneklerle çoğaltmamız mümkün!
Avrupa’da Portekiz’de, Türkiye’de İzmir’de, Eskişehir’de, Ovacık’ta örnekleri var. Avrupa’nın 2008-09 finansal krizinin ardından krizi en derin hisseden Avrupa’nın çevre ülkelerinde olumsuz deneyimden ayrışan ülke Portekiz oldu. Sokaktan aldığı güçle iktidara taşınan Syriza’nın dahi ortak olduğu kemer sıkma politikalarının sancıları halen sürerken bu yıkımdan kafasını kaldırabilmiş tek örnek Portekiz’deki Sosyalist Parti (PS) olarak gösteriliyor. Kimilerinin “dördüncü yol” olarak adlandırdığı, Portekiz medyasının “tuhaf mekanizma” dediği, PS lideri Antonio Costa’nın ise “kemer sıkmanın sayfasını çeviren” reçete diye adlandırdığı politikalar ve dayandığı halk desteği nelerin mümkün olduğunu da hepimize gösteriyor.
Costa ve partisi iktidara geldiğinde ağır kemer sıkma içeren bir politika bütünü devralmıştı. Neoliberal politikalarla sağlık, eğitim ve sosyal politika harcamalarında kesintinin olduğu, vergilerin arttırıldığı, kamu sektöründe çalışma saatlerinin arttırıldığı, asgari ücretin düşürüldüğü, kıdemler ve yeni işe alımların dondurulduğu emek karşıtı programın sonucunda işsizliğin yüzde 17’lere yükseldiği, genç işsizliğin yüzde 40’a ulaştığı, kamu borcunun milli gelir oranının 2014’de yüzde 130,6 ile zirve yaptığı ve birçok işyerinin kapandığı bir karanlık tabloda iktidara gelmişti PS.
İktidara gelir gelmez kurduğu sol ittifakın da gücüyle yüzde 30 oranında kesilmiş olan kamu ücretleri ve sosyal güvenlik harcamalarını yüzde 30 geri arttıran, çalışma saatleri ve vergilere dair kemer sıkma politikalarını tersine çeviren, iki yıl içinde asgari ücreti yüzde 20 arttıran, 9000 yeni kamu çalışanını işe alan, toplumun zengin kesimlerini etkileyecek servet vergileri uygulamaya başlayan ve orta gelirli ve alt gelirli grupları etkilemeyecek şekilde gayrimenkul ve emlak vergileri geliştiren bir maliye politikasını hemen uygulamaya geçirdiler. Bir zamanların yıkıcı özelleştirme politikalarına son veren, bir yandan da 10 yıllık ve 20 milyar euroluk ulaştırma, enerji ve çevre yatırım programı açıklayan sol iktidar, hızla tesis ettiği güvenle finansman koşullarının da rahatlamasını sağladı. Tüm bunların sonucunda Portekiz’de neredeyse 40 yıl sonra ilk defa denk bütçeye varan bir mali disiplin, 4 senedir artan ekonomik büyüme, yüzde 6,7’ye düşen işsizlik oranı, borcun milli gelire oranının düşüşte olduğu ve halkın refaha ortak olduğu kapsayıcı makroekonomik istikrar yakalandı.
31 Mart seçimlerinde Türkiye’de de benzer bir fırsat kapısı aralandı. 17 yıldır iktidarda olan bir hakim parti rejiminin her türlü baskısına rağmen, Türkiye’nin sosyo-ekonomisi bakımından en belirleyici olan şehirlerinin anahtarlarının halkın iradesiyle Cumhuriyet Halk Partisine teslim edilmesi Türkiye’de de benzer bir dönüşümü sağlamak için kapıların ardına kadar açıldığını müjdeliyor.
AKP’nin siyasal İslam ve neoliberalizmin ekseninde oluşturduğu iktidar bloğunun çözülme safhasında olduğunu, AKP’nin kazandığı genel seçimlerden sonra da tartışmıştık. Nitekim 31 Mart’ta iktidar bloğunda yaşanan bu aşınma, ekonomik yapısı daha gelişkin olan, dolayısıyla da krizin sarsıntılarını ilk hisseden şehirlerde sandığa yansıdı. Şimdi önümüzdeki tarihi fırsatı değerlendirmek için elimizde çok güçlü platformlar var. Türkiye’yi içinde bulunduğu ekonomik ve demokratik krizden eşitlikçi, demokratik, özgürlükçü bir yeni düzenle çıkarabilmek için elimizde somut imkanlar var ve olacak. Halkçı politikaların benimsenmesi halinde insanların hayatında nasıl bir değişiklik yaratılabileceğini gösterebilme imkanı veren iktidar alanları açılmış oldu.
Belediyelerle elde edilen büyük imkanı sosyal demokrat politik ekonomiyi iktidar alanlarımızda hayata geçirmek için kullanabilirsek, bugün tökezleyen rejimin yerine kurulacak “yeninin” temelini de atmış oluruz. Sosyal demokrasinin kendi krizini de aşan, tüm krizlere çare üreten örneklerinden birisini öncü olarak Türkiye’den var eden bir gerçeği ortaya çıkartmış oluruz.
Toplum 31 Mart’da bir kez daha bu yeni siyasete hazır olduğunu gösterdi. Sıra sol ve sosyal demokrat siyasetin bu güce ve iradeye önderlik etmeye hazır olmasında. Her şeyden önce kendimiz olmalıyız. Önce kendi içimizdeki duvarları yıkmalı, sonra da sağın etrafımıza ördüğü tüm duvarları yıkmalıyız…
Bu arada, Türkiye’de yerel seçimlerde önemli bir duvar yıkıldı; halk korku duvarını yıktı. Halk 16 Nisan referandumundan itibaren demokrasi, özgürlük, adalet ve eşitlik değerlerinde buluşan iradesinde ısrar ediyor. Siyasetin ona öncülük etmesini de beklemiyor, faşizmin karşısında ortaklaşıyor. Şimdi faşizm karşıtlığında gerçekleşen ortaklaşmayı, ortak değerlerimizi içeren bir kurucu siyasete taşımalı, sosyal demokrat siyaseti kapsayıcı kılacak ve büyütecek bir yeniyi var etmeliyiz. Duvarları inşa edenlerin karşısında o duvarları yıkacak bir sosyal demokrat irade büyüyor. O iradenin üzerinde yükseldiği taşıyıcı kolonların sol değerler olduğunun adını koymak ve korkulması gerekenin sol değil yükselen neo-faşist sağ olması gerektiğini ifade etmek de bizlere düşüyor. İhtiyaç da talep de sosyal demokrasiyi çağırıyor. Halkın açtırdığı bahar çiçeklerini yaşatmak ve büyütmek de biz siyasi sorumlulara kalıyor…
* Selin SAYEK BÖKE
İzmir Milletvekili, CHP PM Üyesi
selinsayekboke@gmail.com