Neoliberalizmin bir özetini yapmak gerekirse, bu yazı açısından şunu söylemek mümkün: Neoliberalizm, ekonomiyi siyasetten, siyaseti de ekonomiden kopartmayı büyük ölçüde başarmıştır. Bugün yeniden kurmaya ihtiyaç duyduğumuz bağ tam da budur. Ekonomi siyasetsiz, siyaset de ekonomisiz olmaz, olamaz.
2008-2009 küresel krizinin hareketlendirdiği meydanlar kadar, küresel ölçekte toplanmaya başlayan birçok veri de bu bağın yeniden kurulması ihtiyacını ortaya koyuyor. Bu bağın hangi yönde kurulacağı, bugün yaşanıyor olan eşitsizlikler ve kırılmalardan nasıl bir siyaset doğacağı, geleceğimizi şekillendirecek bir unsur olarak karşımızda duruyor.
2018 Küresel Eşitsizlikler Raporu 1980’den itibaren artan küresel gelir eşitsizliğini belgeliyor. 1980’den beri yaşanan küresel gelir artışından en zengin yüzde 1’in aldığı pay en yoksul yüzde 50’nin aldığı payın iki katı. Aynı veri tabanı gelir adaletsizliğine eşlik eden bir başka eğilime de işaret ediyor: Ulusal servetler özelleştirildi. Kamunun ulusal servetler içerisindeki payı 1980’lerden itibaren istikrarlı bir şekilde eridi. Credit Suisse’in yayınladığı 2017 Küresel Servet Raporu da benzer bir adaletsizliğe işaret ediyor. Dünya nüfusunun yüzde 0,7’si 1 milyon doların üzerinde servete sahipken, nüfusun yüzde 70,1’inin kişisel serveti 10 bin doların altındadır.
Adaletsiz ve eşitsiz büyümenin kaybedenleri
Verilerin detayı ülkeler arası ve ülke içi gelir ve servet dağılımı bakımından göz ardı edilemeyecek dinamikler barındırıyor. Ama bu verilerin bir yeni siyaset ihtiyacına ve bu yeni siyasetin dayanacağı ekonomik gerekliliğe dair mesajı net; mesele salt büyüme değildir, mesele daha kapsayıcı bir büyümenin hedef olarak benimsenmesidir. Daha adil ve daha eşit…
Ekonomik ve sosyal eşitsizlikler ve adaletsizlik derinleştikçe ortaya çıkan siyasi tablo da derinleşen bir yarılmaya işaret ediyor. Merkez siyaset, sağ da sol da erirken, ortaya daha radikal bir siyaset çıkıyor. 1980’lerden itibaren merkez siyasetin kendini solda tanımlayan partilerinin de daha sağa çekilmesine tanık olduk. Şimdi de benzer bir riskle karşı karşıyayız; merkezden kayan siyasetin sağ radikalizme sıkışması riskiyle…
Düzenin kaybedenleri, siyasi karar süreçlerinde ve siyasetin işleyişinde herhangi bir etkileri, paydaşlıkları olmadığını ve olamayacağını düşünenler, bireyi kitlenin içerisinde eriterek ona bir “ortaklık”, “birliktelik” ve bunlara bağlı “güvenlik” hissi sunan kimlikler üzerinden tarif edilen radikal siyasete tutunurlar. Bugün eşitsizliklerden mağdur olan kesim merkez siyasetten kaçarken radikal sağ siyasetin kıskacına sıkışıverdi çoğu yerde.
Tüm dünyada hızla yükselmekte olan popülist, aşırı milliyetçi ve otoriter neo-faşist eğilimin de benzer bir toplumsal psikolojinin sonucu olduğu üzerinde bir tartışma yok. Trump’dan Le Pen’e, İsveç’teki aşırı sağ rüzgardan Alternative für Deutschland’a; yükselmekte olan radikal sağ hareketlerin ideolojik ortaklıklarının yanı sıra, en belirgin ortak keseni kuşkusuz güçlü bir kaybetme duygusuna ve öfkeye hitap etmeleri. Ve bunun ötesinde bu duyguya yol açan sebebi kendi ideolojik perspektiflerinden topluma ikna edici bir biçimde sunuyor olmaları. Kaybetmeye, öfkeye yol açanın “bizden’’ olmayanlar olduğuna ikna ederken “biz” tanımını ırk, inanç ve ulus üzerinden yapan kimlik siyasetine toplumun öfkeli kesimlerin ikna ediyor olmaları…
Radikal sağ partiler gelişmiş kapitalist ekonomilerin krizinden yükseldiler. Bu neo-faşist partiler savundukları ekonomi politik itibariyle, neoliberalizmin temel öğelerinden zinhar ayrışmıyorlar. Ekonomik önermeleri eşitsizlikleri yeniden üretecek neoliberal politikalarken bunun üzerini popülizm sosuyla ve refah devleti ve/veya emekçi sınıflar için görece iyi koşulların yaşandığı devirlere referans vererek örtmeyi hedefliyorlar. Mesela, Trump, “beyaz” Amerikan işçilerin anlam dünyasında çok önemli bir referans olan “Büyük Amerika” -Make America Great Again- tanımını dilinden düşürmezken, Marine Le Pen, ekonomik milliyetçilik söylemleriyle Amien’de grev yapan işçileri ziyaret ediyor.
Özetle, neo-faşist partiler, özellikle 2008 krizinden sonra ortaya çıkan ekonomi kaynaklı öfkeyi, göçmenlerin varlığında somutlaşan bir yabancı düşmanlığıyla paketliyorlar. Bu yolla iktidarın sahibi, ya da muhalefetin ana akımı olmak suretiyle belirleyicisi konumuna geliyorlar. Herkes neo-faşizmin gücünü öfkeli kalabalıklara yaslanarak büyüttüğü konusunda hemfikir.
Neoliberal birikim rejiminin tahribatı
Hemfikir olunmayan, ayrışılan mevzu ise bu öfkeye yol açan temel unsurun tahlili ve o tahlilin siyasete dökülerek dönüştürücü bir güç haline getirilmesi. Bu öfkeye neden olan dinamiklerin tahliline gelindiğinde resim, en azından ana akım siyaset gözlemcileri için muğlaklaşıyor.
Daha açık bir ifadeyle, neo-faşizmi güçlendiren dinamiğin ne olduğunun merkez partiler ve ana akım siyaset tarafından okunuş biçimine baktığımızda, aşırı sağın iktidar olmasına neden olan miyopik bakışın, depolitizasyonun izlerini görüyoruz. Kalabalıkların sistem karşıtı öfkesi, sistem partileri tarafından, toplumsal dengeleri ve siyaseti köklü biçimde dönüştüren neoliberal birikim rejiminin alt-üst edici krizinde değil, salt kültürcü-kimlik temelli açıklamalarda aranıyor.
Gelişmiş kapitalist ülkelerin yerleşik sınıflarının sistem dışına taşmaya başlayan öfkesi, ana akım siyaset tarafından küreselleşmenin bir “doğal” sonucu olarak yorumlanarak sunuluyor topluma. Bu ‘’doğal’’ sonuca yol açanın küreselleşmenin ortaya çıkarttığı göçmen hareketliliğinden kaynaklı olduğunu işleyerek meseleyi bir ‘’kimlik’’ krizine indirgemek gayretindeler.
İnançları ve etnik kimlikleri merkeze alan bu kültür temelli açıklamaların yanı sıra, son dönemlerde revaçta olan bir diğer anlamlandırma biçimi ise “gerçek ötesilik”-post-truth – kavramıyla ifade ediliyor. Gerçek-ötesiliğe dayanan açıklamalar da, sağın yükselişinin sırrını propagandada, iletişimde, karizmatik liderlikte, hülasa neo-faşizmin popülist anlatısının başarısında arayan açıklamalar.
Neo-faşizm tahlillerimizde, hem kültürcü açıklamaların, hem de aşırı sağın başarısını salt iletişim üzerinden kurulan gerçek ötesi bir anlatıda arayan çizginin aşılması, solun kendi krizine çare bulması bakımından yaşamsal önem taşıyor.
Yaşananlar ”doğal” ve kaçınılmaz sonuçlar değildir. Kurulan birikim rejiminin, o rejim kapsamında ortaya konan kurumsal, siyasi ve ekonomik tercihlerin bir sonucudur. Dolayısıyla da bu düzenin yıkımının altında ezilen ve yok sayıldığı için öfkeli kitleler buna ikna edilmeli ve birikim rejiminin değişimi mücadelesine ortak edilmeliler.
İşte bu yeni siyaseti kurarken kitlesel öfkenin kaynağının salt bir kültür çatışması değil, neoliberal birikim rejiminin sınıfsal dengelerde yarattığı kırılma olduğunu tespit ederek işe başlamalıyız. Zira bu tespit ve yol açacağı yeni sınıf siyaseti, faşizmin eşiğinden dönmenin anahtarı olmanın yanı sıra, kapıda bekleyen Sanayi 4.0 devriminin oluşturacağı yeni kırılma karşısında da solun/sosyal demokrasinin doğru reaksiyonu üretmesinin tek yolu gibi görünüyor.
Neo-faşizmin yükselişi ve sol
Bu bağlamda yükselen aşırı sağın hangi söylemle yükseldiğinin yanı sıra nereden yükseldiğine bakmakta da büyük yarar var. Neo-faşizmin doğası gereği olan yabancı düşmanlığı ve göçmen karşıtlığının korumacı, çoğu kez popülist tonları olan bir ekonomik milliyetçilikle bütünleniyor olması bir tesadüf değil. Yükselen radikal sağ dalganın partileri, faşizmin geleneksel tabanı olan küçük burjuvazinin yanı sıra, hatta belki daha da fazla, “geleneksel işçi sınıfına” sırtını yaslıyor. Uzun yıllar sol partilere oy veren, sendikalarda aktif olarak örgütlü olan geleneksel, mavi yakalı emek sınıfı, neo-faşist hareketleri destekleyen ana gruplardan birini teşkil ediyor.
Peki neden? Neden ve nasıl neoliberalizmin kaybedeni olan sınıflar, üstelik uzun yıllar merkez siyasete, hatta çoğu kez sol partilere oy vermişken, tam da piyasacılığın tıkandığı noktada çıkışı solda değil, aşırı sağda arıyorlar? Emek sınıfını kendi sınıfsal pratiğine ve sola yabancılaştıran nedir?
Bir açıklama unsuru neoliberalizmin örgütlülüğü sistematik bir çabayla parçalaması, klasik fordist üretim modelinin yerini daha esnek ve parçalı üretim biçimlerinin alması. Örgütlü, mavi-yakalı işçinin üretimin ana öznesi olma konumunu, giderek, güvencesiz, geçici çalışan işçiye veya beyaz yakalılara bıraktı. Teknik ifadesiyle, emekçi sınıfların proleteryadan prekaryaya geçişi neo-faşizmin “tabanı” haline gelmesinde temel bir adımı teşkil ediyor.
Buna yol açan üretimin teknik koşullarındaki değişim ve teknoloji devrimiydi, bu değişimlerin sonucunda ortaya konan kurumsal ve politik tercihlerdi. Finansallaşma, üretimin küreselleşmesi, özelleştirme, sosyal devletin geriletilmesi, devletin ekonomideki rolünün adım adım azaltılması işçi sınıfının kapitalizmin altın çağına damga vuran refah ve gelir anlamındaki kazanımlarının aşınması anlamına geldi.
Bununla birlikte, küreselleşmeye eşlik eden tüketim toplumunun ortaya çıkışı, Batı demokrasinin ve modernitenin temeli olarak görülen demokratik, katılımcı yurttaşın yerini, “tüketici” bireye bırakması demekti. Yani neoliberal devrim bir yandan politik ekonomiyi, devlet-piyasa dengesini, sınıflar arası güç dengesini radikal biçimde dönüştürürken, diğer yandan yurttaşın yerine tüketiciyi, dayanışmanın yerine rekabeti, örgütlü toplumun yerine bireyi koydu.
Bütün bu dönüşümler gerçekleşirken, genelde merkez siyasetin, özelde ise ana akım sosyal demokrat partilerin tutumu, sistem karşıtı tepkinin ifadesini ilerici, devrimci bir sol siyasette değil, neo-faşizmin dehlizinde bulmasının nedenlerinden birisi olarak karşımıza çıkıyor. Neoliberalizmin doğrudan sınıfsal dengeleri değiştirecek çaptaki radikal dönüşümü, doğal olarak sermaye yanlısı politik ekonominin tarihsel taşıyıcısı merkez sağ partiler tarafından kararlılıkla uygulandı. Burada doğal sürecinden kopan sol siyaset oldu. Merkez sol, bu dönüşüme politik bir tepki vererek gerçek bir alternatifi örgütlemek yerine, süreci normalleştirmeyi, hatta imkan bulduğu ölçüde dönüşümün parçası olmayı tercih etti.
İngiltere’de 1990’ların ortasında İşçi Partisi’nin yaşadığı dönüşümle ortaya çıkan “üçüncü yol’’ siyaseti bu doğallaştırma sürecinin en keskin örneklerinden oldu ve bu eğilim neredeyse tüm Avrupa solunu etkiledi. Üçüncü Yol’a göre, 1980 sonrası aşama aşama gerçekleşen toplumsal ve ekonomik dönüşüm, neoliberal politik ekonominin sınıfsal tercihlerinin sonucu değildi. Üçüncü Yol, yaşananları küreselleşme ve teknoloji devriminin karşı konulamaz doğal sonucu olarak yorumladı. Bu yoruma göre eğer sol var olmak istiyorsa kendisini yenilemeli, rekabetçilik, tüketim toplumu, devletin rolünün küçülmesi, piyasanın egemenliği, sermaye hareketlerinin serbestleşmesi gibi neoliberalizmin temel varsayımlarıyla barışmalıydı. Hatta eşitlik başta olmak üzere geleneksel hedeflerini toplumun yeni dinamikleri doğrultusunda yumuşatarak “çağa uygun” bir ilerici siyaset ortaya koymalıydı. Bu yorum ve sonucunda ortaya çıkan siyasetsizlik kitlelerin neoliberalizm ve yarattığı kayıplar karşısında tepkilerini yöneltebilecekleri ana akım bir siyasi alternatifin kalmaması anlamına geliyordu.
Bir zamanların sosyalist tekstil, otomotiv, sanayi işçisinin algısında, artık merkez sol ve merkez sağ partiler arasında herhangi bir fark kalmamıştı. Yaşadıklarına dair bir sorumlu ararken birikim rejiminin sorumluluğunu siyasileştirerek ona bir çerçeve çizen sol siyasetin yokluğunda sorumluyu belirleme yükü de işçinin bireysel görevi haline gelmişti. Ve gözüne en yakın gözüken tehdit yakınında iş arayan, kendisi gibi emekçi göçmenlerdi artık, sermaye sınıfı değildi.
Zira çok geçmeden, neoliberalizmin geniş kitlelerde yarattığı hak kayıpları, 2008’de patlayan birikim rejiminin ağır kriziyle birleşince sisteme tepki kitleselleşti ve neoliberalizmin taşıyıcı gücü olan ana akım merkez – sağ da sol da – siyaset birçok ülkede toplumsal tepkinin hedefi haline geldi. Ve krizin yarattığı tepki için ana akım siyasete uyumlanmış olan partilerden farklı adres arayışları belirdi. Solun bu boşluğu dolduramadığı ülkelerde bu tepkilerin küreselleşmenin en insani görünür yüzü olan ‘’göçmenlere’’ yönelmesine sebep oldu. Kimi sosyal demokrat partiler, İngiliz İşci Parti’sinde gözlemlediğimiz gibi, daha sola kayan bir yenilenmeyle yola devam ettiler. Kimi ise, Yunanistan’daki PASOK örneği gibi, yerlerini daha soldaki Syriza benzeri yapılara bıraktılar. Ancak koşulsuz her ülkede aşırı sağın güç kazandığına şahit olduk.
Üretimin teknolojik koşullarındaki değişim ve siyaset ihtiyacı
Bu resmin tarihsel bütünlüğü içinde kavranması bugün sosyal demokrasinin ve aslında bunun da ötesinde bildiğimiz anlamıyla modern demokrasinin geleceği için büyük önem taşıyor. Zira bugün bir kez daha bir üretim devriminin eşiğindeyiz. Üretimin teknolojik koşullarında küreselleşme ekseninde yaşanan teknoloji devrimine benzer bir dönüşüme yol açan Sanayi 4.0 gerçekleşiyor.
Sanayi 4.0, kendinden önceki tüm üretim devrimleri gibi, bir yandan daha verimli üretimle zenginleşmenin ve bu zenginliği daha adil paylaşabilecek bir toplumun potansiyelini yaratıyor. Sanayi 4.0’ın doğası üretim araçları üzerindeki mülkiyetin önemini görece yitirmesine imkan verme potansiyeline sahip. Yani
üretimin demokratikleşmesi ve sermayenin tabana yayılarak eşitlikçi bir toplum düzeni yönünde tarihsel bir adım atılmasına imkan sağlayabilecek bir dönüşümün eşiğindeyiz.
Ancak öte yandan da Sanayi 4.0, yine kendinden önceki tüm devrimler gibi, sınıfsal dengenin emekçi sınıflar aleyhine daha da radikal biçimde bozulmasına yol açacak dinamikleri içeriyor. Sanayi 4.0 üretimde insan faktörünün rolünün daha da azalması demek. Bu değişim büyük ihtimalle geleneksel işlerin önemli bir bölümünün tarihe karışmasına neden olacak. Aynı zamanda zenginliğin bugünkünden daha da radikal biçimde küçük bir azınlığın elinde toplanmasına, tekelleşme eğiliminin daha da güçlenmesine neden olabilecek unsurları da barındırıyor.
Üretimin teknik koşullarında meydana gelecek bu radikal değişimin sınıfsal güç dengesinde nasıl bir etkisi olacağı büyük ölçüde sol ve sosyal demokrat partilerin kuracağı siyasete bağlı. Bu partilerin geçmiş deneyimlerden ders çıkartarak neoliberalizmin yarattığı dönüşüm esnasında düşülen hatanın tekrarlamamasını sağlamaları elzem. Neo-faşizmin karşısında gerçek bir alternatif kurulabilmesi için sol ve sosyal demokrat partilerin bu yeni dönüşümü doğru okuyarak, süreci siyasileştirerek ve sorunun birikim rejiminden kaynaklandığı gerçeğiyle sınıf temelli bir siyasetin örgütlenmesini ortaya koymaları gerek. Bu sadece neo-faşist yükselişi engellemeyecek, aynı zamanda daha eşit ve özgür bir düzeni de var eden belirleyici siyasetin ortaya çıkması anlamına gelecektir.
Bu tarihsel dönemeçte, İngiltere’de Corbyn, Amerika’da Sanders deneyimi, Avrupa’nın çeşitli yerlerinde salt siyasi parti olarak değil, toplumsal birer örgütlenme olarak doğmakta olan sol tandanslı sosyal demokrat hareketler umut veriyor. 1990’ların aksine, sol partilerin ve siyasi hareketlerin giderek daha fazla piyasa düzenini siyasileştirdiği, neoliberalizmin dayattığı örgütsüzlüğü aşmak için yeni toplumsal koşullara uygun örgütlenme deneyimleri geliştirmeye gayret ettiklerini görüyoruz. Değişen toplumsal dinamikleri ve öfkeyi doğru yakalayarak politik bir ağırlık merkezine dönüştürecek örgütlenmeyi her düzeyde gerçekleştirmek zorundayız.
Unutmamalıyız ki; sağın yükselişi ve neofaşizm, kültür savaşlarının, kaynaksız bir yabancı düşmanlığının ve ırkçılığın birden, kendiliğinden hortlamasının değil, neoliberal yıkımın, aşırı piyasacılığın sonucudur. O zaman çıkış, ancak solun kendi ekonomi politiğini çağın koşullarına uygun olarak demokratik bir siyasetle bütünleyerek ortaya koymasındadır.
Sonuçta ekonomi siyasetsiz, siyaset ekonomisiz olmaz. İkisinin de olmazsa olmazı aynıdır. Çare soldadır…
*Selin SAYEK BÖKE
İzmir Milletvekili, CHP PM Üyesi
selinsayekboke@gmail.com