İktidarın yapısal krizinin bir tezahürü olarak Türkiye’nin önüne bir baskın seçim biçiminde konan 24 Haziran genel seçimleri, hem süreç, hem de sonuçları itibariyle yeni bir dönemin açıldığına işaret ediyor. Bilinen resmi sonuç birkaç boyut içeriyor. Neo-Milliyetçi cephenin hem meclis çoğunluğunu, hem de Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmasıyla, 200 yıllık demokratik geleneğin ürünü olan parlamenter demokrasinin tarihe karışması bir boyutu. Adına “Türk tipi Başkanlık” denen, kuvvetler ayrılığını, dolayısıyla modern anlamıyla “demokrasiyi” fiilen ortadan kaldıran tek adam rejiminin artık bir gerçeğe dönüşmesi de diğeri. Bir başka deyişle, AKP iktidarının ‘’yeni rejim’’ inşasında önemli bir mesafe aldığını görüyoruz. Bu ‘’yeni rejim’’ demokratik siyaset alanının giderek daha fazla daraltılmasına, gücün tek elde toplanmasına, demokratik denge-denetim mekanizmalarının birer prosedüre indirgenerek fiilen ortadan kaldırılmasına, gücün bir lider kültü üzerinden şahsileştirilmesine dayanıyor.
Rejim inşası yasal düzenlemeler ve siyasi sisteme geçiş penceresinden değerlendirilince resmi olarak “nihayete” ermiş gibi gözüküyor olabilir. Oysa, rejim inşası sürecini siyasi ve toplumsal bir süreç olarak gördüğümüz ölçüde, 24 Haziran’ın bir viraj olduğu, önemli ama nihai olmayan bir sonuç alındığını söyleyebiliriz. Neo-Milliyetçi cephe aracılığıyla rejim resmen değişse de, iktidar bloğunun içinde bulunduğu siyasi, ekonomik, toplumsal boyutları bulunan hegemonya krizini en azından kısa vadede bu yeni rejim inşası ile aşması olası görünmüyor. Belki Neo-Milliyetçi cephe açısından, rejimin resmen değiştirilmesi ve öyle ya da böyle bir seçim daha kazanılması ile bir yandan zaman kazanılmış, siyasi ve toplumsal süreçlere doğrudan müdahale olanakları artmış olabilir. Ancak, ortaya çıkan kutuplaşma, kurumsal yapıların yıkımı ve hatta fiilen ortadan kalkması, anayasal düzenin bildiğimiz anlamıyla “anayasal demokrasi” standartlarından tamamen koparılması iktidar bloğunun yapısal krizinin daha da derinleşmesi anlamına gelecek. Yani iktidar bloğu, 24 Haziran baskın seçimiyle tam da planladığı gibi, yapısal krizi daha da derinleşmeden, iktidar bloğunda oyunu değiştirecek çatlamalara meydan vermeden siyasi gücünü tahkim etmiş gözükebilir. Ancak, uzun süredir içinde bulunduğu ve kendisini baskın seçime zorlayan yapısal açmazı bırakın çözebilmeyi, daha da derinleştirmiş durumda.
Parlamento aritmetiğinin ötesine geçmek
İktidar bloğundaki bu sistemik krizin, toplumsal muhalefet cephesindeki tezahür ediş biçimi ise adeta ters yansıyan bir ayna görüntüsü gibi. Gezi’den bu yana, iktidarın rıza üretme kapasitesindeki aşınmaya paralel olarak genişleyen toplumsal muhalefetin kendisini organize bir siyasi güç olarak var etmesinin objektif imkanları artıyor. Ancak, siyasal muhalefetin bu yapısal potansiyeli, anlamlı bir siyasi güce dönüştüremediği, dolayısıyla Türkiye’deki anti-faşist mücadeleyi, demokrasiyi, laikliği, hukukun üstünlüğünü var edecek bir kurucu siyaseti toplumsallaştırma sonucuna hala erişemediğini 24 Haziran’da bir kez daha gördük.
24 Haziran seçimlerini; parlamento aritmetiği, ittifakların performansı, alınan oylar, miting performansları gibi salt siyasi sonuç ölçüleriyle değil, onları da kapsayan ancak aşan bir perspektiften değerlendirmeliyiz. Böyle yaptığımızda, önümüze, toplumsal muhalefetin tüm bileşenleri ve özellikle de sosyal demokrat siyaset bakımından tarihsel bir fırsat ve bu fırsatı kullanabilmek için kapsamlı bir dönüşüm zorunluluğu çıkıyor. Hem dünya, hem de Türkiye ölçeğinde defalarca sınanmış, sistemle bir biçimde uyumlanmayı telkin eden dar çerçeveli siyasi değişim reçetelerini bir kenara bırakmalıyız. Hemen şimdi, hiç vakit kaybetmeden kendi siyasi ve ideolojik kimliğimiz üzerinden bir yaşam hayalini kitleselleştirmeliyiz. Siyaseti, geniş anlamıyla toplumsal, ekonomik süreçleri bütünüyle kapsayan, dolayısıyla parlamenter zemine hapsedilemeyecek bir bütün olarak kavramalıyız. Tabandan başlayarak, çağın ve toplumun gerekleriyle uyumlu bir örgütlenmeyi her düzeyde var etmeliyiz.
Emek süreçlerinin uğradığı ve Sanayi 4.0 ekseninde uğrayacağı değişimleri gözeten, orta sınıfların emek süreçleri içindeki konumunu doğru tahlil eden yeni bir sınıf analizinden hareketle “emekçi sınıflarla” ve “üreticilerle”, kimlikleri aşan, ekonomi politik üzerinden şekillenen bir bağ inşa edecek siyaseti tartışmalıyız.
24 Haziran ve sosyal demokrat siyaset
24 Haziran’ın sosyal demokrat siyasetin önüne koyduğu yükümlülüğü doğru anlamamız için, seçim sonrası içinde bulunduğumuz şartların daha detaylı ve objektif bir tahliline ihtiyaç var. Seçimin ilk sonucu kuşkusuz, Türkiye’deki kurumsal yapılardaki aşınmanın derinleşmesi, otoriter iktidarın siyasete müdahale araçlarının daha da artması. Bugün Türkiye’de olduğu gibi iktidarların baskı araçlarının ve alanlarının genişlemesiyle, kendilerini yeniden üretme araç ve alanlarının daralmasının çakıştığı tarihsel dönemeçlerin sonuçlarından biri muhalefetin demokratik siyaset alanının zor kullanarak daha da daraltılmasıdır. Daralan demokratik siyaset alanı karşısında muhalefetin toplumla bütünleşerek, taban örgütlülükleri ve geleneksel siyaset mekanizmalarını aşan yeni demokratik siyaset pratiklerini kapsamlı olarak ortaya koyması artık “doğru” muhalefet yöntemi olmanın ötesinde varoluşsal bir zorunluluğa dönüşecek gibi görünmektedir.
Sözde kaldırılan OHAL’i kalıcılaştıran yasa ile demokratik alanın daraltılmasının yasal kılıfı da hazırlandı. Etkinliğini tamamen yitiren meclisin saygınlığını korumak için meclis kürsüsüne sahip çıkan anlayışın tarihe not düşmenin ötesine taşınması bu demokratik alanın genişletilebilmesi mücadelesi açısından artık bir zorunluluk. Sağlıklı işleyen bir parlamenter sistemin siyasal mücadelesini vermeye hazır milyonların o meclisin etkinliğinin kazanılması mücadelesine mutlaka ortak edilmesi sağlanmalı. Bunun bireysel eylemlerle sınırlı kalmasının bir toplam sonuca yol açmadığı Gezi’den beri yaşadıklarımızla ortada. O toplamı mümkün kılacak olan yeni siyaset yapma biçiminin kökten bir değişimi çağırdığını kabul ederek başlamalıyız. Bu değişimin, meclis içinde verilen siyasi mücadelenin mutlaka meclis dışına taşınarak halkla buluşması ve halkın talep ve mücadele gücüyle büyüyen bir zemine dönüştürülmesine dair kafa yormalı, vakit kaybetmeden bu dönüşümü harekete geçirmeliyiz.
Dolayısıyla bu denklem bize muhalefetin önümüzdeki dönemde benimsemesi gereken iki temel prensibin de işaretini veriyor. Birincisi, iktidarın daraltacağı demokratik alanı genişletebilmek için toplumsal örgütlülükle, tabandan başlayan bir örgütlenmeden güç ve meşruiyet alarak olağanüstü muhalefet mekanizmalarını var etmek, siyaseti toplumsallaştırmak zorundayız. İkincisi, faşizan bir rejim inşasını akamete uğratmanın ve kurucu bir siyaseti var etmenin ilk yolunun, rejimin yapısal dayanaklarının bazılarına değil, tamamına bir karşı duruştan ve bütüncül bir alternatif rejim tarifinden geçtiği gerçeğinden hareketle, iktidarın dayattığı değerler ve siyasi kodlamalar üzerinden muhalefetin siyaset alanının sınırlarını tanımlamasına izin vermemeliyiz. Kendi siyasi dilimizi, anlatımızı, pratiğimizi ve politikalarımızı; sosyal demokrasinin temel eksenleri olan demokrasi, eşitlik, laiklik, barış ve özgürlüğün tamamını içerecek, hepsinde aynı ölçüde tutarlı ve kararlı olacak biçimde oluşturmak, Türkiye’nin temel meselelerine, inandırıcı, saydam, gerçekçi çözümler üretmek zorundayız.
“Saray ekonomisi”, belirsizlik ve istikrarsızlık
24 Haziran’ın bir başka sonucu da iktidarın ekonomideki sıkışıklığının artması olacak. Baskın seçimin kendisi, bizzat AKP Genel Başkanı’nın ağzından da tekrarlandığı üzere zaten; AKP’nin, kamu eliyle yandaşlara rant aktarılmasına, dışarıdan borçlanmaya ve iç tüketime dayalı ekonomi politiğinin sınırlarına gelmesinin sonucu olarak karşımıza konuldu.
Ancak 24 Haziran’da ortaya çıkan sonucun, Saray ekonomisindeki temel yapısal sorunu aşmaya yetmeyeceği, hatta kurumsal yapıların artık tamamen çöktüğü ve Türkiye’de artık belirli olan tek şeyin belirsizlik, istikrarlı olan tek şeyin istikrarsızlık olduğu gerçeği üzerinden bu sorunları daha da derinleştireceği açık. Bu açmazı, ekonominin her seçim sonrası belirsizliğin kalktığı algısıyla yaşadığı geçici, yapay iyimserliğin sınırlarının dahi bu kez çok dar kapsamlı kalmasından da görüyoruz. Mevcut rejimin kendi var oluşunu mümkün kılan kuralsız rant ekonomisi modelini değiştirmeden, ki bunu kendilerinin yapması imkansız, ekonomik darboğazı aşması artık mümkün değil.
Yeni dönemin kodlarının, iktidar açısından daha fazla milliyetçilik, daha fazla içe kapanma, daha fazla baskı, daha fazla kurumsal çöküş ve daha fazla kamu harcaması gerektirdiği açık. 24 Haziran seçiminin sonuçları, Türkiye’nin emekçi ve üretici kesimlerine daha fazla ekonomik bunalım vaat ediyor. Üstelik AKP’nin bugüne dek yaptığı gibi, palyatif hamlelerle olası bir krizi önleme olanaklarının da sınırlarına gelindiğini biliyoruz. Yani Türkiye ekonomisinin demokrasi, hukuk ve güçlü kurumlar olmadan, yaşayacağı “sert inişten” kurtulması, Saray rejiminin de, siyasi mantığı ve ihtiyaçları gereği demokrasi ve kurumsallığa dönebilmesi söz konusu değil.
Sosyal demokrat bir ekonomi politik
Türkiye’nin tek çıkışı; sosyal demokrat bir ekonomi politiğin var edilmesi. Özellikle eşiğinde durduğumuz ekonomik durgunluk ve olası krizin acı reçetesinin faturasının yüzde 99’un omuzlarına ve özellikle emekçi sınıflara yükleneceği öngörüsü bu ihtiyacı da bir objektif zorunluluğa dönüştürüyor. Bu durum, yeni dönemde siyasetimizin belirleyicisi olması gereken ikinci parametreyi de açıkça ortaya koyuyor. Emekçi ve üretici kesimlerle, kimlikleri aşan, kimlik süzgecine takılmayan bir bağ kurmanın yollarının aranması ve bu doğrultuda emekten yana, sınıf temelli bir siyasi yaklaşımın hayata geçirilmesine ihtiyaç var. Bu meselenin kuşkusuz, hem çağdaş sosyal demokrasinin güncel tartışmalarına, hem de 24 Haziran’da da bir kısmını yaşadığımız Türkiye’nin pratik siyasetine dokunan yönleri var. Türkiye dışında sosyal demokrasinin son otuz yılına damga vuran tartışma, neo-liberalizmin, piyasacılığın hegemonyasına sosyal demokratların nasıl reaksiyon vereceği idi. “Üçüncü yol” tartışmaları ışığında 90’ların ikinci yarısından itibaren merkez ülkelerde sosyal demokrasinin neo-liberal hegemonya karşısındaki tepkisi uyumlanma oldu. Bu uyumlanma, en iyi ihtimalle neo-liberalizmi ehilleştirme siyaseti, bazı merkez ülkelerde sosyal demokrasiye iktidar getirdi belki. Ancak, neo-liberalizmin derinleşmesi, örgütsüzlüğün artması ve nihayet 2008 kriziyle birlikte “üçüncü yol” siyasetinin de sağ popülizme alan açacak şekilde geleneksel tabanı olan işçileri, ücretli çalışanları kaybederek erilmesi ile sonuçlandı. Şimdi İngiltere’de Corbyn deneyimi ve daha farklı şartlarda da olsa Amerika’da Bernie Sanders’ın temsil ettiği çizgiyle kapitalizmin merkez ülkelerinde sol, “sınıftan kaçıştan”, yeniden “sınıfın keşfine” dönüyor.
Türkiye’de de sendikal yapıların çözülmesi ile, emeğin örgütlenme ve bir siyasi ağırlık merkezi olma kapasitesinin giderek aşınmasıyla birlikte sosyal demokrat siyaset meseleyi kimlik siyaseti ötesinde bir mesele olarak kavramsallaştıracak araçları bulamadı. Bu dönemde muhalefet tarafından kurulan siyaset siyasal İslam’ın kimlik üzerinden şekillenen hegemonyasını bir verili toplumsal gerçek olarak kabul etti. Sağ siyasetin dayattığı bu önkabul ışığında Türkiye’de emekçilere kitlesel olarak ulaşma meselesi “muhafazakarlaşma”, “sağ ile ittifak”, “karşı mahalleden oy alma”, “sol söylem kullanmama” gibi, laiklik ve barış başta olmak üzere sosyal demokrasinin temel ilkelerinden gerekirse pragmatik tavizler verme gibi formüller üzerinden ele alındı. Daha önceki seçimler de, 24 Haziran da, bu “sağ sapmanın”, AKP’nin üzerinde yükseldiği mevcut hegemonyayı derinleştirmek dışında bir sonuç getirmediğini hepimize açıkça gösterdi. 24 Haziran bunun dışında, başarılı bir kampanya performansı ve liderler üzerinden şekillenen salt popülizmin de, AKP’nin kendi saflarında tutmayı uzun süredir başardığı emekçilere, düzen tarafından yok sayılan ve ezilen yüzde 99’a ulaşmak için etkisi olduğunun ama yetmediğinin de ispatı oldu.
Bir kez daha seçim sonuçları yeni dönemde sosyal demokrat siyasetin nasıl olması gerektiğine dair somut bilgiyi karşımıza koyuyor. Emekçilerle ilişki kurma yönteminin “sağcılaşmayla”, “karşı mahalleye konuşma” şeklinde kodlanan siyasi dil değişikliğiyle olamayacağı açık. İhtiyacın sosyal demokrat ekonomi politiğin gerçek manada oluşturulması ve Türkiye’nin önüne bir alternatif olarak konulması olduğu deneyim ile sabit.
Sınıf siyaseti
Toplumla sınıf siyaseti üzerinden ilişki kurmak deyince, iki önemli tartışmayı da açmış oluyoruz. Birincisi emek sınıfının tanımı. Üretimin maddi koşulları, geleneksel işçi sınıfı örgütlenmelerini çözecek ve sınıf yapılarını değiştirecek biçimde değişti. Sanayi 4.0 ekseninde de bu değişimin devam edeceği düşünüldüğünde, emekçi sınıfların ve bu sınıflara dayanan siyasetin tanımının yeniden yapılması ihtiyacı karşımızda. Plazada çalışan beyaz yakalıyla, fabrikada üretim bandında çalışan mavi yakalıyı ve merdiven altı atölyede güvencesiz çalışmaya mahkum edilen fason işçisini ortaklaştıran bir emekçi sınıf siyasetini tartışmak ve var etmek için ortak yol haritası belirlemek zorundayız.
Bugün önümüzde orta sınıfların demokrasi ve özgürlük talebiyle, geleneksel manada işçi sınıfının salt ekonomik taleplerinin ortaklaştığı, ortaklaştırılmak zorunda olduğu bir siyaset düzlemi var. Bu bağlamda, en önemli görevlerimizden birisi de belki, üretimin ve çağın koşullarını detaylı biçimde ele alarak bu kitleleri, çıkarları ve gelecek beklentileri üzerinde ortaklaştıracak bir mücadeleye var etmek.
Muhafazakarlardan oy alamıyoruz, o zaman şu sağcı adayı gösterelim, bu sağcı söyleme yaklaşalım, kendimizden şu tavizi verelim demek yerine, “muhafazakar” dediklerimizin ağırlıkla Saray ekonomisinin kaybedeni olduğu ve bu düzenin bir ekonomi politikle kurulduğu gerçeğine dayanarak biz de kendi ekonomi politiğimizi kurmalıyız. Bugünün düzeninin kaybedenlerinin özü itibariyle sosyal demokrat politik ekonomiyi talep eden milyonlar olduğunu görmeli ve siyasetimizi kurarken bütün boyutlarıyla eşitlik ve özgürlük mücadelesinde, mavi yakalı ile beyaz yakalıyı ortaklaştırmayı hedeflemeliyiz.
Örgütlenme ve süreklilik
Bu siyasetin en önemli ayaklarından biri kuşkusuz örgütlenme. Emekçi sınıflara dayalı hiçbir siyasetin, hele ki otoriter bir hâkim parti rejiminin var olduğu ülkedeki bir emekçi sınıf siyasetinin, toplumsal dinamikleri doğru yakalayan bir örgütlenmeyi var etmeden ciddi bir güç odağı olmasına imkan yok. Türkiye’de sendikaların hükümet baskısıyla önemli ölçüde çözüldüğünü, zayıflatıldığını, emeğin güvencesiz ve esnek kılınması nedeniyle, geleneksel bir işçi sınıfı örgütlenmesinin siyasi bir ağırlık merkezi oluşturmak için yeterli olmaktan çıktığını biliyoruz.
Bunun yanı sıra, Türkiye’nin yeni orta sınıflarının, gençlerinin, dünyaya açık ilerici kesimlerinin siyasi katılıma istekli olduğunu ve etkili olma potansiyeli taşıdığını da, Gezi’den Adalet Yürüyüşü’ne, Hayır referandumundan 24 Haziran’ın muhteşem meydan mitingleri ile taçlanan aktivizmine kadar gördük. Başarmamız gereken; bu kesimleri sürekli bir örgütlülükle siyasete aktif yurttaş olarak dahil edecek örgütlenme biçimlerini keşfetmek ve bu örgütlü gücü emeğin örgütlü gücünün etkisini büyütecek ve siyasi alana müdahale imkanını genişletecek bir katalizöre dönüştürmek. Bunu başardığımız, bu örgütlenmeyi yeni sınıf siyasetinin ve sosyal demokratik politik ekonominin merkezine koyduğumuz zaman iktidarın yapısal krizini, demokratik bir kurucu siyasetin doğuşuna dönüştürecek aracı da büyük ölçüde oluşturmuş olacağız.
Özetle resim açık, yapılması gereken belli…
Türkiye’nin ihtiyacı; yeni bir örgütlenme biçimiyle, orta sınıfları ve işçi sınıfını eşitlikte ve özgürlükte ortaklaştıran bir siyaset dili ve pratiğiyle, Türkiye’nin temel sorunlarına cesaretle çözüm üretecek bir kararlılıkla oluşturulacak bir sosyal demokrat siyaset.
*Selin SAYEK BÖKE
İzmir Milletvekili,
CHP PM Üyesi
selinsayekboke@gmail.com